Cumhuriyet gazetesinin tutuklu yönetici, yazar ve avukatları hakkında "PKK/KCK, FETÖ/PDY ve DHKP-C'ye müzahir oldukları" iddiasına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede 15 yıl hapsi istenen gazeteci, yazar Aydın Engin, 'Cumhuriyet davası'nı değerlendirdi. Hazırlanan iddianamede Cumhuriyet yayın çizgisini değiştirmekle suçlandığını belirten Engin, "Bir gazete yayın çizgisini değiştireceği zaman savcıya telefon mu edecek, 'Sayın savcı biz biraz yayın çizgimizi değiştirmek istiyoruz, müsaade eder misiniz” mi diyeceğiz?'" dedi.
Usta gazeteci Aydın, Cumhuriyet Vakfı davasıyla ilgili de "Cumhuriyet yönetimini ele geçirmenin en kestirme yolu bir kayyım atamaktı. Ama bizler gözaltına alındığımız sırada içeride ve dışarıda patlayan dayanışma nedeniyle kayyım atamak gibi kestirme bir yola gitmediler. Fakat Cumhuriyet Vakfı ile ilgili davaya indirekt müdahil oldular" dedi.
Evrensel gazetesinde "Pazartesi Röportaj"larına konuşan Aydın Engin'in açıklamalarının tamamı şöyle:
Haklarında elle tutulur bir delil olmadığı halde 9 aydır cezaevinde tutulan Cumhuriyet gazetesinin tutuklu 12 yazar, çizer ve yöneticisi bugün ilk kez mahkemeye çıkacak.
Tutuklandıktan beş ay sonra hazırlanan, hukukçuların “temelsiz” diye nitelendirdikleri iddianamede, aralarında Akın Atalay, Murat Sabuncu, Ahmet Şık, Hikmet Çetinkaya, Aydın Engin, Bülent Utku ve Kadri Gürsel’in de olduğu 19 kişi hakkında, “yayın çizgisini değiştirmek, FETÖ/PDY ve PKK/KCK örgütlerine üye olmamakla birlikte yardım etmek, hizmet adına görevi kötüye kullanmak” iddialarıyla 7,5 yıldan 43 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Başta ulusal ve uluslararası basın örgütleri, gazeteciler olmak üzere, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, siyasetçiler basın tarihinin bu en hukuksuz davalarından biri için bugün de adliyede, dayanışmada olacak. Ancak, “Yalan ne kadar büyük olursa o kadar kolay geçer; ne kadar tekrar edilirse halk o kadar inanır” diyen Nazi Almanyasının propaganda şefi Goebbels’i kendilerine kılavuz edinen iktidar yanlısı gazeteler, Cumhuriyet davasına dayanışma çağrılarıyla ilgili “kaos çıkaracaklar” haber ve manşetleri hazırlamayı sürdürüyorlar.
Cumhuriyet yazarlarından, kıdemli gazeteci Aydın Engin’le, iddianamede yer alan “suçlamaları”, havuz gazetelerinin operasyondaki rolünü ve mahkemeden çıkacak olası sonuçları konuştuk. Engin, 31 Ekimdeki operasyonda beş günlük gözaltı sonrasında Hikmet Çetinkaya ile birlikte tutuksuz yargılanmak üzere yurtdışı yasağı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı.
Cumhuriyete yönelik baskı ve tutuklamalarda MİT TIR’ları haberleri kuşkusuz önemli bir eşik. Ancak Ocak 2015’te Paris’te 12 çalışanı IŞİD saldırısında katledilen mizah dergisi Charlie Hebdo’ya destek amacıyla yayınladığı özel sayı sonrasında yaşadığı saldırıları da anımsamak gerek. Altını çizmek için soralım, Cumhuriyet neden hedef alındı?
