Zaman yazarı Ali Bulaç, "Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “başkan” olmak istediği açık. Erdoğan istiyor diye başkanlık sistemine karşı olmak şahıs merkezli düşünmek olur, bu sağlıklı değil. Şahıs, cemaat, parti, mezhep, etnik grup, siyasi görüş nefreti üzerinden tavır almak bizi hak ve hukuka götürmez" dedi. Bulaç, yazısında "Kaldı ki kuvvetler ayrılığının tam korunduğu bir sistemde başkan istese de otoriter davranamaz. Bu ve başka sorunları kamusal müzakereye açmalı ve müzakere zemininde yeni bir anayasa metni düşünerek çözmeliyiz. Anayasa geniş katılımlı, zamana karşı dayanıklı ve uzlaşma yoluyla aktedilen bir toplumsal sözleşme olursa belki sadra şifa olabilir" ifadelerine yer verdi.
Ali Bulaç'ın Zaman gazetesinin bugünkü (2 Ocak 2015) nüshasında yayımlanan yazısı şöyle:
Toplum olarak temel bir tercih yapmakla karşı karşıya bulunuyoruz. Bir hal çaresi bekleyen sorunları tek tek saymaya gerek yok, Kürt meselesinin geldiği nokta ortada.
Kadim zamanlardan, belki de Adem aleyhisselamdan bu yana sorunları çözmenin iki yolu olmuştur: Biri hukuk dahilinde hareket etmek, diğeri gücü ellerinde bulunduranların koydukları kanunlara göre yaşamaya zorlanmak. Kısaca tarih hukukun gücünü savunanlarla gücün kanunlarını bir sopa gibi kullananlar arasında cereyan eden mücadelelerden ibarettir. Deneysel olarak biliyoruz ki, güç yoluyla hiçbir sorun çözülmüş değildir. İster monarşiler, ister oligarşiler veya otokrat rejimler olsun, yönetimler hukuka dayanmadıklarında baskı altında tuttukları kitlelere acıtıcı maliyetler ödetmişlerse de eninde sonunda yıkılıp gitmişlerdir.
Avrupa'nın yaklaşık 800 yıl süren kanlı mücadelelerden sonra geldiği noktada “hukukun üstünlüğü” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkelerinde mutabakata varmıştır. Her iki ilke de hayati derecede önemlidir. Mutlakiyetçi iktidarlara, diktatörlüklere ve monarşilere son veren şey, hukuku vaz'etme tekelinin muktedirin elinden alınması ve birbirinden ayrılmış kuvvetleri kontrol etme imkânlarına sahip olmamasıdır. Monarşi ile otokrasi arasındaki fark burada ortaya çıkar. Kuvvetler bir elde toplanmışsa hanedana dayalı olmayan monarşi var demektir, bu rejim diktaya açıktır. Sureta demokrasi olan ülkelerde de üstü örtülü otokrasi olabilir.
Yazık ki Müslümanlar tarihte bu iki ilkeyi sistemlerinin işleyen ve korunan iki mekanizması haline getiremediler. Aslında her iki ilkenin ruhu ve yöneldiği maksat şer'i hükümlerde içkin olarak bulunmaktadır, belki İslamiyet'in en belirgin karakteri yöneticilerin üstünde bir hukuk vaz'etmesi, son karar merciinin Allah ve Rasulü'nün koyduğu hükümlere defere edilmesidir. Adına ‘makasidu'ş-şeria' dediğimiz beş ana şeyin yani can, mal, din, akıl ve nesil güvenliğinin korunması vaz'edilmiş hükümlerin ana maksadı ise, bu maksadın tahakkuk etmesi hangi yol ve mekanizmalarla mümkünse, o yollar ve mekanizmalar benimsenir. Kuvvetler ayrılığı prensibi, keyfî yönetimi ve mutlak iktidarı engelleyen bir tedbirdir, bunun İslam nokta-i nazarından lüzumu hukukun kendisi kadar önemlidir.
Bu açıdan baktığımız zaman Türkiye'nin parlamenter rejimde kalması veya başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçmesi ikinci derecede önem kazanan bir konudur. Zira siyasî ve idarî rejimin sağlığı, toplumsal barışı ve adaleti tesis etmesi ile zamana karşı dayanıklı olması açısından şu veya bu rejimin önemi yok, önemli olan hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tesisi ve korunmasıdır.
Mevcut parlamenter rejimde kuvvetler ayrılığının işleyip işlemediği sorulmaya değer bir konudur. Cumhurbaşkanı sembolik görev ve fonksiyonlara sahip ise de, asıl güç başbakanın elinde toplanmıştır. Bu, başbakanı sistemin işlemesinde taraflı kılabildiği gibi, iktidar partisine de taraflı ve adaletsiz yönetmeye geniş imkânlar tanımaktadır. İktidara gelecek partinin başkanı yasama üyelerinin listesini kendisi yapıp halkın onayına sunuyorsa ve yürütmeyi meclis üyelerinden oluşturuyorsa, hem parti liderinin ve hem iktidar partisinin yürütme ve en önemlisi yasama üzerinde baskın etkisinin olmadığını kim iddia edebilir? Belki de yasama sadece yürütmenin kendisine bağlı olan bir başkanın tamamen denetiminden kurtarılacak olursa, hukuk bugünkünden daha iyi işleyebilir, en azından milletvekilleri liderin arzusu hilafına yasalar çıkardıklarında, bir sonraki seçimde kaderleri başkana bağlı olmadığından rahat karar verebilir.
Bir de konunun aktüel yönü var. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “başkan” olmak istediği açık. Erdoğan istiyor diye başkanlık sistemine karşı olmak şahıs merkezli düşünmek olur, bu sağlıklı değil. Şahıs, cemaat, parti, mezhep, etnik grup, siyasi görüş nefreti üzerinden tavır almak bizi hak ve hukuka götürmez. Kaldı ki kuvvetler ayrılığının tam korunduğu bir sistemde başkan istese de otoriter davranamaz. Bu ve başka sorunları kamusal müzakereye açmalı ve müzakere zemininde yeni bir anayasa metni düşünerek çözmeliyiz. Anayasa geniş katılımlı, zamana karşı dayanıklı ve uzlaşma yoluyla aktedilen bir toplumsal sözleşme olursa belki sadra şifa olabilir.
Başkanlık mı, parlamenter rejim mi? Müzakere ederek ve hep birlikte karar verelim.