Hürriyet'te 36 yıl başyazarlık yaptıktan sonra 30 Ekim 2010'da gazetesindeki köşesi kapatılan Oktay Ekşi, gönderilme sürecini yeni kitabı "Gazetecilikte Geçen O Günler"de anlattı. Oktay Ekşi, HES projeleriyle ilgili bir yazısındaki "analarını bile satanlar" ifadesi nedeniyle dönemin Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu'nun kendisiyle birkaç kez görüştüğünü, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'ün kendisine "gerekirse istifa edip etmeyeceğini" sorduğunu aktardı. Oktay Ekşi, patronu Aydın Doğan'ın kendisine "bu olayın doğurduğu sıkıntıyı anlatamayacağını" söylediğini ve bir sonraki görüşmelerinde de "istifa etmesinin kendisini çok rahatlatacağını" söylediğini belirtti. Ekşi, kitabın ilgili bölümünde dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın 29 Ekim resepsiyonunda gazetecilere "Eğer gazetecilik buysa ben bu zihniyetle mücadele etmem, savaşırım. O, Oktay Ekşi, 'bunlar anasını bile satar' demiş! Biz gereğini yapacağız zaten, göreceksiniz" şeklinde açıklama yaptığını anlattı.
Oktay Ekşi'nin kitabının ilgili bölümü şöyle:
O sabah, yani 29 Ekim Cuma sabahı gazeteye sanıyorum saat 10.30-11.00 sularında gittim. Odama girdikten hemen sonra yanıma gelen asistanım Hülya (Sertkaya), Enis Bey'in benimle görüşmek istediğini söyledi.
"Olur" dedim, "Aylin'e (Enis Berberoğlu'nun asistanı) haber ver. Müsaitse ben giderim."
Ben bu cümleyi bitirirken bir de baktım Enis benim odamda...
"Gel, Enis" dedim, "Hayrola! Acil bir şey mi var?"
Hülya o sırada odadan çıktı. Enis:
"Ağabey sizin yazılarınızı, sizin haberiniz olmadan birilerinin değiştirmesi ihtimali var mı? Onu sormaya geldim."
"Zannetmiyorum. Kim, niçin değiştirsin? Hem hangi yazımdan söz ediyorsun? Ne olmuş?"
"Sisteme girip bakabilir miyiz? Önemli bir şey var da!"
"Tamam, girelim ama ne olmuş hâlâ anlayabilmiş değilim. Hangiş yazım nedeniyle bunu araştırmaya ihtiyaç duydun?"
"Sizin dün çıkan yazınızın taşra baskıları ile şehir içi baskıları farklı. Birileri sizi yazının sonunda değişiklik yapmış. O yüzden kıyamet koptu. Aydın Bey'le de konuştum. O da hop oturup hop kalkıyor."
"Bir dakika! Eğer HES'lerle ilgili yazımdan söz ediyorsan, onu geç saatte değiştiren benim. Saat 23.30'u geçmişti. Yazıyı gözden geçirdim. Bazı hatalar vardı. Örneğin "SİT"leri "sit" diye yazmışlar. Bir iki kelimeyi daha değiştirdim. Son cümleye gelince ifadem yeterince "vurucu" görünmedi. Onu da güçlendirmek için "Şimdi, her şeyi satan işte o zihniyetin marifetini görüyorsunuz" şeklindeki cümleyi "Şimdi analarını bile satan işte o zihniyetin marifetini görüyorsunuz"a çevirdim.
Mesele bu ise sistemde bir şeyler aramaya gerek yok. Bu yaptığım değişiklik birilerini rahatsız ettiyse hemen söyleyeyim. Yarın çıkacak yazımın sonuna bir "özür" notu koyarım. Kim kendisini rencide edilmiş hissediyorsa ondan özür dilerim. Bu da yetmez denirse, yaptığım değişikliğin 'profesyonel bedeli' ne iste tümünü üstlenmeye hazırım."
Enis pek tatmin olmuş gibi görünmedi.
"Ben gideyim. Sonra sizi tekrar ararım" dedi.
Aradan muhtemelen on beş - yirmi dakika geçmişti. Asistanım, "Vuslat Hanım'ın benimle görüşmek istediğini" bildirdi.