Meseleye daha geniş bakalım. Charlie Hebdo özel sayısı bahane, MİT TIR’ları bahane, iddianameye konu olan yazılar, haberler de bahane... Şöyle bakıyorum -sanıyorum arkadaşlarımın da paylaştığı bir bakış bu- Türkiye’de değil sadece, dünyada da partiler, iktidarlar, büyük şirketler, ulus ötesi şirketler, büyük sermaye grupları gazeteci satın alır. Ama televizyon gazetecisi, ama basılı gazete... Bunların her gün bir şey yapmaları anlamsızdır, gerektiğinde devreye sokulurlar. O şirketin, o siyasi hareketin gün ışığına çıkmasını istemediklerini ya saptırmak ya örtmek için bu satın alınmış gazetecileri devreye sokarlar. Mesleğimizin ak adına kara çalan böyle çok örneklerini Türkiye’de ve dünyada yaşadık. Ancak AKP veya Erdoğan döneminde, gazeteci satın almak gibi zahmetli bir iş yerine, gazete ve televizyon satın aldılar. Bu konuda tam hassas bir terazi yok ama şu oran çok da yanlış değil; bugün görsel ya da yazılı Türkiye medyasının yüzde 70’i satın alındı. Tabii ki Erdoğan veya AKP satın almadı. Devletle iş yapan, özellikle de büyük müteahhit şirketlerine “sen televizyonu al, sen şu gazeteyi al, sen el koyduğumuz cemaate ait gazeteyi/televizyonu al” denilerek satın alındı. Kimilerimizin havuz medyası dediği AKP medyasına dönüştüler. Aslında bunlar “organ” haline dönüştü. Medyada organ tabiri aşağılayıcı bir tabirdir. Hiç kimse haber kaynağı olarak “organ”dan yararlanmak istemez. Çünkü neyin organıysa onun perspektifinden hayata bakar veya gerçeği öyle göstermeye çalışır.
Peki, ya geri kalanı?
Geri kalanı için de “onlar pırıl pırıl, halkın haber alma hakkını savunan medya” diyemeyiz. Bunlar -yabancı medyaya bunu anlatırken zorlanıyoruz- penguen medyası! Gerçeği göstermek yerine penguen belgeseli ile ‘mış’ gibi yapıyorlar. Geriye son derece az; Evrensel, Birgün, Cumhuriyet kaldı. Biz mesleğimizi doğru yapmayı, halkın haber alma hakkını ete kemiğe büründürmeyi, yani gazetecinin görevini yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu bağlamda Cumhuriyet ana hedef oldu çünkü saydığım iki arkadaştan, Evrensel ve Birgün’den farklı olarak cumhuriyetle yaşıt bir gazete. Çok uzun müddet referans gazetesi olarak kabul edildi. Hak etmediği zamanlar da olmuş belki ama genel olarak referans gazetesi olmuş. Örneğin Almanya’da Bild gazetesi 6.5 milyon satar her gün, Süddeutsche Zeitung ise 650 bin satar. Ama Almanya’da bir şey olduğu zaman insanlar ‘Bild ne diyor’ diye bakmaz, ‘Süddeutsche Zeitung ne diyor’ diye bakarlar. Cumhuriyet genel olarak bir referans gazetesi işlevi gördüğü için Hükümeti çok acıtan bir diken haline geldi, hedef alındı.
Bir de Cumhuriyetin patronu yok, sahibi Cumhuriyet Vakfı. Cumhuriyet Vakfı da bizlerden oluşuyor. Dolayısıyla satın da alamaz, öyle bir zorluk da var! Aslında tutuklu arkadaşlarımız nedeniyle haklı olarak ilgi odağı orası oldu ama aslında bizim için çok daha tehlikeli bir başka süreç, bir başka dava yürüyor.
Cumhuriyet Vakfı Davası...
Evet. Cumhuriyet yönetimini ele geçirmenin en kestirme yolu bir kayyım atamaktı. Ama bizler gözaltına alındığımız sırada içeride ve dışarıda patlayan dayanışma nedeniyle kayyım atamak gibi kestirme bir yola gitmediler. Fakat Cumhuriyet Vakfı ile ilgili davaya indirekt müdahil oldular. Cumhuriyet Vakfı’nın en son seçilen yönetim kurulunun -ki 7’si içerde şu anda- yasaya aykırı bir seçimle seçildiği, geçersiz olduğu iddiasıyla bir zamanlar Cumhuriyette yer almış olan Alev Coşkun gibi, Mustafa Balbay gibi kişiler dava açtılar. Vakıflar Genel Müdürlüğü bu davanın taraflarından biriydi. “Biz Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak Cumhuriyet yönetiminin meşru olduğunu düşünüyoruz” demişlerdi önce. Ama ne zaman ki o büyük direniş başladı, Cumhuriyet diz çökmedi, tutuklananlara rağmen yayınına devam etti, bu defa -bunu kanıtlayamam ama- Saray devreye girdi. Saray devreye girdikten sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü, yeni bir müfettiş tayin ederek daha önce verdiği “yönetim meşrudur” raporunun yüzde yüz tersine “hayır, bu yönetim yanlış seçilmiştir” dedi.
