Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, “Müslümanlar bilgilerini teorik (nazari) seviyede tutuyorlar, imana dönüştürmüyorlar. Bilgi ile iman arasında yakın ilişki var. Zira iman, kendisinden emin olduğumuz bilgidir. Bu bilgi hem bize muhtaç olduğumuz hakikat ve doğruluk konusunda yol gösterir, hem bizi varlık âleminde güvenli (emin) kılar. Biz Müslümanlar belli bir bilgiye ve bilginin emniyetine sahibiz, ancak bu bilgiyi imana dönüştürmüyoruz. İmana dönüşmemiş bilgi amellerimize yansımıyor, kesin olarak aramızda barış ve emniyeti sağlayarak ilahi hükümler hayat pratiklerimizde tezahür etmiyor” dedi.
Ali Bulaç yazısında “Bu, bir yönüyle sigara paketinin üzerinde ‘Sağlığa zararlıdır, ölüme yol açar’ yazısını okuduğu halde, sigara içmeye devam eden tiryakinin çelişkisine benzer. Esasında bilerek yanlış, hatalı ve haksız bir davranışı yapmak cahiliyedir. Maalesef biz Müslümanlar rahmetli Seyyid Kutup ve Muhammed Kutup’un dedikleri gibi ‘cahiliye çağı’ içindeyiz” ifadelerini kullandı.
Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinin bugünkü (16 Şubat 2015) nüshasında yayımlanan, “Felah ve necat bulamayız!” başlıklı yazısı şöyle:
Felah ve necat bulamayız!
Yaklaşık yarım asırdır fikir hayatı içindeyim, yazıyorum, konuşuyorum. Anladım ki hayat hakiki öğretmendir.
Yıllardır zihnimi meşgul eden bir sorunun cevabını son bir senede buldum. Soru şu: Neden Müslümanlar, kitaplarında yer alan hükümlere göre hayatlarını kurmuyorlar, neden ihtilafa düştüklerinde İslami hükümlere göre ihtilaflarını çözemiyorlar?
Yaşadığımız hayat pratiklerinden çıkardığım sonuç şu: Müslümanlar bilgilerini teorik (nazari) seviyede tutuyorlar, imana dönüştürmüyorlar. Bilgi ile iman arasında yakın ilişki var. Zira iman, kendisinden emin olduğumuz bilgidir. Bu bilgi hem bize muhtaç olduğumuz hakikat ve doğruluk konusunda yol gösterir, hem bizi varlık âleminde güvenli (emin) kılar.Biz Müslümanlar belli bir bilgiye ve bilginin emniyetine sahibiz, ancak bu bilgiyi imana dönüştürmüyoruz. İmana dönüşmemiş bilgi amellerimize yansımıyor, kesin olarak aramızda barış ve emniyeti sağlayarak ilahi hükümler hayat pratiklerimizde tezahür etmiyor. Bu, bir yönüyle sigara paketinin üzerinde “Sağlığa zararlıdır, ölüme yol açar” yazısını okuduğu halde, sigara içmeye devam eden tiryakinin çelişkisine benzer. Esasında bilerek yanlış, hatalı ve haksız bir davranışı yapmak cahiliyedir. Maalesef biz Müslümanlar rahmetli Seyyid Kutup ve Muhammed Kutup’un dedikleri gibi “cahiliye çağı” içindeyiz. Pekiyi, bilgiyi imana dönüştürmek ve imanı amellerde tezahür ettirmek için ne yapmak lazım? Önemini inkâr etmemekle beraber, asıl konunun teorik bilgiyle yetinmek olmayıp bilginin pratiğe temel teşkil etmemesinde yattığını düşünüyorum. Bir yılı aşkın zamandır yaşadığımız Hizmet-Hükümet kavgası üzerinde düşünüyorum ve diyorum ki “Bir kumpasa veya haksızlığa maruz kaldığını iddia eden” biri –bu biri her iki taraf olabilir-, eğer İslamî hükümlere göre kendini savunacak olursa ne yapmalı?
Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sas), böylesi durumlarda genel prensipler vaz’ederler, prensiplerin vaz’ı da emir sigalarıyla gelir. Mesela bunların başında şunlar gelir: a) Adaletle hükmedin, ma’rufu emredin, münkerden sakındırın; b) Anneniz-babanız, en yakınlarınız aleyhinde olsa bile adaleti ayakta tutanlar olun; c) Suçlar şahsidir, kolektif ceza vermeye kalkışmayın; d) Birinin suçu sabit olsa da ceza verirken intikamcı davranmayın.
Kur’an-ı Kerim adaletle ve ma’rufla hareket etmeyi emreder ama adaleti ve ma’rufu, münkeri tarif etmez, prensipler vaz’eder. Çünkü adalet olayın zuhuru anında ortaya çıkar. Bir baba ikiz çocuklarından birine 50 TL., öbürüne 25 TL. harçlık verirse; bir anne kahvaltıda iki çocuğundan birine bir yumurta verip diğerini mahrum bırakırsa adaletsiz davranmış olur.
Adalet fıtridir, kitaplardan öğrenilmez. Mesela geçmişte siyasi partiler kapatıldıklarında şöyle diyorduk: Yasalara göre bir partili suç işlemişse, suçun cezasını o şahıs çeksin, neden partiyi kapatıp bütün partilileri ve seçmenini cezalandırıyorsunuz? Şike davasında Sayın Erdoğan şöyle itiraz ediyordu: “Kişilerle kurumlar birbirinden ayrılmalı. Başkanının ve diğer üyelerinin karıştığı işler dolayısıyla bir futbol kulübünün ve milyonlarca taraftarının cezalandırılması haksızlıktır.” Bu eleştiri doğruydu, bugün için de doğrudur.
Pekiyi, şimdi bakalım: “İspatsız itham” yolunu kullanarak koca bir devletin bilumum mekanizmalarını harekete geçirenler, -velev ki iddialarında haklı iseler de- hasım seçtiklerine böyle mi davranıyorlar? Yukarıda saydığımız dört temel prensipten birine dahi riayet edilmiyor! Değil adaletle hükmetmek, bir yanardağ gibi lav püskürten kin ve husumetle hasım bütün varlığıyla –okulu, finans kuruluşu, medyası, ticareti, dünyanın ücra köşesindeki elemanıyla- imha edilmek isteniyor. Bilgi imana dönüşmedikçe, iman amellerde tezahür etmedikçe felah ve necat bulmamız mümkün mü? Bu, tam da Efendimiz (sas)’in “Kur’an okuyacaklar ancak boğazlarından aşağı inmeyecek” buyurduğu durumdur. Bunun sonu büyük hüsrandır. Bilelim!
Gelin hepimiz bu evrensel ve ebedi prensiplere teslim olup, hakkımız öyle arayalım.