Serkan Ayazoğlu*
Hacı Mehmet’e iki göz evin damında ayrı bir oda yapacaklarmış; çocuklar rahatsız etmesin, kafasını dinlesin diye. Bir de televizyon tabii, ama mutfak, her şey yine ortak olacakmış. O ise motosiklete binmiş, üzüm bağlarına doğru basmış gazın pedalına...
Mehmet Şah Esin’in oğluyla Adana otogarında sabah saatlerinde buluştum. “Önce bir kahvaltı yapalım, dinlen” dedi. Saçları kır, kırklı yaşlarda, halim selim bir adam Metin Esin. Yol boyunca hiç konuşmadık. Arabamız, Bahçelievler Mahallesi’nin birbirine aldırmayan, derme çatma, yoksul evleri arasına saklanmış sokaklarından geçip tek katlı iki göz bir evin önünde sarsılarak durdu. İçeri girdiğimde, Hacı Mehmet Şah’ın sanal dünyada dolaşan fotoğrafıyla duvarda göz göze geldim. O bana baktı, ben ona baktım bir süre. Kafasında düzgünce takılmış namaz takkesi, pantolonu şalvardan krem rengi takım elbisesiyle, izbe, sıvaları dökülmüş bir duvarın önünde oturan Hacı Mehmet’e gözlerim takılı kalmışken, “kahvaltı hazır” sesiyle kendime geldim. Hacı Şah’ın gelini Ziyaver Hanım’dı seslenen. Oğlu, “Alışık değilsen masada yiyelim” dedi. “Böylesi daha iyi” diye yanıtladım. Çiçek desenli, oda kadar geniş bir sofra bezi serildi, ardından kahvaltılık siyah zeytin, beyaz peynir, çeşitli boylarda domatesler üzerine özenle dizilmiş koca bir sini geldi, çay da yetişti. Ortalıkta koşuşturan üç çocuk hariç, herkeste bir tedirginlik hissediyordum. Ben de dilsizleşiyordum aslında. Ama konuşmam lazım, buraya konuşmaya, onları dinlemeye geldim, suskunluklarına, yaslarına saygı duyuyordum ama onları işitmek istiyordum, en çok konuşması gereken kişiler onlardı bugün.
Lakin nereden başlayacağım, ne konuşacağım? Aklıma gelen sorular, henüz ağzımdan çıkmadan uçup gidiyordu. Televizyon hep açıktı; sesi de açıktı, canlı bağlantılarla askerî araçları, silahlı askerleri, çığlıkları izliyorduk. Görüntüler Silvan’dandı. Bilmem hangi kanaldı.
Mehmet Şah Esin, kırk üçte Silvan’da doğmuş. Çiğdemli Köyü’nde çok çocuklu bir ailede ilkokulu bitirince, çiftçilik ve hayvancılıkta tutunmaya çalışmış. Erken yaşta köyünden Hayriye Hanım’la evlenmiş. Askerlik vakti gelince Karadeniz’e gönderilmiş, Ordu’da bağlamış botlarını. Tezkerenin ardından hacca gitmiş, Mehmet Şah Esin, Hacı Mehmet Şah Esin olmuş. Zaman içinde Esin ailesi genişlemiş, sekiz çocuğu olmuş. En büyük oğlunu trafik kazasında kaybedince Silvan’da duramaz hâle gelmiş. Tası tarağı toplayıp ailesiyle Adana’ya göç etmeye karar vermiş.
Hemen bağrına basmamış Adana onu ve ailesini. Bir süre orada burada iş bakındıktan sonra inşaatlarda çalışan arkadaşlarının aksine, biraz da yaşı geçkin olduğu için bir fabrikaya bekçi yazılmayı başarmış. Seneler hızla geçedursun emekliliğini tamamlamış o küçük fabrikanın bahçesindeki kulübede. Sonrasında, dört günlük amelelik macerasından başka çalıştığına şahit olan kimse yok. Başka bir hayat başlamış. Cami, çay ocağı, ev ve bir hurdacı dükkânı arasında takvimden birer birer düşmüş yapraklar.