Hazırlanan iddianame de, Cumhuriyet Vakfı davasına sıradan bir ‘yönetimi ele geçirme mücadelesi’ olarak bakılamayacağını gösteriyor. Nitekim, Cumhuriyet Vakfı’nın önceki bazı üye ve yöneticilerinin iddialarına hatırı sayılır bir yer verilmiş ve bu ifadeler Cumhuriyet’e yöneltilen suçlamaların temel dayanaklarından biri yapılmış...
Cumhuriyet Vakfı davası, arkadaşlarımın cezaevinde kalmasına, benim bir süre gözaltında kalmama yol açan saldırının bir halkası. Birbirinden bağımsız iki ayrı süreç değil. Bu bir siyasi operasyon. Bugün Aydınlık gazetesi çizgisinin AKP’yle resmen ilan edilmemiş bir koalisyon kurduğu kanısındayım. Netice olarak yapılan müdahaleler sonucunda mahkeme Cumhuriyet gazetesi vakıf yönetiminin meşru olmadığına dair bir karar verdi. Biz buna itiraz ettik, şu anda istinaf mahkemesinde. İstinaf mahkemesinin kararının ne olacağını bilmiyorum ama tahmin etmek için yüksek zeka gerekmiyor. Muhtemelen bizim itirazımızı reddedeceklerdir. Umarım sürpriz bir hukuk mucizesi yaşarız.
İddianame, ‘Niye yayın çizgisini değiştirdiniz?’ ile özetlenebilecek ifadelerle başlıyor. ‘Kurucu Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesinin demokrasi ve halkın müdafası için kurulduğunu beyan etmiştir ama son üç yılda bu kuruluş felsefesi terk edilmiştir’ deniyor. Buna kanıt olarak gösterilen haber ve yazılar da demokrasiyi, insan haklarını, hukuku savunan, iktidarı eleştiren haber ve yazılar. Yani gazetecilik yaptığı için suçlanıyor...
Elbette. İddianame bir cümleye indirilebilir, yayın çizginizi değiştirdiniz bu suçtur! Kaldı ki, Cumhuriyet yayın çizgisini değiştirmedi, değişen dünyada, değişen Türkiye’de, gelişen farklı siyasal güçlerin, farklı hak taleplerinin yükseldiği bir Türkiye’de Cumhuriyet 1930’ların Cumhuriyeti olarak kalamazdı. Cumhuriyet gazetesinin 93 yıllık hayatında zikzaklar da olmuştur, olabilir, o kadar uzun yaşayan her gazetenin olur, ama 12 Eylül sonrası Türkiye’de medyadaki en etkili muhalefet de Cumhuriyet’ten gelmiştir. Bunu kimse göz ardı edemez. 28 Şubat sürecinde Cumhuriyet alkış tutmamıştır. Daha da önemlisi son dönemde daha farklı bir evreye ulaşmış Kürt sorununda, barışçıl çözüm imkanlarının doğduğu bir dönemde Cumhuriyetin Kürt sorununa basit bir şiddet veya terör hareketine bakar gibi bakması demek, örümcek bağlamış bir gazeteye dönüşmesi demekti. Bu gazetede kendini Kemalizmle özdeşleştirmiş yazarlar da var, bencileyin hiçbir zaman Kemalist olmamış, Marksizmi kendine kılavuz bellemiş gazeteciler de var. Bu, gazetenin zenginliğidir. Çizgi değiştirmesi değil, gazetenin çağa uygun kendini yenilemesidir. Olsa olsa alkışlanması gerekir.
'Sayın savcı biz biraz yayın çizgimizi değiştirmek istiyoruz, müsaade eder misiniz' mi diyeceğiz?