Yurtdışına çıkmak üzere havaalanındaymış. Yazımla ilgili gelişmeleri duymuş, "üzüntülerini" ifade etti. Bir de benden dinlemek istediğini söyledi.
Enis'le görüşmemizi anlattım. Bu durumdan doğacak profesyonel bedeli ödemeye hazır olduğumu" ona da tekrarladım. Benden "özür" ifade eden notumun "tatmin edici" nitelikte olmasını rica etti.
"Olur, ben yarın çıkacak yazının altında kısa bir not düşünüyordum, ama madem siz öyle istiyorsunuz, daha ayrıntılı bir şey yazarım" dedim.
Sonra günü mutat haliyle yaşamaya devam ettik. Örneğin saat sanıyorum 14.30 - 14.45 sularında "yazıişleri" toplantısına katıldım.
Makale boyu özür
Ardından, yazımı yazmak için odama çıktım. Enis Berberoğlu tekrar bana geldi:
"Aydın Bey'le konuştum, benden sizinle konuşmamı ve bütün bir makaleyi 'özür dileme yazısı' şeklinde kaleme almanızı rica etmemi istedi" dedi.
Dedim ki, "Enis, Aydın Bey buradaki nihai otorite. Ya onun dediğini yaparım yahut 'yapmıyorum' diyerek çekip giderim.
Aslında Aydın Bey'in dediği gibi de yaparım ama kanaatimce yanlış bir şey yapmış olurum. Hem Aydın Bey yönünden hem Hürriyet yönünden hem de kendi açımdan yanlış olur. Hepimize zarar veririz. O nedenle, varsa telefon numarasını ver, Aydın Bey'i sen yanımdayken arayıp kendisiyle ben görüşeyim."
Enis önce itiraz etti. Ama ben ısrarlı olunca numarayı verdi. Cep telefonumdan o numarayı çevirdim. Karşıma çıkan sese kendimi tanıtıp "Aydın Bey'le görüşmek istediğimi" söyledim.
Aydın Bey fevkalade üzgün bir sesle "bu olayın doğurduğu sıkıntıyı anlatamayacağını" söyledi.r "Enis'e de söyledim. Yarınki makaleyi tam olarak özür dilemeye tahsis etmeni rica ediyorum" dedi.
Enis'le konuşurken belirttiğim gibi, bunun kendisi için Hürriyet için ve benim için isabetli bir şey olmayacağını düşündüğümü vurguladım, ama istediğinde kesin kararlıydı. "Olur" dedim. "Bu konuda son söz sizin olduğuna göre, makalenin tamamını bu olaya tashih edeceğim."
"Ertuğrul Özkök aradı"
Oktay Ekşi, 30 Ekim'de kendisini eski Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün kendisini aradığını ve "Oktay Bey, sizinle bir araya gelelim de hem güzel bir şarap içelim hem de bu süreci A'dan Z'ye konuşalım" dediğini aktardı.
Kısa bir süre sonra Ertuğrul Özkök'ün kendisini tekrar arayarak gerekirse istifa edip etmeyeceğini sorduğunu aktardı. Ekşi, Ertuğrul Özkök'e "Baştan beri bu konunun tüm faturasını üstlenmeye kararlı olduğumu söylüyorum. Buna elbet istifa da dahil" dediğini anlattı.
Aydın Doğan: Beni rahatlatırsınız
Oktay Ekşi, gün içinde Enis Berberoğlu'nun odasına geldiğini ve "Durum maalesef hiç iyi değil" dediğini söyledi.
Aydın Doğan'ı aradığını söyleyen Oktay Ekşi şunları aktardı:
Aydın Bey'in artık bildiğim telefonunu çevirdim:
"Anladığım kadarıyla, size verdiğim sıkıntıyı gidermek mümkün olmamış. Dün de söylemiştim. Bunun gereğini yapmaya, örneğin gazeteden istifa etmeye hazırım" dedim.
"Beni rahatlatırsın Oktay Bey" dedi.
Yanıtı, ne kadar ağır bir baskıya hedef olduğunu göstermeye yetiyordu. O yüzden "istifa" etmemi Aydın Bey de "tek çözüm" olarak görüyordu.
"Tamam, Aydın Bey, müsterih olun. Şimdi gereğini yapacağım" dedim.
