Gündem

Ali Bulaç'tan Gülen cemaatini yalnız bırakan cemaatlere 'dayak' uyarısı

Ali Bulaç, 'Ey vicdan ve akıl sahipleri! Gelin, bir kere daha düşünelim. Asr Sûresi’ni okuyup kendimize gelelim' dedi

12 Nisan 2014 19:18

Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Bugün Hizmet’e dayak atanların desteklediği cemaatler ve gruplar aynı dayağı bir başkasından yer ki, aslında dayağı atan el devletin elidir ve bu devlet bir ruh, bir zihniyet olarak her dönemde bedenden bedene geçmektedir” dedi.

Ali Bulaç, “Cahil değillerse bütün ilahiyatçılar bilir ki, Hocaefendi “beddua” etmedi, Kur’an’da karşılığı olan “mübahale ve mülaane”de bulundu, bu da hükümete karşı bir komplo  içinde olmadığını anlatmak içindi. Aylarca İslamî bir teamül çarpıtıldı, hocalardan biri çıkıp İslam adına bu çarpıtmayı düzeltmedi” görüşünü dile getirdi.

Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinin bugünkü (12 Nisan 2014) nüshasında yayımlanan, “Ey vicdan ve akıl sahipleri...” başlıklı yazısı şöyle:

 

‘Ey vicdan ve akıl sahipleri...’

 

Devletin kendini İttihatçı zihniyetle bir kere daha restore ettiği sürecin henüz muhasebesini yapmadık, doğru dürüst hasar tespiti bile yapmış değiliz. Fakat hayat öğreticidir, bazı olayları sıcağı sıcağına kritik edebiliriz.

Süreç “siyasî”dir. Siyaset geriden ahlakî değerler ve hukukî kurallar eşliğinde yapılır. Eğer siyaset yönetme sanatı ve iktidar ilişkisini düzenleme etkinliği ise ahlaktan ve hukuktan bağımsız düşünülemez. Siyasetçiler, rakiplerini  tasfiye etmeye kalkışırken ahlakî ve hukukî kuralları ihlal ediyorsa, mücadele “pozitif  siyaset alanı”ndan çıkar, “Zer-u zor-u tezvir (para, aldatma ve baskı)”nın hükümferma olduğu “negatif siyaset”e döner. Unutmayalım ki şiddet, terör ve savaş da siyasetin araçlarıdır. Böyle bir siyaset yüceltilemez. Ahlakî ve hukukî kaygıları olanlar bu siyasetin savunucusu olamazlar. Hele söz sahibi, entelektüelse ya gücün yanında duran bir oportünisttir veya tercihini yapmış bir partizandır.

Meşru siyasetin zorluğu altın (zer), aldatma, algı operasyonu, demagoji (tezvir) ve baskıdır (zor). Tezvirin açık örneklerinden biri Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İslam dinine “paralel bir din” kurmakla suçlanmasıdır. Hocaefendi’ye yöneltilen suçlamaya göre, onun din anlayışı İslam’ın tevhid inancının sınırlarını zorlamakta,  “İslam içinde paralel bir din” meydana getirmektedir.

Bölgemizi kasıp kavuran mezhep çatışmalarında katliam yapanlar, sözde meşruiyetlerini diğer mezhep mensuplarını tekfir etmekten almaktadırlar. Şu soru önemli: Bir Şii nasıl oluyor da bir Sünni’nin mescidini veya bir Sünni bir Şii’nin türbesini havaya uçurup yüzlerce insanın canına kıyabiliyor? Katliamları yapanlar kendilerinden olmayanları  “Müslüman” görmüyorlar. Müslüman görmedikleri gibi “mutlak kötü”, ontolojik şer görüp imha etmeyi inançlarının ve mücadelelerinin gereği sayıyorlar.

 

Hocaefendi, Türkiye'nin yetiştirdiği önemli âlimlerden biridir

 

Türkiye’de de ilk defa geniş bir cemaat grubu böylesine bir algı operasyonuna tabi tutuluyor. Liderine “yalancı peygamber, sahte veli, alim müsveddesi”; yüz binlerce mensubuna “bilinci uyuşturulmuş, narkoz yutmuş haşhaşi”; konumuna “sülük, sülükten beter”; barındığı yerlere “in” deniyor. Ve daha neler! Üretilmek istenen imaj şudur: Bu insanlar bilinçten, akıldan yoksun; merkezden emir alan -haşa- sürüdürler; haşhaşin gibi tehlikeli örgüt üyeleridir, zararlıdırlar; öyleyse toplumun -aslında devletin- bunlardan bir an önce temizlenmesi lazım. Bunlara yapılacak her türden kötülük caizdir.