Bylock kullanımı bu davada da önemli kanıtlardan biri olarak sunuluyor. Ama yazar ve yöneticiler bylock kullandıkları için değil, kullananlar tarafından aranmakla suçlanıyorlar…
Sadece bugün Van’dan bir tutuklu ailesi ve Gebze’den bir tutuklunun eşinin de aralarında olduğu (muhtemelen FETÖ tutuklusu) 16-17 telefon geldi. Ne yapacağım? “Kardeş tamam ama önce bylock var mı yok mu, bir öğreneyim” mi diyeceğim? Olacak iş değil. Bu saçma ötesi bir durum. Bir örnek vereyim, iddianamede Güray Öz arkadaşımda çok fazla bylockçu yok, ona bir tane bylockcu bulmuşlar, “şu telefonla görüşmüşsünüz, bylock” demişler. Bu telefon kimin diye bakmış bizimkiler, yakınlardaki bir pideci dükkanı. O pideciye bylock kullanan birisi de telefon etmiş birkaç defa. Muhtemelen o da pide ısmarlamış. İddianamede “siz pideci dükkanına telefon ederek bylokçularla ilişki kurdunuz” deniyor. Bu konuda rekor Kadri Gürsel’de. Onu da biliyorum ne olduğunu. Kadri’nin bir televizyon kanalında Gülen cemaatinin Türkiye için tehlike olduğunu çok iyi anlattığı, şimdinin itirafçısı Hüseyin Gülerce’nin de “yapmayın, o çok değerli biri” dediği program üzerine bir çeşit Gülen trolleri Kadri’yi telefonla veya sms’le taciz ettiler. Ayrıca bylock olsa ne olur? Ben ne konuştum, benden ne istedi, ben ne dedim ona. Bu önemli. Akın Atalay örneğin, evine yer döşemeleri yaptırdığı firmaya bir para havale etmiş. “Bir bylockçuyla görüştüğü tespit edilmiş olan bilmem ne firmasına şu kadar havale ettiniz, niçin yaptınız” diye soruyorlar. Akın Atalay diyor ki, “benim evin karoları döşendi de o yüzden yaptım!”
Gözaltı sonrasında, “Ben kıdemli bir basın sanığıyım. Hayatımda bu kadar ahlaksız bir dosya görmedim” demiştiniz. Beş ay sonra hazırlanan 436 sayfalık iddianameyi okuduktan sonra hissiyatınız, değerlendirmeniz ne oldu?
Pazartesi başlayacak olan duruşmalarda tutuksuz yargılandığım için en son sorguya alınacaklardanım. Dışarıdaki avukat arkadaşları saymıyorum ama üç avukat arkadaşım zaten tutuklu. Bunlardan Akın Atalay en eski avukatlarımdan biri. Onun savunmasını okudum, iddianameyi çamaşır gibi sıkıyor! Ben hiç uzun savunma yapmayacağım, bir tek cümle kuracağım, diyeceğim ki, “burada tutuklu ve tutuklu olmayan avukatlarım var, onlar söylenecek olanı söyleyecekler, ben size uzun uzun bir şeyler söylemeyeceğim, bir tek cümle zapta geçsin diye söylemek istiyorum sayın yargıçlar; böyle bir iddianameyle sanık sandalyesine oturduğum için hukuk adına utanç duyuyorum, ülkem adına acı duyuyorum!” İddianamenin benim için özeti de budur.
12 yazar, çizer, yöneticisinin 265 gündür tutuklu olması gazetenin günlük işleyişini nasıl etkiledi?