Çocuklar da birer birer evlenince eşiyle baş başa kalmış. Hayriye Hanım’ın da yedi sene önceki ölümüyle yalın yaşamı iyice çoraklaşmış; etine batan, asla hazırlıklı olmadığı bir ıssızlık kuşatmış onu. Böyle olunca Hacı Mehmet evli çocuklarının yanında yaşamayı seçmiş. Önce küçük oğlunun yanına taşınmış, birkaç yıl sonra da büyük oğlunun yanına. Ama yaşamın güzergâhı onun için hiç değişmemiş. Ev, cami, çay ocağı ve bir de hurdacı arasında; o en yakın dostu ile sohbetlere tutuştuğu hurdacı.
Kahvaltının ardından, dikdörtgen odaya karşılıklı yerleştirilmiş, açınca yatak hâline gelen çekyat kanepelere oturuyoruz. Metin Esin sigarasını yakıyor. “Bir farz namazının geçtiğini, orucunu kaçırdığını görmedim” diyerek başlıyor sözlerine ve “Sürekli camiye giderdi, nadiren gitmediği günler olurdu. Dinine bağlı bir insandı ama aşırısından kaçardı. Kendi hâlinde bir Müslüman nasıl oluyorsa öyleydi. Boş vakitlerinde hiçbir şey yapmazdı. Sadece camiye giderdi” diye devam ediyor.
Hacı Mehmet toplam 31 torun sahibi ama son yıllarını geçirdiği bu evde kalan üç torunu var. Şimdi en küçük olanı Eyüp, oyalanması için eline tutuşturulan kırık bir oyuncakla odanın içinde bir oraya bir buraya koşturuyor. Ben Eyüp’ü izlerken, annesi Hacı Mehmet’in son gün kapıdan çıkarken üç yaşındaki oğlunun ağladığını, “Gitme” dediğini anlatıyor. Çaprazımda oturan torunu Serhat 16 yaşında, soru sorulmadıkça pek konuşmayan, sakin, sessiz bir çocuk. Babasıyla inşaatlarda çalışıyormuş Serhat, okula gitmiyormuş ama ilk fırsatta dışarıdan eğitimine devam edecekmiş. “Sabah kalkardı, camiden camiye giderdi” dedikten sonra biraz duraklıyor Serhat: “Dedem olduğu için veya vefat ettiği için değil... Gerçekten kimseye zararı yoktu.”
Bu kez gelini Ziyaver Hanım’a dönüyorum. Konuşmakta en çok zorlanan o. Konuşurken ondaki en baskın duygunun öfke olduğu seziliyor, sadece acının yol açabileceği türden bir öfke bu. Söylediğine göre Hacı Mehmet herkesle arkadaş gibiymiş. Bundan yirmi beş yıl önce gelin geldiği evde babalığı Hacı Mehmet’te gördüğünü söyleyerek başlıyor anlatmaya. Diyor ki, “Kayınbabam olduğu aklıma gelmiyordu, aynı arkadaş gibiydik. Hiçbir zaman yemek seçmezdi. Onun için insanların yorulmasını istemezdi. Hiçbir şeye karışmazdı. Hayalini kurduğu tek şey barıştı. Dinine çok düşkün bir insandı, her gün açıp Kuran’ını okurdu. Taş yağsaydı bile o Kuran’ını açmadan evden dışarı çıkmazdı.”
Hacı Mehmet’in elinden bırakmadığı Kuran’ı bir yoksula vermişler, seccadesini ve birkaç parça giysisini de bir başkasına. Âdet böyleymiş. Bunlardan başka bir eşyası da yokmuş.