Hocaefendi, Türkiye’nin yetiştirdiği birkaç önemli âlimden biridir. Yerel ve ulusal sınırları aşmış, küresel bir vizyona ulaşmıştır. Tefsir, fıkıh usulü, kelam, tasavvuf ve özellikle hadis ve siyer alanında muazzam bir birikime sahiptir. Türkçeyi en beliğ kullanabilen üç-beş kişiden biridir. Bilgi elde etme ve düşünme usulü hermönetik, tarihselci veya kafadan değil, İslam’ın meşru ve makbul usulüdür. Üniversite mezunu değildir, akademik kariyeri yoktur, ama zaten onu “İslam âlimi” yapan geleneksel usulde yetişmiş olmasıdır. Referansı Kur’an ve Sünnet’tir ve İslam’ın ana gövdesine (sevad-ı azam) ve ana caddesine (gelenek) bağlıdır. Dahası modern dünyayı, Batılı bilimleri ve felsefesini de yakından takip etmekte, yerine göre kolayca referanslar verebilmektedir. Her makbul İslam âlimi gibi sosyal hayatla, ticaretle, ekonomiyle, bölgesel ve küresel siyasetle, eğitimle ilgilenmektedir. (Bkz. A. Bulaç, Din, Kent ve Cemaat -Fethullah Gülen Örneği, Ufuk y. İstanbul.) Eğer Efendimiz (sas)’in buyurduğu gibi “Âlimler peygamberlerin vârisleri” ise -ki öyledir- bu durumda Hz. Peygamber ne ile ilgilenmişse âlimler ve hocalar da onunla ilgilenir, ilgilenmelidirler. Ebu Hanife büyük bir müçtehitti, aynı zamanda ticaret yapardı. Zorba yöneticilere karşı direnerek hayatını kaybetti. Eğer muhafazakâr-dindarlar “Hoca’nın siyasetle, ticaretle ne işi var?” diyorlarsa feci halde zihinleri laikleşmiş, farkında değillerdir.

Elbette Hocaefendi ve Hizmet hareketinin yapıp ettikleri eleştirilebilir. Her beşerî fiil ve hareket hata ile maluldür. Eleştirileri usulüne ve konusuna göre yapmalıdır. Mesela eğer Hocaefendi’nin yanlış görüşlerini kendi kulvarındaki âlimler yapmalıdır; eleştirilerini de konuyu kaydırmadan, bağlamdan çıkarmadan İslam usul içinde yapmalıdırlar. Tefsirse tefsir, kelamî konu ise kelamî konu vs. Hocaefendi’yi İslamî görüşleri dolayısıyla siyasiler ve cahil köşe yazarları eleştiremez.

 

Peki bu ilahiyatçılara ne oluyor?

 

Hocaefendi’ye isnad edilecek yanlışlar, rivayetleri meşkuk şahitliklere, dedikodu kabilinden haberlere değil, konuşmalarına ve kitaplarına dayandırılmak gerekir. Söyleyip yazdıkları ortada iken, Hocaefendi’nin “yalancı peygamber” ilan edildiği toplantıda hocalar, ilim adamları hiç değilse bu rijid söylemi yumuşatacak, ortalığı yatıştıracak bir-iki cümle söyleyebilirlerdi. Bu, Hocaefendi’nin hak ve hukukunu savunmak yanında ilmin ve âlimin haysiyetini korumak olacaktı. Hadi diyelim ki siyasiler kızgın, peki ilahiyatçılara ne oluyor? Onlar ateşin üzerine su dökmeli değil mi? Bu toplum cinnet geçirirse kim aklını başına, vicdanını kalbine iade edecek? Biz de birbirimizi boğazlayacak mıyız?

Cahil değillerse bütün ilahiyatçılar bilir ki, Hocaefendi “beddua” etmedi, Kur’an’da karşılığı olan “mübahale ve mülaane”de bulundu, bu da hükümete karşı bir komplo  içinde olmadığını anlatmak içindi. Aylarca İslamî bir teamül çarpıtıldı, hocalardan biri çıkıp İslam adına bu çarpıtmayı düzeltmedi.