12 arkadaşımız içinde çok kilit arkadaşlarımız var. Belirtmiştim, 7 arkadaşımız vakıf yönetim kurulu üyesi. Örneğin bir Akın Atalay, Cumhuriyeti İlhan Selçuk sonrası çekip çevirebilen, ki, bu mali olarak da zor bir iş, çok karmaşık bir okur profili var, kimseyi küstürmemeye çalışan bir çizgi, bir yandan da demokrat bir gazeteye dönüştürmenin adımlarını atmak... Yine benim tanıdığım en iyi birkaç haberciden biridir Murat Sabuncu. Haber refleksi olağanüstü gelişmiştir. Yine Önder Çelik. Adını okurlar bilmez bile. Teknik işleri, matbaayı, baskıyı, tiraj raporlarını değerlendiren, tirajı yeniden düzenleyen, yani gazetenin can damarlarını elinde tutan…25-30 yıllık bir deneyime sahip arkadaşlarımız bunlar bizim. Yine kitap ekini çıkaran Turan Günay arkadaşım, gazeteye yönelgin saçma sapan suçlamalarda muhatap dahi olacak birisi değil. Dolayısıyla gözaltına alıp, sonra da tutuklama aynı zamanda Cumhuriyeti yönetsel olarak da darboğaza sokma operasyonu. Değindik, hazırlanan iddianamede Cumhuriyet yayın çizgisini değiştirmekle suçlanıyor! Nereden çıkardınız sayın savcı bunu? “İşte bakın tanıklar konuşuyor...” Tanıklar kim? İşte kimisi eski cumhuriyetçi, kimisi sosyal medyadan atılan tweetler, kimisi havuz medyası yazarları vs. Bir gazetenin yayın çizgisi değişebilir. Sabah gazetesi neydi ne oldu? Bir sürü gazete, bir sürü televizyon yayın çizgilerini değiştirmediler, terk ettiler. Ve utanç verici bir çizgiye geçtiler. Bir gazete yayın çizgisini değiştireceği zaman savcıya telefon mu edecek, “Sayın savcı biz biraz yayın çizgimizi değiştirmek istiyoruz, müsaade eder misiniz” mi diyeceğiz?
Mahkeme hukuka bağlı kalabilecek mi, göreceğiz
Tutuklu 12 gazeteci, çizer ve yöneticinin hiçbirinin bu iddianameyle bir dakika bile içerde kalmaması gerektiği hukukçuların da ortak kanısı. Gönlümüzden geçen, hukuksuzluğa son verilerek hepsinin tahliye edilmesi ama bugün başlayacak dava için siz ne öngörüyorsunuz?
Zor soru. Bugün mahkeme başlayacak, cuma günü de tahliye talepleriyle ilgili bir karar verilecek. Sonrasında öyle sanıyorum ki iki-üç aylık bir ara verilecek. Yani mahkemenin kararı “hiç kimseyi tahliye etmiyoruz, tahliye taleplerini reddediyoruz” olursa, benim arkadaşlarım üç ay daha cezaevinde kalacaklar. Bu ihtimal var mı, var. Çünkü belirttiğim gibi Cumhuriyet davası bir hukuk davası değil, siyasi bir davadır. Dolayısıyla karar siyasi olacaktır. Yargı da şu anda siyasi kararlara “bu hukuka uymuyor” diye itiraz edecek değil. Örnekler bunu gösteriyor. Bizim yargılanacağımız 27. Ağır Ceza Mahkemesi hukuka bağlı kalabilen bir mahkeme mi olacak, göreceğiz. Yoksa dediğiniz gibi arkadaşlarımın bir dakika bile içeride kalmaması lazımdı.
İkinci olasılık, bazı arkadaşlarımızı bırakıp bazılarını tutmaya devam edebilirler. Özellikle Akın Atalay’ı, Murat Sabuncu’yu... İçim üşüyor bunu söylerken ama böyle bir karar çıkabilir. Üçüncü de, hepsini bırakabilirler. Ben olmasını istediklerimle gerçekleri karıştırmamaya mesleki olarak gayret eden bir arkadaşınızım, o yüzden şu anda tahminde bulunmuyorum, çünkü bu bir siyasi karardır.
Sıcak buz, yüzme bilmeyen başık, köşeli daire!
Cumhuriyetin neden hedef alındığı kadar bunun hangi yöntem ve araçlarla yapıldığı da önemli. Siz de değindiniz, önce havuz gazetelerinde manşetler, haberler yapılıyor, ardından soruşturmalar, operasyonlar geliyor. Nitekim, son dönemin karakterstiği haline gelen “FETÖ/PDY ve PKK/KCK örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüte yardım etmek, hizmet adına görevi kötüye kullanmak” Cumhuriyet iddianamesinin de temelini oluşturuyor. Literatüre “kokteyl terör” nitelemesini kazandıran bu yöntemin medya üzerinden yürütülüyor olmasını Cumhuriyet özelinde nasıl değerlendirirsiniz?
