Alper Görmüş
(Taraf - 15 Mayıs 2012)
Bir şiddet kaynağı olarak ‘aşırı haklılık’ duygusu
1 Mayıs 1977’de gerçekte ne olduğunu 35 yıl sonra neden tartışıyoruz?
1 Mayıs 1977’de gerçekte ne olduğunu neden öğrenmek istiyoruz?
1 Mayıs 1977’yi bir daha neyin tekrar etmemesi için tartışıyoruz?
Özünde faydacı bir kavrayışın ürünü olan bu sorular orada burada soruldu, ben de aktarıyorum; yoksa, hiçbiri benim sorum değil.
Ben, hakikat arayışında bunların ve benzeri soruların yerlerinin olmadığı kanaatindeyim. Çünkü inanıyorum ki hakikat hakikat içindir. Ve sırf bu “kendinde amaç” uğruna girişilmiş yolculuklar mutlaka bugüne ve geleceğe de ışık tutacaktır.
Yine deniyor ki, hatırlama, bize bugüne dair bir şey söylüyorsa ve bugünün sorularına cevap verecek bir içerik taşıyorsa anlamlı ve değerlidir; değilse, entelektüel bir mastürbasyondan ibarettir.
Bu tarz bir faydacılığı “iyi faydacılık” sayıp “hakikat hakikat içindir” mottosunu bir an için unutsak bile şu soru açıkta kalıyor: 1 Mayıs 1977’yi tartışmanın bugüne dair bir şey söyleyip söylemediğini kim tayin edecek? Bu hak neden birilerinin elinde olacak? Bu argümanın, tartışmayı engellemek için kullanılıp kullanılmadığına nasıl emin olacağız?
Bir daha söyleyeyim: İlkesel bir tartışmayı, “bugüne dair bize ne söylüyor” sorusunun eşliğinde yürütmek bana hiç doğru gelmiyor. Fakat 1 Mayıs 1977 tartışmasının günümüze dair (de) çok şey söylediği konusunda hiçbir kuşku duymuyorum.
Tartışmanın günümüzle ilgisi?
Tartışmayı bugüne dair bir şey söylemediği gerekçesiyle gereksiz bulanlar, en çok, “sol ve şiddet” meselesinin günümüzde “aşılmış” olmasına gönderme yapıyorlar.
Mesela arkadaşımız Erol Katırcıoğlu 10 Mayıs’ta şöyle yazdı:
“Bugün Türkiye’de sol siyaset, geçmişte şiddeti bir çözüm yolu görmüş olması nedeniyle eleştiriliyor. Sanmayın ki bu eleştirilerin yeniden gündeme gelmesinin nedeni solun yeniden silaha sarılmış ya da sarılacak olması. Bildiğimiz kadarıyla böyle bir olasılık yok. (...) Peki, neden biz kendimizi bu konuyu bugün tartışır bulduk?
“Bu tartışmanın gündeme gelmesinin nedeni bazılarımızın solun kendi geçmişiyle henüz yüzleşmediği ve şiddetle ilgili tutumunu hâlâ devam ettirdiği yönünde güçlü bir kanaate sahip olması. (...) Daha net söyleyeyim bugün sol içinde 68’li ve 78’li kuşakların hâlâ ‘şiddet’ten medet uman bir düşünce içinde olduklarını söylemek onlara yapılmış büyük bir haksızlıktır.”
“Sol ve şiddet” konusunda dile getirilen bu görüşlerde haklılık payı olsa da, sol’un şiddetle sorununu zihniyet düzeyinde köklü bir biçimde hallettiğini sanırım kimse öne süremez.
Taraf’ta yayımlanan makalesinde (13 mayıs) Halil Berktay’ı sert bir biçimde eleştiren Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) Başkanı Ferdan Ergut’un şu hatırlatması da bunu gösteriyor:
“(...) Kendini solda tanımlayan birçok kişinin orantısız, ölçüsüz tepkisi... Özellikle sanal ortamda Berktay’ı neredeyse linç etmeye dönük hakaretler edildi. Sözel de olsa şiddeti bu kadar kolay kullanan bu kadar çok sayıda insanın varlığı bir kez daha solun şiddetle hesaplaşması ihtiyacının yakıcı bir ihtiyaç olduğunu gösterdi.”
Fakat ben yine de sol’un şiddetle olan ilişkisinin 1970’lerden çok farklı olduğunu teslim edip, işin bu yanına girmeyeceğim. Başka deyişle, 1 Mayıs 1977’yi “sol ve şiddet” bağlamında tartışmanın bize bugüne dair gerçekten de fazla bir şey söylemediğini, dolayısıyla tartışmayı bu haliyle anlamlı bulmadığımı ben de teslim ediyorum.
Fakat başka bir mesele var ki, o, 1 Mayıs 1977’de nasılsa bugün de aynı şekilde varlığını sürdürüyor. Üstelik bu “şey”, sol’un şiddetle olan ilişkisini daha köklü bir biçimde halletmediği sürece, şimdilik hiç değilse pratik düzeyde reddedilmiş gibi görünen “şiddet”in yeniden bir araç olarak gündeme gelmesine yol açacak bir potansiyel taşıyor.
Sözünü ettiğim bu “şey”, sol’un kutsallaştırılmış büyük bir toplumsal ideale sahip olması ve bu çerçevede taşıdığı “aşırı haklılık” duygusu.