Gelin Ziyaver “Hava soğuktur, gitme” demiş kayınpederine. Hacı Mehmet ise “Korkmayın, barış mitingidir” demiş. Hacı Mehmet ile en son konuşan da yine gelin Ziyaver olmuş. Patlamadan birkaç dakika önce yemek yaparken aradığında, “Burası çok güzel, insanlar çok güzel. Merak etmeyin, iyiyim” diyerek içini rahatlatmış gelininin. Mutfaktan salona dönünce eşi “Kayın pederinle ne konuşuyorsun, bu kadar merak ediyorsan televizyonu aç, mitingi canlı veriyorlardır” demiş. Televizyonu açtıklarında haberler acı söylüyormuş ama gelin Ziyaver “Biraz önce konuştum, merak etmeyin” demiş, haberi alıp eve doluşan akrabalara, komşulara, gördüğü herkese...
Oysa bir gün öncesinde damda odunları toplamasına yardım ederken, gelini “Metin sana bir oda yapacak damda” demiş; “Mutfak, her şey yine beraber olur. Sen geceleri odanda kafanı dinlersin, çocuklar rahatsız etmez, erkenden yatarsın, bir de televizyon alırız” deyince Hacı Mehmet itiraz etmiş. “Çocuklar beni rahatsız etmiyor, ben çocukları severim” demiş gelinine. Ama hoşuna da gitmiş ayrı oda fikri; öyle diyorsan eğer, olur diye eklemiş Hacı Mehmet.
Evde bulunan köylüsü Ali Amca elinde çay bardağıyla, kanepenin dibinde bağdaş kurmuş dikkatle bizi dinliyordu. Hemen dizlerimi kırıyor ve yanına çöküyorum. Önce gözüyle duvarda asılı duran fotoğrafı süzüyor, sonra bana dönüyor: “Mahallede kavga dövüş olduğunda giderdi, barışçı olarak arabuluculuk ederdi. İnsanları sulh ederdi” diyor. Yaşlı adam kelimelerin üzerine basa basa konuşuyor, sakalsız, derin çizgili yüzü her cümlenin sonunda sıklıkla geriliyor: “Onun hayatı o idi. Bu savaşı vicdanı, merhameti kabul etmedi. Onun düşüncesi, insanlar ölmesin; barış olsun idi. Hatta oraya gittiği gün, ‘Hacı sen yaşlısın, üşürsün orada, gitme,' dedim. O da bana, ‘Bundan daha şerefli, başka bir yol var mı ki? Varsa söyle, bunu bırakayım onu yapayım’ dedi.”
Evden çıkıp Hacı Mehmet’in en çok zaman geçirdiği mekânlardan camiye ve karşısındaki çay ocağına gidiyorum. Ev ile cami arasında, gelişigüzel birbirine bağlanmış birkaç sokaktan daha fazlası yok. Yolun karşısına geçerek çay ocağına oturuyorum. Genişçe masalarda elli yaş üstü adamlar satranç taşlarıyla dama oynuyor. Ankara mitingine Hacı Mehmet ile beraber giden Hasan Amca ile tanışıyorum. O, kanlı mitingden sağ dönebilenlerden. Beyaz dantel işlemeli namaz takkesini çıkarıp özenle katlayarak ceketinin cebine koyuyor. İri gözlerini kısarak sadece iki cümle söylüyor Hacı Mehmet’le ilgili: “Bir insanı kafası sarmadı mı, onu incitmeden kalkar gider, başka yere otururdu. İnsanı incitmek istemezdi.”