Son dönemde çok yaygınlaşan bir terim var, benim mesleğe başladığım yıllarda böyle bir laf bilmezdik; Algı operasyonu veya algı yaratma. Günümüzde algı artık medya üzerinden yaratılıyor. Medya üzerinden bir algı operasyonu, bir algı saldırısı yaparak kamuoyundaki olası itirazların önünü kesmeye çalışıyorlar. Çünkü halk genel olarak televizyonda izleyip, gazetelerde okudukları karşısında “ateş olmayan yerden duman çıkmaz, bunlar belki de öyledir” filan demeye başlarlar, sendelerler. Sorgulama yetenekleri zayıflar. O yüzden bunu medya üzerinden yürütüyorlar. Kaldı ki buna medya demeli miyiz? Demin organ dedim ya, bunlar sahiden gazeteci değil, gazetecimsi, yani bunların yaptığı bizim mesleğimizin alfabesinde yazmıyor ama bunun parçasılar, işte son birkaç gündür yine tutuklu gazetecilerle dayanışma gösterenler hakkında havuz medyası iğrenç yalan olduğunu kendileri de bilerek bir yayın yapıyorlar. Neymiş, 24 Temmuz’da bir kalkışma başlatma hesabı varmış!
Vurguladığınız algı operasyonun önemli argümanlarından biri de şu: “Bütün terör örgütleri birleşti, amaç AKP’yi, Erdoğan’ı devirmek, Türkiye’de iç savaş çıkarmak.” Birbirinden ayrı ideolojiler ve yapıların nasıl işbirliği içinde sunulabildiğine dair İktidar cephesinden ve havuz gazetecilerinden ikna edici bir yanıt gelmiyor ama Cumhuriyet davasında nasıl birleştirilmiş?
Biz beş günlük gözaltının sonunda savcılar tarafından sorgulandık. FETÖ davasında hakkında üç defa müebbet hapis istenen ana savcı Murat İnan sorguya gelmedi. Onun yerine üç savcı yolladılar. Beni sorgulayan savcı dosyaya hâkim değil, hatta ilgili de değil. Pek de bilmiyor bu konuları, deneyimsiz bir savcı. Önüne sorular konmuş. Bana sorduğunuz soruları sordu. Bu arada şunu da belirteyim, bu dosyada benim bir özelliğim var; 9 yazımdan dolayı dava açmışlar. Soruşturma da “yurtta sulh” yazımla başlamış zaten. Savcının sorularından bir tanesi şu; “Siz yazılarınızda şöyle şöyle yaparak aynı anda hem FETÖ hem PKK propagandası yaptınız, bunu açıklar mısınız?” Normal şartlarda savcı bir şey söyleyince “yok, ben öyle yapmadım” filan gibi bir şey söylenir! Yaradana sığındım! “Savcı bey oksimoron nedir bilir misiniz” dedim. Tecrübeli bir savcının “soruları ben soruyorum, siz bana cevap verin” demesi lazım ama “hayır, bilmiyorum” dedi. “Efendim, sıcak buz, yüzme bilmeyen balık, köşeli daire gibi durumlar için söylenir” dedim. ”Eee?” dedi. “E aynı anda hem PKK, hem FETÖ’ye yardım edilemez, propagandası yapılamaz” dedim. “Niye?” dedi. “Onlar düşman örgüt, aralarına kan girmiş, Hakkari’de cemaat imamları öldürüldü, aynı şekilde cemaatin yayını gazeteler PKK ve Kürt siyasi hareketine yönelik operasyonları göklere çıkaran, ‘yetmez daha çok’ diye yayınlar yaptılar. Dolayısıyla sıcak buz oluyor, köşeli daire oluyor, yüzme bilmeyen balık oluyor” dedim. Durdu, duraksadı, öbür soruya geçti. Ama öyle sanıyorum ki oksimoronun ne olduğunu öğrendi!
Anayasada 'Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir' yazıyor ama sadece kağıt üstünde
Siyasi iklim malum. Giderek sertleşeceğine siz de yazılarınızda dikkat çekiyorsunuz. Gerek insan hakları savunucularının tutuklanması, gerekse Cumhurbaşkanının tutuklu gazeteciler hakkındaki ifadeleri mahkemeden iyi haber gelmesi beklentisine bariyer kuruyor, ne dersiniz?
Evet, umutlanmak için çok sebep yok. “Hukuk/ yargı karar versin” lafı eskiden anlamlı bir laftı. Şu anda Anayasasında “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir” yazıyor ama sadece orada, kağıt üstünde yazıyor. Türkiye’de artık yargı güvenilir bir kurum olmaktan çıktı. Ve yargıyı bağlayan kurallar hukuk değil, siyasetin kuralları.