Aşırı haklılık duygusu ve şiddet
1 Mayıs 1977’de “Maocu Bozkurtlar”ı Taksim Alanı’na sokmamaya ant içmiş “Sovyet sosyal emperyalizminin uşakları”, aldıkları kararın doğruluğuna pozitivist bir imanla inanıyorlardı. Tersi de doğruydu; alana girmek isteyenler de kendilerini, “halkların kurtuluşu”nu engellemek isteyen“revizyonistler”e karşı tarihin o durmaz akışına kendilerini kaptırmış idealistler olarak görüyorlardı.
Haklılık duyguları bu kadar “aşırı” iki pozisyon karşı karşıya gelirse, orada kan dökülmesi kaçınılmazdır.
Bu arada canlarını kaybedenlere üzülünür tabii ama, bu sonuç, kutsallaştırılmış idealin yanlış olabileceğine dair en küçük bir kuşkuya yol açmaz. Çünkü nihai bir toplumsal kurtuluş inancı, düşmana karşı yürütülen amansız bir savaş, vb. büyük idealler, zaman zaman bazı masum bireyleri feda etmeyi meşru kılar. İnsanlık tarihi böyle dehşet verici eylemlerle dolu.
Cemil Meriç, bu türden kurtuluş ideolojilerinin başvurduğu şiddet için, “yalanların en alçakcası değilse, vehimlerin en şairanesi...” demişti.
Kısacası, büyük bir toplumsal idealiniz ve bir kurtuluş ideolojiniz varsa ve bunlar iktidar hırsıyla birleşmişse her yol mubahtır! Siz koca bir toplumu kurtarıyorsunuz, birkaç kişinin lafı mı olur!
Bana sorarsanız, 1 Mayıs 1977’den günümüz solu için çıkartılacak en önemli ders, “aşırı haklılık” duygusunun örgütleri ve insanları nereye götürebileceğine dair derstir.
1 Mayıs 1977’yi yaşamış bir sol bugün de benzer bir haklılık duygusuna sahipse, o, yanlış bir sol’dur. Günümüzde, kuşku duymaktan çok iman eden sol’lar hâlâ var olduğuna göre 1 Mayıs 1977’yi tartışmak da elzemdir.
Öte yandan bir toplumsal projeye “aşırı” bir haklılık duygusuyla bağlı olanlar, o projenin nihai hedefleri dışında hiçbir şeye ilgi duymadıkları için siyasetten fiilen kopuyorlar. Bu kesimler, gûya çok keskin bir politik çizgiye sahipmiş gibi görünseler de gerçekte ister istemez apolitik bir pozisyona kayıyorlar.
Yani, aşırı haklılık duygusunun törpülenmesi, siyasetin dışında kalmamanın da birinci şartı... Bütün toplumu ilgilendiren büyük siyasi tartışmalar çerçevesinde sol’da sık sık karşımıza çıkan “Bizi ilgilendirmez, biz devrim yapacağız, yesinler birbirlerini” çizgisinin sahipleri, işte bu nedenle 1 Mayıs 1977’ye daha büyük bir dikkatle eğilmelidirler.
Berktay’ın ve Taraf’ın tavrı
1 Mayıs 1977 tartışmalarına dair bu ilk yazıda, konuyu deşmenin neden meşru, gerekli ve önemli olduğunu anlatmaya çalıştım.
Bu cümleden olmak üzere, Halil Berktay’ın konuyu gündeme getirerek hayırlı bir iş yaptığına inanıyorum.
Fakat gerek Berktay’ın bu işi yaparken kullandığı “dil”in ve “tarz”ın, gerekse de Taraf’ın tartışmayı yürütürken benimsediği editoryal tercihlerin problemler taşıdığı kanaatindeyim.
Önümüzdeki yazılarda bu noktadan devam edeceğim.
***
Keşke tartışmayı birlikte sürdürebilseydik...
Mithat Sancar, taşıdığı üslup ve sunum sorunlarına işaret ettikten sonra Halil Berktay’ın ve Taraf’ın başlattığı 1 Mayıs 1977 tartışmasını “serinkanlı bir yüzleşmeye dönüştürme” çağrısı yaptı ve bunun, “her alanda demokratik bir hesaplaşma kültürü yaratmak açısından çok yararlı olacağına inandığını” yazdı.
Sancar, bu noktada sözü Taraf’tan ayrılan iki arkadaşımıza getirerek şöyle dedi:
“Böyle bir sürece en nitelikli katkıyı sunabilecek olan Ümit Kıvanç’ın; tartışmaların olgun bir çerçevede akmasını sağlayabilecek olan Nabi Yağcı’nın ayrılmış olması; Taraf’ın bu meselede esaslı bir platform olma gücünü azaltmıştır. Bu eksilmelere ve eksilere rağmen, ben bu köşeden tartışmalara katkıda bulunmak için elimden geleni yapmaya devam edeceğim.”
Mithat Sancar’ın üzüntüsünü ben de paylaşıyorum. Fakat ne yalan söyleyeyim, Medyakronik’te, Nokta’da birlikte çalıştığımız Ümit’in kararına çok daha fazla üzüldüm.
Keşke ayrılmasalardı da, bu tartışmayı hep birlikte sürdürseydik.