Fatih Gökhan Diler
Agos, 07 Ağustos 2012
“Avrupa çok daha büyük bir krize sürüklenebilir. Türkiye’nin bütün bunları kaldıracak gücü var mı? Bence yok. Tam tersine, biraz balon ekonomisine giriyoruz diye düşünüyorum. TOKİ’ye ilişkin durum da balon ekonomisiyle ilgili. Gayrimenkul fiyatları çok artıyor. Gerçek faizler bu kadar düşükken gayrimenkul fiyatlarının bu kadar artmasını nerede gör-müştük? İspanya’da ve ABD’de... Sonra ne oldu?”
"Avrupa krizi Türkiye için çok önemli. Eğer AB batarsa sürekli olarak batmaz; krize girer, üç sene büyümez, sonra düzelir, ama Türkiye üzerinde etkisi çok olumsuz olur. AB bizim için çok önemli bir ticaret ortağı ve aynı zamanda bir yatırım kaynağı. Türkiye ekonomisi bu ölçüde bir krizi taşıyacak kadar sağlam değil. AB-Türkiye ilişkileri iyi gitseydi,bu iki tarafın da çıkarına olurdu ama iki taraf da hata yaptı."
"AB’nin önünde iki yol var, birini seçmek zorunda ama ikisini de seçmek istemiyor. Birincisi; birleşmiş, iç içe geçmiş bir Avrupa olmak. Tıpkı 18. yüzyılda ABD’nin başardığı gibi. İkincisi, daha gevşek bir birlik, bir ortak ticaret alanı olmak. Bunların ikisi de kolay değil. Gelecek sene içinde de çözüm göremiyorum ben, ama bir aşamada bu seçimin yapılması gerektiği ortaya çıkacak.”
İstanbul’da 1967’de doğan ve Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İngiltere’de York Üniversitesi ve London School of Economics’te iktisat eğitimi alan Daron Acemoğlu, dünyanın en önemli iktisatçılarından biri olarak kabul ediliyor. Daron Acemoğlu’nun 1988’de vefat eden babası Kevork Acemoğlu, Türkiye’nin tanınmış ticaret hukuku uzmanlarından biriydi. 1991’de vefat eden annesi, Kadıköy Aramyan Uncuyan Okulu’nun eski müdürlerinden İrma Acemoğlu ise, şair ve edebiyatçı kimliğiyle tanınıyordu.
Dünyada kendisinden en çok alıntı yapılan 10 iktisatçıdan biri olan, 2005’te ‘Nobel Ekonomi Ödülü’nün habercisi’ olarak görülen John Bates Clark Madalyası’na layık görülen ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde ekonomi profesörlüğü gö-revini devam ettiren Daron Acemoğlu ile yakın zamanda yayımlanan ve Agos’un kitap eki Kitap/Kirk’in Haziran sayısında değerlendirdiğimiz eseri ‘Why Nations Fail’ (Uluslar Neden Başarısız Olur) bağlamında güncel meseleleri tartıştık. Acemoğlu ve kitabı birlikte kaleme aldığı siyaset bilimci James A. Robinson, yürüttükleri 15 yıllık araştırma sonucunda, iktidarın, refah ve yoksulluğun kaynağının ülkelerin kurumsal yapısında yattığını ileri sürüyorlar. İkili, ekonomi, siyaset ve tarihi harmanlayarak, zenginliğin ve fakirliğin kaynağını anlayabilmemiz için bizlere yeni yollar gösteriyor. Daron Acemoğlu ile, ülkelerin kurumsal yapısını öne çıkaran bakış açısından hareketle, Türkiye’nin son 10 yılda geçirdiği dönüşümü, bölgesel gelir farklılıklarını ve Avrupa’daki ekonomik krizi konuştuk.
Kitabınızın isminden yola çıkalım: Uluslar neden başarısız oluyor?