Oktay Ekşi o yazısında ne demişti?
Oktay Ekşi'nin Tayyip Erdoğan'ın tepkisine yol açan "Az bile demişiz" başlıklı, 28 Ekim 2010 tarihli yazısı şöyle:
Geçenlerde bir tepkimizi dile getirirken Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'nun “neyin bakanı?” olduğunu sormuştuk. Meğer bu laf tam yerine oturuyormuş. Onu da Çevre Bakanı'nın, “cennet” güzelliğindeki İkizdere Vadisi'nde 22 adet hidroelektrik baraj yapılmasını engelleyen sit kararına gösterdiği tepkiyle anladık.
Konunun bir “hukuki” tarafı da var ama, ona gelmeden değinelim:
Veysel Eroğlu'nun aslında Çevre Bakanı anlayışıyla değil “Çevre Düşmanlığı Bakanı” gibi görev yaptığını gösteren son haberi, arkadaşımız Nuray Babacan dün bildirdi:
İkizdere Vadisi'nde Hidroeldektrik Santrallar (HES) kurmak için baraj inşa edilmesine biliyorsunuz önce yöredeki bilinçli insanlar karşı çıktı.
Çünkü her barajın yöredeki tabiatı mahvedeceği aşikârdı. İkizdereliler belki de Veysel Eroğlu'nun sıfatına bakıp kendilerini destekleyeceğini sanmışlardı.
Oysa Eroğlu kendisini hâlâ Devlet Su İşleri Genel Müdürü koltuğunda oturuyor sandığı için tam tersini yaptı:
Tam bir çevre düşmanı gibi HES yapımında ısrar etti. Ama Trabzon'daki Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu geçen gün İkizdere Vadisi'ni “sit alanı” ilan edip de baraj yapımını durdurunca aynen Başbakan Tayyip Erdoğan gibi o da küplere bindi.
“HES'lere karşı çıkanlar Avrupa'dan finanse ediliyor” diyen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız gibi (3 Eylül 2010 gazeteler) o da tuttu, “ülkesini seven, enerjide dışa bağımlılığın azalmasını isteyen vatansever çevrecilerin de olduğunu” söyleyerek kendisini eleştirenlerin hareketini “vatan hainliği” ile açıkladı.
Meğer o da yetmemişmiş.
Nuray Babacan'ın haberi işte onu ortaya koyuyor. Çünkü haberde “İkizdere Vadisi”nin “sit alanı” olduğuna karar veren Kurulun elindeki yetkinin oradan alınıp Çevre Bakanlığı'na verilmesini öngören bir yasal değişikliğin Meclis'e sunulduğu bildiriliyor.
Şimdi görürsünüz Türkiye'nin güzelliklerinin ırzına nasıl geçildiğini...
Yukarıda Veysel Eroğlu'nun sıfatı ile yaptığının birbirine zıt olduğundan söz etmiştik. Bunun “hukuki” zeminini de söyleyelim:
Biliyorsunuz devletin her kurumunun varlığı, onunla ilgili yasa hükmüne dayanır. Açın Çevre ve Orman Bakanlığı'nın kuruluş yasasını okuyun. Burada Çevre ve Orman Bakanlığı'nın, “baraj” yapmasına izin veren tek kelimelik bir hüküm yok.
Tam tersine yasa, Çevre Bakanı'na, bu sıfatıyla ilgili tam 13 adet görev vermiş. Onlardan biri olarak da “Çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti ülke bütününde izlemesini ve denetlemesini” emretmiş.
Ama anlaşılan bir kararla Devlet Su İşleri'ni Çevre Bakanı'na bağlamışlar yani “kümesi tilkiye teslim edip” meseleyi çözmüşler.
Biliyorsunuz “ileri demokrasi” ve yeni “hukuk devleti” anlayışıyla yönetiliyoruz ya...
Bu anlayış, Anadolu'daki 2000'den fazla akarsuyu, o yörenin tabiatına ne zarar vereceğini hesaba katmadan tuttu “Baraj yapıp elektrik üreteceğim, bunu da devlete satacağım” diyen şirketlere 49 yıl için peşkeş çekti.
Şimdi, her şeyi satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyoruz.