Gündem

Aslı Erdoğan: Polis ve bomba korkuları arasında sıkıştırıldık

136 günü demir parmaklıklar ardında geçirdikten sonra tahliye edilen yazar Aslı Erdoğan, gözaltına alınma anından başlayarak yaşadığı süreci, hakkındaki suçlamalarla ilgili düşüncelerini, ve Nisan ayında yapılması planlanan anayasa referandumuna dair görü

02 Şubat 2017 11:34

Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi ve yazar Aslı Erdoğan 16 Ağustos'ta gözaltına alındı, 19 Ağustos'ta tutuklandı, 29 Aralık'ta tahliye edildi. 136 günü demir parmaklıklar ardında geçti. Gözaltına alınma anından başlayarak yaşadığı süreci, hakkındaki suçlamalarla ilgili düşüncelerini, koğuş arkadaşlarını, korkularını, intihara dair hislerini, Türkiye'deki ifade özgürlüğünün durumuna ve Nisan ayında yapılması planlanan referanduma dair görüşlerini BBC Türkçe'yle paylaştı.

Bekliyordum gözaltına alınmayı ama gazetecilik, yazarlık gibi nedenlerle alınırım, ertesi sabah da çıkarım diye bekliyordum. Daha önce de Özgür Gündem'e pek çok dava açıldı. Ama danışma kurulunun hiçbir hukuki sorumluluğu yok. O yüzden bir yanlışlık var herhalde dedim. Tir tir titriyordum.

Yedi saat sürdü arama. Evdeki 3 bin 500, 4 bin kitap teker teker arandı. Bütün belgeler hemen hemen okundu. Ama yere atma, kelepçeleme, dövme, hakaret gibi bir şey olmadı. Yazılarımı yırtıp atmadılar. Türkiye standartlarında şiir gibi geçti diyebiliriz. (Gülüyor)

Ama o travmadan hala kurtulamadım. Hala polis gördüğümde buz kesiyorum. Özellikle otomatik silah ve maske iyi gelmiyor bana.

Sekiz metrekarelik bir kafeste dört kadın. Yaz sıcağı. Sürekli ışık açık. Kameralar. Tuvalet yok. Çok kolaydı diyemem. Gözaltılarda artık kaba dayak, hakaret, tehdit çok var. Bana yapılmadı. Ben el üstünde tutuldum diyebilirim.

Ailem için daha zor oldu tabii. İlk 24 saat nerede olduğumu haber alamadılar. Önce Vatan'da aramışlar falan. Gözaltı kolay değil, işin en zor kısmı. Ondan sonra cezaevi cennet gibi geliyor. Ama en rahat gözaltıyı ben yaşadım herhalde 15 Temmuz'dan beri. Çay bile içtim.

Bence asıl skandal da burada. Daha önce hiçbir gazeteciye 302. Madde'den dava açılmadı. Biz ilkiz. Özgür Gündem yasal, devletin izniyle çıkan bir gazete. Dün kurulmadı ki. Bir de danışmanların, gazete üzerinde hiçbir etkisi olmayan simgesel isimlerin 302'den yargılanması... Yani bu kadar saçmalayabilirlerdi diyorum.

Bu herhalde maksimum korkutma, maksimum çökertme amaçlı... Hani beni idam cezasıyla yargılıyorlar şu an fiilen. Ne yapmışım? Bir gazetenin edebiyat sayfasına danışmanlık yapmışım.

302. Madde'den davalar devletin birlik ve bütünlüğünü bozmak için ordu kurmak gibi suçlamalarla açılır. Abdullah Öcalan'ın ceza aldığı madde bu. Ya da büyük bombalı eylemler, ölümlü eylemlerle devletin birlik ve bütünlüğünü bozmak gibi suçlamalar gerekir.

Asıl skandal bu. Yoksa benim tutuklanmam değil. Zaten herkesi tutukluyorlar.

Bir önceki danışma kurulundaki isimlerden ikisi şu an AKP milletvekili: Muhsin Kızılkaya ve Mehmet Metiner. Neden onlar PKK'lı değil de ben PKK'lı oluyorum? Bu nasıl bir mantık?

O endişe tabii hep bir yerde taşınıyor. Ama ihtimal olarak az. Çünkü aynı suçtan iki kez tutuklanamıyorsun hukuken bildiğim kadarıyla tahliye edildikten sonra. Başka bir gerekçeyle tutuklanabilir tabii insan her an.

Tecrit bir insana uygulanabilecek herhalde en ağır işkence. Beşinci günde cümle kuramaz hale geliyorsun ve o zaman anlıyorsun çok ağır bir işkence olduğunu. Bir koridorun başından sonuna yürüyemediğini fark ediyorsun.

Çok pisti hücre. Girdiğimde o beni zorladı biraz. Ama nezaretten sonra hücre tabii koşulların bir aşama daha iyileşmesi demek. En azından ne kadar pis olursa olsun bir tuvaletin var.