Ülkeler bizim ‘kapsayıcı’ dediğimiz iktisadi kurumlara sahip oldukları zaman, genel olarak hızlı bir şekilde büyüme potansiyeline sahip oluyorlar. Tarihi incelediğimizde, bu tür kapsayıcı iktisadi kurumları olanlarda, yani ekonomik hakları tanıyan, aynı zamanda fırsat eşitliği sağlayan, yatırıma ve yaratıcılığa destek veren ülkelerde ekonomik büyüme görülüyor. Yalnız tarih boyunca ve hatta bugün de birçok ülkenin kapsayıcı kurumları değil ‘sömürücü’ kurumları olduğunu görüyoruz. Bu ülkelerin başarısız olmalarının nedeni bir hata veya rastlantı değil. ‘Sömürücü’ kavramı da bunu açıkça ifade ediyor zaten. Bu ülkelerde siyasi olarak güçlü gruplar, bütün kurumları sömürücü olarak kurguluyor ve uyguluyorlar. Çünkü bu tür sömürücü kurumlardan kendileri yararlanıyorlar. Kurumların ortaya çıkışını ve sürekliliğini anlayabilmek için siyasi açıdan bakmak gerekiyor. Kimde bu siyasi güç var ve nasıl kullanılıyor veya nasıl zaptediliyor, bütün bunları incelemek gerekir.
Dünyanın iktisadi veya siyasi olarak en sorunlu bölgelerinden Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Balkanlar uzun dönemler boyunca Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında yönetildiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürücü ku-rumlara sahip olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu kurumların bölgemize etkisi nedir?
Coğrafi koşullara dayandırılan birçok tez var. Bu tezler, bazı ülkelerin iklim koşullarından, bölgede yetişen hayvanlardan ya da hastalıklardan kaynaklanan bir fakirliğe tabi oldukları yönünde. Biz bu görüşlere katılmıyoruz ve kurumların belirleyici olduğu görüşünü öne çıkarıyoruz. Tabii ki coğrafi farklılıkların da önemi var. Örneğin Amerika kıtası içinde kuzey zengin, güney fakir; bu coğrafi korelasyonun nedeni, yaşanan tarihsel süreçlerin çok farklı olması. Latin Amerika’nın neden daha fakir olduğunu anlamaya çalışırken, özellikle Peru, Bolivya, Honduras gibi daha fakir ülkeleri, Avrupa sömürgeciliği tarihini kesinlikle ihmal edemeyiz. Avrupalılar Güney Amerika’ya geldiklerinde oradan altın, gümüş ya da en önemlisi insani güç almaya çalışıyorlardı. Bu amaçla siyasi kurumlarca da desteklenen çeşitli kurumlar oluşturdular. Bu durum hukuki engellere takılmadan, ekonomik ve askeri gücü kullanabilmelerini ve kendi işlerine yarayan şeyleri elde etmelerini sağlıyordu.
Osmanlı için de durum aynı. Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika imparatorluğun bir parçası haline geldi ve Osmanlılar bu imparatorluğu ele geçirdikleri yerlere medeniyet götürmek için değil, sömürgecilik yapmak için kurdular. Avrupalılar da uygarlık götürdüklerini ve Hıristiyanlığı yaymaya gittiklerini söylediler. Tabii, bunların da bir etkisi var; Hristiyanlığı bir ideoloji olarak kullandılar. Osmanlılar da pek çok yere İslam’ı götürdü. Sonuç olarak Avrupalılar gibi Osmanlıların da asıl istediği güçlerini, gelirlerini artırmaktı. Hatta bu istek Osmanlılar için daha fazla geçerliydi, çünkü Osmanlı askeri şekilde gelişmeye dayalı bir kurumsal yapı ile ortaya çıktı. Fethettikleri yerlerin birçoğuna oradaki kurumlardan daha farklı kurumlar getirdiler. Bu kurumların büyük bir bölümü ya Osmanlı toprak sistemini bu bölgeye getirip asker toplamak ya da oradan vergi toplamak için oluşturuldu. Latin Amerika’dan farklı olarak, Osmanlıların bazı yerlerdeki kontrolü mutlak değildi. Osmanlı, Balkanlar ve Anadolu’da kontrolü tamamen elinde tutmaya çalışırken, özellikle 18. yüzyıldan sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı doğrudan yönetmeyi tercih etmedi. Bu durum, bu bölgelerde kabile sistemlerinin devam etmesini sağladı. Bugün Libya’da veya Ortadoğu’nun başka yerlerinde, hâlâ devlet ve kabile yönetiminin iç içe geçmiş bir halinin yaşandığını görürsünüz. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun getirdiği tarihi temellere dayanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının büyük kısmını Osmanlı’dan miras aldı. Bu kurumsal yapının ürettiği askeri darbeler ve ekonomik krizler yaşadık. Bu sürecin sonunda AKP’nin iktidara gelmesi ve yaşadığımız süreç bir tür ‘yaratıcı yıkım’ olarak değerlendirilebilir mi?
Evet. AKP’yi başından beri çok olumlu bir süreç olarak gördüm. Birincisi, CHP’nin ve diğer partilerin Türkiye’yi askerin etkisinden kurtaramayacağını düşündüm. Sanırım böyle düşünen çok insan var. AKP bunu gerçekten kendine amaç edinerek geldi ve bunu Türkiye’deki istikrarı tehlikeye atmadan, ılımlı bir şekilde yaptı. AKP aynı zamanda sizin dediğiniz gibi ‘yaratıcı yıkım’ sürecinin de bir parçasıydı aslında, çünkü kendi sosyal grubunun desteğiyle geldi. Bu sosyal grubu, basitleştirerek söylersek, İstanbul dışında kalan şehirlerdeki küçük ve orta ölçekli işletme sahibi işadamları ve muhafazakâr kesimler oluşturuyor. Bunlar Cumhuriyet tarihi boyunca kendilerine büyük fırsatlar verilmeyen kesimlerdi. Büyük şirketlerin, İstanbul’daki şirketlerin, askerle ve CHP ile ilişkili kesimlerin ekonomik ve sosyal fırsatları fazlasıyla vardı; AKP diğerlerine de iş dünyasını açmış oldu. Bunu fırsat eşitliğini sağlamak olarak görebiliriz. Gerçekten de şu an Türkiye ekonomisinin dinamiğinin bir bölümü bu Anadolu şehirlerinden geliyor. Bunların hepsi çok olumlu şeyler ama bir yandan da Türkiye’de kurumlar çok kuvvetli değil. Kurumlar kuvvetli olmayınca, bir parti çok başarılı olunca soru işaretleri ortaya çıkmaya başlıyor. Kurumların kuvvetli olduğu yerde bir parti üç seçim üst üste iktidara gelse “Ne güzel, demek ki başarılı işler yapıyorlar” deriz. Ama kurumların kuvvetli olmadığı yerde soru işaretleri ortaya çıkıyor. Bir parti üç sefer üst üste gelince, “Yargı ve bürokrasinin her yerini, ordunun her yerini onlar mı ele geçirecek?” gibi sorular doğuyor.
Türkiye’nin ekonomik olarak büyüdüğü söyleniyor. Gerçekten sürdürülebilir şekilde mi büyüyor?
Büyüyoruz. Bu sürdürülebilir bir büyüme ama sürdürülür mü, o ayrı bir şey. Türkiye 2002’den önceki 80 yılda, bir ayağı ve bir kolu bağlı koşucu gibiydi. Var olan potansiyelinin büyük kısmını ortadan kaldırıp öyle büyümeye çalıştı. Bir ülkenin en büyük potansiyeli insanıdır. Bu insanların yüzde seksenine fırsat vermezsen, yatırımda bulunmasınlar, yaratıcı şeyler yapmasınlar, kendilerini geliştirmesinler, iş açmasınlar diye, fırsat vermediğini hissettirirsen, o zaman bu ülkenin büyümesini engelliyorsun demektir. Türkiye fiilen bu durumdaydı. AKP’nin tabanı olan iş kesiminin ekonomiye çok daha hızlı katkıda bulunması, o koşucunun kolunun ve ayağının açılması gibi oldu. Potansiyel daha büyük aslında. Türkiye’nin en büyük şirketleri hâlâ son 80 yılın holdingleri ama öyle olmak zorunda değil. Bugün bakın ABD’nin en büyük şirketlerine; Google ve Facebook. Bunlar neredeydi 20 yıl önce? Türkiye’de de neden olmasın? Potansiyelimiz var hatta çok daha hızlı büyüme şansımız var. Türkiye çok iyi piyasalara sahip; Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya açılmış, Asya, AB ve ABD ile ticaret yapabilir durumda.
Türkiye’de ayrıca iç talep yüksek, bu durumda Türkiye’nin teknoloji olarak ilerlemesi, yeni teknolojileri getirmesi, üretkenliğini artırması, bunlar çok olası şeyler. Olacak mı? Orada bir soru işareti var. Türkiye’nin büyümesinin önündeki en büyük engel, büyümenin sonunda çok büyük bir kriz gelmesi ve bu krizlerin büyük bir bölümünün nedeni siyasi mantıkla yapılan uygulamaların problemler yaratması. Siyasi istikrarsızlığın yatırımcıyı korkutması, yabancı işadamlarının kesinlikle Türkiye’ye gelmek istememeleri... Türkiye’de yargı sisteminden emin değiller ve bunlar tamamen çözülmüş değil. Türkiye şu anda riskli bir durumda; içten gelen bir enerji var, olasılıklar var. Ama aynı zamanda sizin söylediğiniz gibi dört tarafımız kriz dolu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika tekrar krize girebilir, yine Yunanistan ve Balkanlar krizde, Avrupa çok daha büyük bir krize sürüklenebilir. Türkiye’nin bütün bunları kaldıracak gücü var mı? Bence yok. Tam tersine, biraz balon ekonomisine giriyoruz diye düşünüyorum. Türkiye’de şu anda ekonomi iyi olmasına, iç talep ve kredi çok hızlı artmasına rağmen reel faizler çok düşük ve uzun zamandır da düşük durumda. Bu bana daha çok siyasi mantığı olan bir durum gibi geliyor.
Devletin büyümedeki rolü bü-yük, özellikle TOKİ eliyle kentsel dönüşüm süreci var. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
TOKİ’ye ilişkin durum da bu balon ekonomisiyle ilgili. Gayrimenkul fiyatları çok artıyor. Ama bir yandan da çok genç ve hızla zenginleşen bir nüfus var. Şehir nüfusu artıyor, tabii ki binaya ihtiyaç var, Türkiye’nin altyapısının daha çok desteğe ihtiyacı var ve tabii ki Türkiye’nin büyümesinin büyük bir bölümü inşaat sektöründen kaynaklanıyor. Bence burada bir bozukluk yok; bozukluk, gayrimenkullerin fiyatlarının çok artmasından geliyor. Gerçek faizler bu kadar düşükken gayrimenkul fiyatlarının bu kadar artmasını nerede görmüştük? İspanya’da ve ABD’de... Sonra ne oldu? Bunu iyi düşünmek gerekiyor.
Kamuoyunda inşaat sektöründen kaynaklanan büyümenin AKP yandaşlarına yaradığına dair yaygın bir kanı var.