Bununla birlikte ‘durum nasıl değişir, yargıyı bağlayan kurallar siyasetin değil hukukun kuralları haline nasıl dönüşür’ sorularına verilen yanıtlar Adalet Yürüyüşü ve 9 Temmuz mitingiyle birlikte güç kazandı. Adalet Yürüyüşü ile kazanılan ivme ve moral gücünü etkisizleştirmek için Erdoğan’ın izleyeceği strateji, 15 Temmuz etkinliklerinde belirginleşmiş olsa da ‘tabanı konsolide etmesi, canlı tutması düne göre daha zor’ da denmekte, Katılır mısınız?
Doğru, daha zor. Sanıldığının epey tersine Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ve Maltepe mitingindeki kalabalık, kitlesel güç daha önce Türkiye Cumhuriyeti’nde olmadı. Bu önemli. Ve orada sadece altı oka inanan CHP’liler değil, özgürlüğe susamış, demokrasiyi savunmaya kararlı, en azından niyetli insanlar vardı. Dev bir kitleydi, Kadıköy Belediye Başkanı’ndan alıntıyla “papuçlarını bir daha çıkarmaz onlar!”Ama kof umutlara da kendimizi kaptırmayalım, çünkü sonuç olarak böylesine güçlü ve her anlamda örgütlü bir iktidarın karşısında şekilsiz kalabalıklar sonuç alıcı bir muhalefet oluşturamazlar. Kürt hareketiyle, irili ufaklı sol partilerle, sosyal demokrasinin Türk milliyetçiliğine saplanmamış kanadıyla oluşturulacak bir muhalefet hareketi ancak şu kara kaderimizi ak kadere dönüştürebilir.
Yüzde 51 barajını aşabiliriz
Beklenen kabine değişikliği geçtiğimiz hafta gerçekleşti, 5 yeni isim kabineye girdi, 6 bakan yer değiştirdi ancak içişleri, dışişleri, ekonomi gibi etkili bakanlıklarda değişiklik olmadı. Yapılan yorumlar, başkanlık sistemi zaten fiilen yürürlüğe girdiği için kabine değişikliğinin de bir öneminin olmadığı yönünde. Diğer yandan kabinedeki bu değişikliği erken seçime hazırlık olarak okuyanlar da oldu. Siz nasıl değerlendirdiniz?
Bu mümkün. Tek tek kabinedeki bakanlara bakıp o gitti, bu geldi diye irdeleme yapmanın bence de anlamı yok. Zaten artık bırakınız parlamentoyu, kabinenin de bir önemi kalmadı. Henüz yürürlüğe girmemesine rağmen biz fiilen çoktan tek adam yönetimine geçtik. Ben Marksist terminolojideki terimi kullanmayı yeğliyorum; oligarşik bir yapıya geçtik. Burjuva demokrasisinin bile standartlarından uzaklaşıyoruz. Dolayısıyla kabine üzerine ahkam kesmenin anlamlı olmadığını düşünüyorum. Erken seçim meselesinde şöyle bir haklılığınız var, Tayip Erdoğan başkanlığı 2019’daki başkanlık seçimiyle alacak. Şu an başkan gibi davranıyor ama anayasaya göre başkan değil, başbakan sorumlu olan. Bu rahatsız edici bir şey onun açısından. Bunu ortadan kaldırmak için bir erken seçime gidebilir. Erken seçim AKP’nin seçimi değil, Erdoğan’ın seçimi olur. Kendi kazdığı kuyuya düşer mi, çünkü baraj yüzde 51’e yükseldi artık.
Türkiye demokrasi güçleri referandumda “hop, o öyle değil”in sinyallerini verdi. İşin kötüsü de iş yine bize düşüyor! Şu yüzde 51 barajını biz aşabiliriz. Bunun için de kendi itiş kakışımızın ötesine geçmemiz gerekiyor. Kendi mahallemize propaganda yapıp “görevimizi yaptık” rahatlığıyla gece uykuya yatmayacak, her sabah aynaya baktığımızda kendi gözlerimizin içine bakarken “evet, üstüme düşeni yaptım” diyebileceğimiz, zor, zorlu, yorucu günler başlıyor. 76 yaşındaki bir gazeteci için de yorucu günler “hay Allah” dedirtiyor ama başka seçeneğimiz yok!