Cezaevine girdiğinde her şeyini alıyorlar. Çırılçıplak girmiş gibi bir şeysin. Pantolonumu bile aldılar, pijama gibi bir şeyle girdim. Hayatta her şeyin elinden gidiyor. Su bile yok. Bir pijama, bir tişörtle leş gibi bir yere atılıyorsun. Temizlenecek malzemen de yok. Su verdiklerinde suyun var - ki bana iki gün vermediler.

Allah'a şükür insan bir tür şokta olduğu için hafif tiyatro vari, sinema vari bir dekorda sanıyor kendini. En azından ben öyle atlattım.

Koğuşa geçince bir kere önce mekanın büyüyor. Küçük bir avlu var. Dışarı çıkabiliyorsun, hava alabiliyorsun. İnsanlarla konuşmak, o çok oyalıyor. Çok iyi geliyor insana koğuş. Yalnız değilsin. Seninki çok trajik bir durum ama senden daha trajik durumda bir dolu insan var.

Diğer mahkumlar yeni gelene destek oluyor. Ne yapması, nasıl atlatması gerektiği konusunda. O dayanışma ağı çok önemli.

İntihar benim 20'li yaşlardan beri hep gölgem. 20'li yaşlarda daha trajik bir şey gibi gördüm intiharı. Daha öfkeliydim. Şimdi o öfkem kalmadı. Belki onun için de çok uzağım intihara.

Kendini öldürmeyi istemek ile ölmeyi istemek iki farklı şey. İnsan gençken kendini öldürmek istiyor ama daha henüz ölmeyi istemiyor. Yaşlandıkça ölmek istiyorsun, ama kendini öldürecek öfke kalmamış oluyor. Hiç kimseyi öldürecek halin kalmıyor. Bende en azından kalmadı öyle bir şiddet iç güdüsü.

Ama cezaevi koşullarında niye olmasın? Niye insanların kedi fareyle oynar gibi seninle oynamasına izin vereceksin ki? "Ben bu oyundan çekip gidiyorum," demenin tek yoluysa bence bu bir hak. Hala da bir hak olarak savunuyorum.

Ama birlikte kaldığın arkadaşlarına çok büyük bir haksızlık. İnsanlar orada hayata kılcal damarlarla tutunmaya çalışırken ölümü bu kadar yüceltecek yer değil koğuş. Bu konuda susmalı insan.

Özgürleşmek diye bir şey vardır ama özgürlük nedir ki? Belki cezaevleri de aslında bize hayatımızın ne kadar çok kuşatılmış ve kapatılmış olduğunu öğretiyor.

Pek çok bakımdan kısıtlıyız. Doğduğumuz coğrafyayla, sınıfsal konumumuzla, cebimizdeki parayla, kendi kişiliğimizle, çocukluktan gelen travmalarla. Pek çok farklı cezaevinin içindeyiz aslında. Gerçek cezaevi bunun son noktası gibi.

Bütün bunların dışında kafamda bir dava sallanıyor. İkincisi, şu an Türkiye'nin politik ortamında özgürüm demek için insanın su katılmamış enayi olması gerekir. Gık çıkarırsan aynen geri, parmaklıklar ardındasın.

Yani kendimi özgür hissetmem elbette mümkün değil.

Ben uzun bir süre anlayamadım: Neden ben? Bir gazeteyi yönetmiyorum, bir iktidarım yok, hakikaten siyasi bir yazar sayılmam. Elbette yazdıklarım derinden derine hep siyasidir ama kör kör gözüm parmağına değil.

Yani devletin birlik ve bütünlüğünü nasıl bozmuşum? PKK üzerine tek cümlem yok. Oraya hiç girmedim. Federasyon konfederasyon gibi ana akım medyanın bile söylediği şeylere ben hiç girmedim. Haddimi bildim.

Ben Kürt meselesine insan hakları açısından baktım, trajedi açısından baktım, hak ihlalleri açısından baktım. Bu nedenle şaşırdım. Hakikaten benim ve Necmiye Alpay'ın üzerinden Beyaz Türklere, entelektüellere, Kürtlere destek verme çabasında olanlara, Kürtlerin yanındayız diyenlere ağır bir cezayla mesaj verildiğini düşünüyorum. Bakın sizi Kürtlerden daha ağır cezalandırıyoruz, demiş oldular. Ayağını denk al demek. Bulabildiğim tek açıklama bu.

O kadar apolitik bir insanım ki. Apolotik demeyeyim de sistem karşıtı diyeyim aslında. Şimdiye kadar hiç oy kullanmadım. Bunu annem bir röportajda açık edene kadar da sakladım. Ama şu an öngörülen anayasa paketi ve başkanlık sistemi zaten kuş kadar olan demokrasimizin son kanadını da kesecek gibi görünüyor. Ben meseleye hiçbir zaman Erdoğan yanlısı-Erdoğan karşıtı olarak bakmadım. Hatta böyle bakılmasının temel bir hata olduğunu düşünüyorum. Böyle böyle polarize oldu toplum.

Bundan bağımsız olarak bakarsak, başkanlık sistemi bence Türkiye için çok yanlış bir sistem. Zaten çok cılız olan demokratik kurumların iyice çökmesi ve tek elde toplanması çok riskli, çok tehlikeli.