İki ihtimal var: AKP yandaşları zenginleşiyor olabilir ya da bundan önce belli kesimler bu işin dışında tutulmuştu, şimdi daha eşit bir dağılım var ve bu durum AKP’yi destekleyenlerin kazandığına dair bir görüşün oluşmasına yol açıyor. Türkiye’de yolsuzlukla ilgili görüşlerin değişmesi gerekiyor. Nasıl azalır? Bunları konuşmayarak değil konuşarak, tartışarak azalır. İnsanlar bunun böyle olduğunu düşünüyorlarsa, gazetecilerin ve denetçilerin gidip bunu incelemesi lazım. Bence TÜSİAD’la MÜSİAD arasında bir rekabet varsa, bu rekabeti MÜSİAD’ın kazanmasında hiçbir mahsur yok. Ama eğer TÜSİAD’daki şirket daha iyi bir teklif veriyor ve ihale yine de MÜSİAD’daki şirkete gidiyorsa, burada bir problem var. Buna denetleyicilerin bakması lazım. Bence Türkiye’de şu anda sistem daha iyi çalışıyor. Fakat iyi çalışan bir sistem bile yavaş veya hızlı bir şekilde çökebilir. İnsanlar bu sistemin çok haksız ve yolsuzlukla dolu bir sistem olduğunu düşünmeye başlarsa çok hızlı çökebilir. Bence bu aslında AKP’nin kendisinin istemesi gereken bir şey, yani medyaya ve denetleyicilere “Yolsuzluk düşündüğünüzden çok daha az, gelin bakın” demesi lazım.
Güvensizliğin giderek arttığını düşünüyor musunuz?
Dışarıdan bakınca, ekonomide böyle bir güvensizliğin büyüdüğünü hissetmiyorum. Siyasi özgürlük ve düşünce özgürlüğü konusunda ise hissediyorum. İnsanlar gerçekten düşündüklerini söylememeye başladılar, korkuyorlar, herkes telefonunun dinlendiğini düşünüyor ve bu, iyiden iyiye polis devletine dönmeye başlıyoruz demektir. ABD’de 11 Eylül’den sonra bir güvenlik bunalımı oldu ve eskisinden çok daha fazla telefon dinlenir oldu ama ben buradaki kadar dinlendiğini düşünen insan görmedim. Bu gerçek mi, değil mi? Gerçekse de kötü, değilse de... İnsanlar korku içinde yaşıyor, bunun olmaması lazım.
Türkiye’nin kurumsal yapısı bölgesel farklılıkları da körüklüyor, öyle değil mi?
Bu konuda çok çaba harcanıyor, ve yapılanların bazıları çok olumlu. Güneydoğu’ya yatırım teşvikleri, istihdam sübvansiyonları vermek... Ama aynı zamanda Güneydoğu’da siyasi ve askeri bir boşluk olduğu sürece bu konu zor olacak. İnsanlar hayatlarından korkarken yatırımda bulunmayacaklar. Ne kadar sübvansiyon verirseniz verin, şu an büyük şirketler Güneydoğu’ya gitmek istemiyorlar. Bu da normal. Önce devletin oraya gitmesi gerekir. Bunun için de halkın destek vermesi lazım. Mesela İtalya’da kimse yatırım için Sicilya’ya gitmiyor. Neden? Çünkü orada mafya var, devlet yok. Öyle olduğu zaman yatırım ve istihdam artışı çok daha zor geliyor. Sicilya’ya İtalyan ordusunu göndererek oradaki problemleri çözebilir misin? Hayır. Devletin gitmesi gerekir. Ama halkın desteğiyle... Belki merkeziyetçilikten uzak bir yönetim şekli de tartışılabilir; her şeyin tartışılması gerekiyor. Sonuç ne olursa olsun, Güneydoğu’nun Türkiye ekonomisine entegre olması lazım. Yöneticiler nasıl seçilir, valiler nereden atanır çok önemli tabii, çünkü halkın desteği oradan gelecek. Ama asıl önemlisi, Güneydoğu’nun İstanbul, Ankara, İzmit ve Kayseri’yle entegre olması gerekiyor.