Hurdacı da uzakta değil. Birkaç dakika yürüyerek istiflenmiş hurda yığınlarının arasından içeri giriyorum. Ancak can dostu Hacı Aziz henüz ortalarda yok. Oğlu beklememi söylüyor. Bir köşeye oturup ikram edilen çayı yudumlarken kamyonetler hurda alıp hurda boşaltıyor. Yükleme-boşaltma işleri bitince giysileri hurdaların pasına bulaşmış işçiler sandalyelerini kapıp yanıma kümeleniyor. Nereden tutsan yabancıyım; soruyorlar haliyle... Hacı Mehmet için burada olduğumu, kaybettiğimiz insanların hikâyelerini İnternette yazacağımızı, bunun onları yaşatmanın bir yolu olduğunu, sonra tüm hikâyeleri kitaplaştıracağımızı söylüyorum. Hepsi de Hacı Mehmet için, “çok iyi insandı” ile başlayan, “kimseye zarar vermezdi” ile devam eden cümleler kuruyorlar. Yirmili yaşlarda genç bir işçi ise pek konuşmayıp sohbetleri dinliyor. Ben ona bakınca gözlerini telefonuna dikiyor; kafasını sallayarak Hacı Mehmet hakkında söylenenleri onaylıyor sadece. Hurdalarını boşaltmak için yeni bir kamyonet geldiği sırada, tam kalkmaya niyetlenirken, “Kitap mı olacak” diyor. Evet diye yineliyorum. Bu kez “Ben kitap okurum” diyor. Nasıl kitaplar okursun diye soracak oluyorum. Sağı solu bakışlarıyla kesip kulağıma eğiliyor, etrafta bizi duyabilecek birileri varmışçasına sessiz, “Hacıyı tanırım, ondan kitap olmaz, çünkü o çok kendi hâlinde biriydi” diyor.
Yaklaşık üç saat bekledikten sonra meçhul arkadaş geliyor. Düzgün giyimi, tıraşlı sakallarıyla heybetli bir görünüşü var. Hacı Aziz, yetmişine merdiven dayamış. “Bana söyleseydi Ankara’ya gidiyorum diye beraber giderdik. Birbirimize o kadar yakındık” diyerek, ben daha bir şey sormadan başlıyor anlatmaya. Biraz ilerimizdeki dut ağacını göstererek, “Birlikte dut yerdik; hatta ben bir keresinde ağaçtan düşüp bayılmışım” deyince, iki yaşlı arkadaşı bir ağacın dalında oturmuş, avuç avuç dut yerken hayal ediyorum. Gözümün önüne Abbas Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı filmindeki tahnitçi geliyor nedense.
Acaba nelerden konuşuyorlardı diye aklımdan geçirirken yaşlı adam devam ediyor: “Bazen şakalaşırdık; ona, ‘Bir insanın karısı öldü mü o da ölür’ derdim. Bana kızardı ama cevabı hiç değişmezdi: ‘Derdim bir, sen de on ediyorsun.” Devam ediyor Hacı Aziz: “Beraber dama oynardık, beraber çay içerdik. Camiye gidip geliyorduk. Öyle partici de değildik. Çok fazla siyasetle ilgilenmezdik. Allah için, Yarabbi bu kan dursun diye dua ederdik. Asker de korucu da gerilla da ölmesin, kardeş gibi yaşasın derdik. Bazen ben IŞİD’e sövüyordum ama o bana ‘Günaha girersin, Allah zaten her şeyi biliyor, sen günah alma’ derdi.”
Yaşlı adam beni bir masalın içine usulca çekiyor, o da bir masal anlatıcısına dönüşüyordu:
“Ben onu o kadar sevdim, Allah onu daha fazla sevsin. Hâlâ camiye gittiğimde, başı bir yerden görünecek diye bakınıyorum etrafa. Her an, kafasını bir yerden uzatacak diye bekliyorum. İki sefer rüyamda gördüm. Bir seferinde çok güzel giyinmişti. Öldüğünü biliyordum ama merhaba demeye gittim. O da beni gördü. Yanına varıyordum, üç adım kalmıştı ki, bir baktım geri dönüyor. Bir motosiklet geldi, sonra ona atlayıp pat pat üzüm bağlarına doğru gitti...”
* Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün, 10 Ekim 2015 Cumartesi günü Barış Mitingi'ne giderken katledilenlerin unutulmaması için hayata geçirdiği Barış Portreleri projesi kapsamında hazırlanan 101015ankara.org sitesinden alındı.