Gündem

Alper Görmüş: Türkiye'de basın özgürlüğü: nüanslı bir bakış

Alper Görmüş, Der Tgaesspiegel'de yayımlanan yazısının çevirisinde sapmalar olduğu gerekçesiyle orjinal metni yolladı...

10 Haziran 2011 03:00


Alper Görmüş



Sayın T24 sitesi yetkilileri,

Dün (9 Haziran) Alman Der Tagesspiegel gazetesinin talebi doğrultusunda bu gazete için kaleme aldığım makalenin Türkçe çevirisine yer verdiniz. Metni okuduğumda şaşırdım. Çünkü gerek kısaltmalar gerekse de gazeteye gönderdiğim metinde kesinlikle bulunmayan kimi çok kuvvetli ifadeler nedeniyle (mesela: “Gülen hareketinin sözde karanlık yüzü hakkında yeni kanıtlar içerdiği savıyla yasaklandığı iddiası sonunda kof çıkmıştır”), makalemin üslubunda ve okura verdiği duyguda ciddi bir sapma olmuştu. 

Yeri gelmişken bir daha vurgulayayım. Ben, Ahmet'in kitabıyla ilgili olarak baştan beri iki şey söyledim, Der Tagesspiegel'deki makalemde de bunları tekrar etmekten başka bir şey yapmadım:

a) Tamamlanmamış bir kitap olan “İmamın Ordusu”nun katı bir “kanuncu” yorumla yayımına engel olunmasının ifade özgürlüğü açısından çok ciddi bir durum teşkil ettiğini söylüyor, buna herkesin karşı çıkması gerektiğini savunuyorum. 

b) Öte yandan, yazarının iradesi dışında bu kitap üzerinden yürütülen kampanyanın salt “ifade özgürlüğü” aşkından kaynaklanmadığını düşünüyor, bunu da hakikate duyduğum saygının ve vicdanımın bir gereği olarak her fırsatta dile getiriyorum.

Size, yayımlamanız dileğiyle, Der Tagesspiegel'e gönderdiğim ve bu düşüncelerimi bir kez daha ifade ettiğim makalemin orijinal halini iletiyorum. Böylece okurlarınız karşılaştırmalı bir okuma fırsatı bulacaklardır. 


İşte Alper Görmüş'ün Der Tagesspiegel'e yolladığı metnin orjinali:


Türkiye'de basın özgürlüğü: nüanslı bir bakış



İşte, nüanslardan habersiz olmaktan ve ezbere yaslanmaktan kaynaklanan bir Türkiye imajı daha: “Türkiye, haber ve yorumlarıyla hükümete muhalefet ettikleri gerekçesiyle yargılanan yüzlerce gazetecinin bulunduğu bir ülkedir...”

Doğru, Türkiye'de muhtelif ceza talepleriyle yargılanan yüzlerce gazeteci var, fakat bunların çok büyük bir bölümü, kendilerini “hükümet muhalifi” olarak niteleyen gazete ve televizyonlarda değil; “hükümet yandaşı” diye suçlanan gazete ve televizyonlarda çalışıyorlar... 

Kafanızı biraz daha karıştırayım: Bu “hükümet yandaşı” gazeteciler, hükümeti darbeyle devirmeye teşebbüs suçlamasıyla yargılanan askerlerin ve sivillerin davalarıyla ilgili haberler veriyorlar diye yargılanıyorlar.

Aslında savcılar ve yargıçlar, dayandıkları Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) iki maddesini yasakçı bir yorumla ele aldıkları için davaların sayısı bu kadar çok. Askeri vesayetin sürdürülmesinde generallerin devlet içindeki en önemli müttefiki olan yargı, böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyor: Hem Ergenekon davasının kamuoyuna mal edilmesi için çalışan gazeteciler ürkütülmüş oluyor, hem de fatura, yaratılmak istenen algıyla, “kendisine muhalefet eden gazetecileri davaya boğan” hükümete çıkartılıyor.  