Avrupa Türkiye için çok önemli bir ticaret ortağı. AB’de yaşanan krizin bize etkisi ne olacak?
Avrupa krizi Türkiye için çok önemli. Eğer AB batarsa sürekli olarak batmaz; krize girer, üç yıl büyümez, sonra düzelir, ama Türkiye üzerinde çok büyük olumsuz etkisi olur. AB bizim için çok önemli bir ticaret ortağı ve aynı zamanda bir yatırım kaynağı. Türkiye makro ekonomisi bu ölçüde bir krizi taşıyacak kadar sağlam değil.
Krizin kaynağı nedir?
AB’deki problem bence yarı yapısal, yarı makro-ekonomik. Şöyle ki; AB’deki birçok ülke, ki bunların içinde Yunanistan en uç örnek olarak görünüyor, yapısal olarak çok geride kaldı. Bu durum iki açıdan geçerli. Birincisi, siyasi kurumlar bağlamında politika Yunanistan’da hiçbir zaman temiz bir oyun olmadı ve dar bir elit grubunun elinde oldu. Aynı zamanda, bunun bir sonucu olarak, siyasi kazanç için çok kötü politikalar uyguladılar. Örneğin vergi toplanmaması, devlet sektörünün çok büyük bir külfet haline gelmesi, insanların çok çalışmadan kısa yoldan emekli olması, her tarafta sübvansiyonlar, teşviklerle ekonomiyi yürütmeye çalışmaları... Sonuç olarak Yunanistan büyük ölçüde AB’den gelen transferler ve turizmle ayakta durabilmeye başladı. “Yunanistan dünyaya ne ihraç ediyor?” diye bakarsanız, hiçbir şey; belki biraz zeytinyağı, o kadar. İspanya farklı, orada çok büyük bir balon ekonomisi gelişti. Bankalarla politikacılar arasındaki ilişkiler çok sağlıklı değil. Bu yapısal sorunların çoğu olması gerekenden çok daha az bir şekilde anlaşıldı, çünkü ülke AB içinde olduğu için istedikleri gibi transfer aldılar, borçlanabildiler.
2007-2008 döneminde gelen krizle, kâğıttan ev yıkılmaya başladı. Böyle olunca ortaya makro ekonomik bir kriz çıktı. İtalya ve İspanya’da yapısal problemler var. Bu problemlerin üzerine çok daha büyük bir makro ekonomik problem geldi. Finans sektörü bu durumun farkına varınca, “Biz artık İtalya ve İspanya’ya para vermek istemiyoruz, bunu riskli görüyoruz ve bir risk primi istiyoruz” demeye başladılar. Böyle olunca çok borç alan ülkelerin ödedikleri faiz arttı ve daha önce aşağı yukarı kapatabildikleri bütçe açıklarını şimdi kapatamamaya başladılar. Aynı şey Yunanistan’da da oldu ama oradaki yapısal sorunlar zaten çözülemeyecek durumdaydı. Üçü bir araya gelince tamamen bir patlama oldu. Bu sürecin sonunda başka bir siyasi problem daha geldi; bizim makro ekonomide çok karşımıza çıkan bir şey, ‘debt overhang’ (borç ertelemesi) dediğimiz durum... Senin çok borcun var ve bunu ödeyemiyorsun, eğer bu borcun olmasaydı şirket olarak ve ekonomi olarak devam edebilirdin belki ama bu borçlardan dolayı kimse sana borç vermiyor. Bu durumda ne yapar şirketler? İflas ederler, borçlarının %10’unu, %20’sini verir ve tekrar aktiviteye geçerler. İrlanda, Portekiz ve Yunanistan’ın, belki İspanya’nın 2009’dan, hatta 2008’den başlayarak bunu yapması gerekiyordu ama yapmadılar. Yunanistan sonunda bu yaz yapmaya başladı. Böyle olunca ekonomi üç