Bizim hüküm vermek üzere takip ettiğimiz usulümüz var.  Mesela Hocaefendi eleştiriyi hak edecek bir fikri kendi ağzından söyledi mi, kitaplarında yazdı mı? Bu yanlış fikir, sabit oldu mu (sübut)? Sabit ise sarf ettiği lafızdan bu mana çıkar mı? Diyelim ki bizce böyle bir mana çıkıyor. Yine de Hocaefendi’ye sormalı: Maksadınız bu muydu? Bu üç ilkeye (sübut, delalet ve maksadı beyan) riayet etmeden hüküm vermenin, bir insanı ve sevenlerini İslam dairesinin dışına çıkarmanın ne büyük bir vebal ve uhrevî cezayı gerektirdiğini hesaba katmak gerekmez mi?

Siyasiler, onun siyasete ilişkin tutum ve davranışlarını eleştirebilirler, bu onların hakkıdır. Ancak onu İslam dairesi dışına çıkarma hak ve yetkileri yoktur. Eleştirebilirler, onunla teşrik-i mesai yapmak istemeyebilirler ama Hocaefendi’yi ve Hizmet’i topluca cezalandıramazlar, “paralel din” kurma suçlamasıyla kötü niyetli kimselerin hedefi haline getiremezler; kelime-i tevhidi dahi bilmeyen,  -haşa- “Lailahe Muhammed!” diye bağıran lümpenlerin, tinercilerin müesseselerine saldırmalarına izin veremezler. Hocaefendi veya bir başkası, diğerlerinden farklı din görüşüne sahip olma hakkı vardır.

Aylardır yüz binlerce mü’min erkek ve mü’min kadın kahır içinde yaşıyor, gözyaşı döküyor, aileler çözülüyor. Günah, yazık değil mi? Hangi cemaat veya grup olursa olsun kardeşlerimize “zalimken de, mazlumken de yardım etmemiz” gerekmez mi? Aynı kıbleye yönelenler hani “duvar taşları” gibi olmalıydı? Hani birinin ayağına diken batsa diğerlerinin tümü acısını hissederdi? Hani “birbirimizi sevmedikçe iman etmeyecek, iman etmedikçe de cennete de girmeyecektik?” Bütün bunları nasıl bir anda unuttuk? İktidar ve tüketim aşkı kalplerimizdeki merhameti mi kuruttu?

Eğer siyasiler İslam âlimlerini, hocaları ve cemaatleri yargılayacak olurlarsa, devlete ve iktidarlara son derece tehlikeli yetkiler verilmiş olur. Hiçbir iktidar yeryüzünde kalıcı değildir; yarın bir başka iktidar gelir aynı şeyi bugün yapanlara ve destek verdiği cemaatlere yapar. Hoşlanmadığı cemaatlerin malına mülküne, okullarına, finans kuruluşlarına, medyasına el koyma, varlıklarını tasfiye etme hakkını kendinde görür. Bugün Hizmet’e dayak atanların desteklediği cemaatler ve gruplar aynı dayağı bir başkasından yer ki, aslında dayağı atan el devletin elidir ve bu devlet bir ruh, bir zihniyet olarak her dönemde bedenden bedene geçmektedir.

Hem eğer Sünni ana gövde içinde farklı düşünen, farklı pratikleri olan bir cemaatin hayat hakkı olmayacaksa diğer mezhep mensuplarının, gayrimüslimlerin ve farklı siyasî ve felsefî görüşte olanların temel hak ve özgürlükleri ne olacak? Bir Müslüman bir Şii’yi veya bir Sünni’yi ehl-i kıble saymayıp hak ve hukukuna saygı göstermiyorsa, diğerleri için en büyük tehdit olur.

Aylardır tekrar edip duruyoruz: İddia edildiği üzere kim yurtdışı güçler adına devlete karşı komplo içinde olmuşsa, kim hükümeti devirmek üzere kumpas kurmuşsa, kim yasa dışı yollarla yatak odalarına girmişse, bulunsun ve yargılanıp cezalandırılsın. Ama bunları bahane edip yolsuzluk ve rüşvetin üzerini örtmeye çalışmak, bir cemaati seçim stratejisi çerçevesinde şeytanlaştırmak ve suçsuz yüz binlerce insana acı çektirmek ayıptır, suçtur,  günahtır.

Ey vicdan ve akıl sahipleri (ulu’l-elbab)! Gelin, bir kere daha düşünelim. Asr Sûresi’ni okuyup kendimize gelelim.