Türkiye'de, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutuklanması, hükümetin muhalif gazetecileri susturma çabalarının zirvesi olarak takdim edildi. Bu süreç içinde Şık'ın, dini temelleri güçlü bir cemaat olan Gülen cemaatiyle ilgili kitabının da soruşturmaya dahil edilmesi, hükümetle birlikte Gülen cemaatini de hedef haline getirdi.

Ahmet Şık'ın kitabının “örgütsel doküman” sayılıp yayımının engellenmesi, Batı'daki, “Türkiye, basın özgürlüğü konusunda tarihinin en karanlık dönemini yaşıyor” algısını biraz daha pekiştirdi.

Söylemek zorundayım ki, bu algı da, nüansları hesaba katmayan bir bakış açısının ürünü... Önce olan biteni kısaca hatırlayalım:

Ahmet Şık'ın Gülen cemaaati hakkındaki tamamlanmamış kitabı, Ergenekon soruşturması çerçevesinde takip altında tutulan bir internet sitesindeki bilgisayarlardan birine yüklenmiş olarak bulundu. Savcının iddiasına göre, kitabın üzerinde muhtelif notlar vardı ve bu notlar, yine iddiaya göre, kitabın yazarının Ergenekon şebekesi tarafından yönlendirilmiş olduğunu gösteriyordu.

Ne var ki savcı, bu notların izini sürerek iddiasını kanıtlamaya çalışmakla yetinmedi; yasanın katı bir yorumuyla, “örgütsel doküman” saydığı kitabın yayımlanmasının da engellenmesi için mahkemeye başvurdu ve mahkemeden bu yönde bir karar çıkardı. Daha sonra, aynı katı yorumla, Şık'ın gazeteci arkadaşı Ertuğrul Mavioğlu'ndaki nüshayı ele geçirmenin peşine düştü. Emir verdiği polisler Mavioğlu'na telefon edip, ondan, “bilgisayarım evde, hemen getirteyim, siz de Radikal gazetesine gelin” cevabını alınca gazeteye gittiler. Böylece, bu işlem, bir anda, “basılmamış kitabın word kopyasına el koymak için polis Radikal gazetesini bastı” şekline büründü. Buradan, kitabın Gülen cemaatinin içyüzünü deşifre ettiği için yasaklandığı propagandası üretildiyse de, kitabın internette yayımlanması ve yeni bir bilgi içermediğinin ortaya çıkmasıyla birlikte bu propaganda çöktü.  

Ahmet Şık'ın öyküsü elbette basın özgürlüğü açısından ciddi bir problem teşkil ediyor, fakat ben, Türkiye'de hayli güçlü bir geleneği olan “olguları politik amaçlar doğrultusunda abartma” pratiğinin bu öyküdeki payına da dikkat çekmek zorundayım. Bence, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutuklanmaları; Adalet ve Kalkınma Partisi ile Gülen cemaatini “iç düşman” olarak kodlayıp boğmaya çalışma hedefi doğrultusunda araçsallaştırmaya son derece elverişli olduğu için bu kadar büyütüldü.

Oysa 2007'de benim genel yayın yönetmeni olduğum, Ahmet Şık'ın da çalıştığı Nokta dergisinin darbe girişimlerinin belgelerini yayımladıktan sonra askeri mahkeme kararıyla basılması cılız tepkilerle geçiştirilmişti. Gazeteci Mehmet Ali Birand, geçtiğimiz günlerde kendisinin de bir parçası olduğu bu sessizliği hatırlattı ve “utanç içinde” olduğunu yazdı.

Tutuklamaları ajite eden medya kesimi, hükümet ve polisten kaynaklanan hak ihlallerine karşı gösterdiği tepkiyi, ne yazık ki devlet ve ordudan kaynaklanan hak ihlallerine karşı göstermiyor.

Birçok şeyi açıklayan bu nüansı bilmeden Türkiye'deki “basın özgürlüğü” meselelerini anlamak kesinlikle mümkün değildir.


Der Tagesspiegel'den çevrilerek Alper Görmüş imzasıyla yayımlanan metin