yıl boyunca tamamen durgun hale geldi. Aynısı İspanya ve İtalya için de geçerli, çünkü borç ertelemesi olduğunda başka hiçbir şeyden ekonomik aktivite ortaya çıkmıyor. Peki, niye bu kararlar alınamadı? Doğru kararlar alınamamasının nedeni de politik, çünkü bu ülkelerin borçlarının çoğu Avrupa bankalarına, Fransız bankalarına ve bir ölçüde Alman bankalarınaydı. Bu bankalar baskı yapmaya başladılar. “Kesinlikle iflas istemiyoruz” dediler, çünkü ülkeler iflas ettikleri zaman, birincisi parayı bankalar verecek, ikincisi en kritik zamanda verecekler ki o zaman da kendilerinin piyasadan gidip para alması ve hatta bazı bankaların batması durumu ortaya çıkacak. Böyle olunca yapısal problemler çok büyük bir probleme dönüştü. 2012’de başka bir düzeye geldi kriz. Bu sefer AB’nin devamı konusunda soru işaretleri ortaya çıkmaya başladı. Bu sorular ortaya çıkınca İtalya ve İspanya’nın faizleri iyice arttı. Avrupa’da genel bir belirsizlik ortaya çıktı. Bu durum Avrupa’ya başka bir makro ekonomik darbe vurmaya başladı. Mesela bir Alman şirketini ele alalım; “Tamam, Almanya hükümeti Yunanistan’a birkaç milyar dolar daha verecek, bana ne” diyordu, şimdi “Acaba gelecekte AB olacak mı?” diye düşünmeye başladı. “Polonya ve Fransa’ya mal satmaya devam edecek miyim?” gibi sorular ortaya çıkınca, bu sefer herkese etkisi olmaya başladı.
AB krizden kurtulmak için sürekli olarak yeni kurumlar üretiyor; sonuncusu da Avrupa İstikrar Mekanizması. Bu ku- rum çözüm olabilecek mi?
AB hâlâ geleceği hakkında karar verme safhasına gelemedi. Bu yüzden de hâlâ yarım çözümlerle dolaşıyorlar. AB’nin önünde iki yol var, birini seçmek zorunda ama ikisini de seçmek istemiyor. Birincisi; çok daha birleşmiş, iç içe geçmiş bir Avrupa haline gelecek. Daha çok bir mali birlik şeklinde... Yunanistan istediği gibi para harcayamayacak. Belli bir merkezi otorite olacak. Bu merkezi otorite, Almanya’nın çok kuvvetli olduğu bir alan olacak. Bunu Yunanistan, İspanya, İtalya ve Fransa istemiyor. ABD örneğin 18. yüzyılda bu süreçten geçti ve başarılı oldu. Mali birlik çok güçlendi ve ilerde askeri birlik haline geldi. İkincisi, çok daha gevşek bir birlik olmak... Tamam, biz bir ortak ticaret alanıyız, ortak para Euro var veya yok, öte yandan Yunanistan mali olarak bağımsız olsun, ona borç verirseniz bu onun problemi, batarsa batar denecek. Tabii, bu tür bir birlik finans sektörü için iyi bir şey değil. Finans sektörü, piyasanın birleşmesi ile Yunanistan’daki risklerin az olmasını çok iyi kullanarak büyüyen bir sektördü. Bunların ikisi de kolay çözümler değil. Yunanistan, İtalya ve İspanya ikincisini de istemiyor, çünkü o zaman kendi faizleri de çok artacak. AB olarak “Yunanistan’ı artık biz kurtarmayacağız, Avrupa Merkez Bankası ya da Avrupa İstikrar Mekanizması kurtarmayacak” diyorsun. İtalya ve İspanya’nın risk primi artacak. Gelecek yıl içinde de çözüm göremiyorum ben, ama bir aşamada bu seçimin yapılması gerektiği ortaya çıkacak.