Gündem

Ali Bulaç: 70'lerde ajanlık teklifini kabul eden İslamcılar iyi yerlere geldi

Zaman yazarı Bulaç: Neden devletin İslamcısı olmadım?

06 Temmuz 2015 14:22

Zaman yazarı Ali Bulaç, 70'li yıllarda polis tarafından kendisine ajanlık teklif edildiğini aktararak, kendisinin bu teklifi kabul etmediğini ama 'kabul eden bazı İslamcıların' hızla yükseldiğini söyledi. Bulaç yazısında, "devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş" ifadelerine yer verdi.

Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, bugünkü (6 Temmuz 2015) köşesinde, bir başka Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne’nin dün isim vermeden aktardığı “Ajanlık teklif edilen İslamcı” anekdotunu hatırlatarak, “Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım” diyerek başladığı bir yazı kaleme aldı.

Bulaç, polis ve başka istihbarat örgütlerinin İslamcı camiayla ilişkilerine ilişkin bazı başka anekdotlar aktardıktan sonra, “Kısaca devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş” diye yazdı.

Ali Bulaç’ın "Neden devletin İslamcısı olmadım?" başlıklı yazısı şöyle:

Dünkü yazısında Mümtaz'er Türköne “kendisini hâlâ İslâmcı olarak tanımlayan, yaşça benden büyük bir dostundan dinlediği” bir olayı anlatıyordu: “70'lerin başına ait bir hikâye. Üniversitede okurken polisler sebepsiz yere Siyasî Şube'ye alıyor; iyi polis-kötü polis muhabbeti ile korkutucu bir sorgudan geçiriliyor. En nihayetinde üçüncü bir kişi “bize çalışacaksın” diye meseleyi bağlıyor. İslâmcı dostum, “Ben reddettim, ama çevremde aynı tezgâha düşüp teklifi kabul eden çok sayıda tanıdığım olduğunu anladım” diye bitirdi hikâyeyi.”

Okuyucularımızın merakını gidereyim. Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım.

Ben son yarım asırlık İslami mücadelenin hem içinde yer almış bir özneyim, hem gözlemcisi, şahidiyim. İmam Hatip'te okurken gözümü İslamcı olarak açtım; hiçbir zaman ne sağcı ne solcu oldum. Atatürk milliyetçiliğinden hazzetmedim, Anadolu milliyetçiliğini anlamaya çalıştım. Ancak Türk, Kürt veya Fars milliyetçiliği ile aramdaki mesafe neyse Arap milliyetçiliğiyle de mesafem aynıdır. Müslümanların en büyük hastalıkları milliyetçilik, mezhepçilik ve dünyevileşmedir; bu illetlerden kurtulmaları son derece güç. Kapitalizme, faşizme ve komünizme en ufak bir yakınlık duymadım ama dine saygılı sol ve sosyalizme sempati duydum. Duam, başladığım çizgide son nefesi vermektir.

İlk yazılarıma 15 yaşımda iken mahalli gazetelerde başladım. Yarım asırdır bu mahallenin içindeyim. Kendimi hiç bu kadar ağır bir baskı altında hissetmemiştim. Defalarca yargılandım ama dava arkadaşlarımın iktidarında böylesine sıkıntılar çekeceğimi beklemiyordum. Kırk yıllık arkadaşlarımı kaybettim ama elhamdülillah en ufak bir pişmanlık duymuş değilim, bir iktidar uğruna mangalda kül bırakmayan İslamcıların nasıl savrulduklarını, devletin denetimine nasıl girdiklerini görünce esef ettim. Meğerki devlet İslamcıların sadece midelerine değil, ruhlarına kaçmış. Kalplerini zulüm üzere ayakta duran bir iktidarın ateşine kaptıranlara sadece acıyorum.

1972 veya 73'te bir gün okul müdürümüz Nuri Ünlü, beni makamına çağırdı ve “Gayrettepe'ye gidip bir polisle görüşmemi” söyledi. Ertesi gün oraya gittim, ismini verdiği polisi buldum. Beni hışımla alt kata indirdi, loş bir masaya oturttu. Üç polis beni sorgulamaya başladı. Biri hayli sert, aksi ve suçlayıcıydı. Benim ne tehlikeli ve zararlı biri olduğumu söyleyip içeri atılmamı istiyordu. Diğeri “Yok canım, Ali iyidir, yanlış düşünüyorsun” diyordu. Üçüncüsü sorguyu gözlüyor, ara sıra kısa cümlelerle sorular soruyordu. Sorgu yaklaşık iki saat sürdü. Sonunda bana, “Tamam, dediğini kabul edelim ama bize yardımcı ol.” dediler. “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sorunca, “Yüksek İslam'daki Nurcular hakkında bize ara sıra bilgi ver” diye cevap verdiler. Kabul etmedim. “Bak baban sana para gönderemiyor, sana burs buluruz, harçlık veririz. İnat etme” diye ısrar ettiler. Ben “Allah'ım! Bu adamlar beni Müslümanlara karşı kullanmak istiyor, bana güç ver” diye içimden dua ettim. Cesaretimi toplayarak, “Beni bu işten muaf tutun, bunu yapamam” dedim. İyi polis “Valla sen bilirsin, görüyorsun, seni içeri attırmaya can atıyor” deyip kötü polisi işaret etti. Yine direttim. Beni saldılar. Sonradan öğrendim ki, gözlerine kestirdikleri birkaç kişiyi çağırmışlar. Ve o arkadaşlar iyi yerlere geldiler.

Bir arkadaşım konusunda 1977'de uyarıldım “Bu polistir” diye. İnanmadım, arkadaşıma konduramadım. Meğer polisin önde gideniymiş. Tepelere tırpandı. Çocuk yaşta birini getirip bana teslim ettiler. “Bu çok yetenekli biri, ilgilen yetiştir, iyi bir entelektüel olur” dediler. Meğerki askerlerin en has adamıymış, tepelere çıktı. Hayli maruf bir zat artık MİT'le birlikte çalıştığını açıkça telaffuz ediyor. İslami harekette etkili bir başkasına “Senin ne işin var bunlarla?” diye sorduğumda “İstihbarattan korkmamak lazım. Kendine güvenirsen yararlanırsın, onlar da senden yararlanır” dedi. Kısaca devlet zaten içimizdeymiş, sırası gelince bizim mahalleyi devreye sokmuş.

Mümtaz'er Türköne'nin bir tezine ihtirazi kayıtla katılıyorum: Tam zaaf içinde iken devlet İslamcılarla kuvvet buldu, ayağa kalktı. Bu doğru. Ama bunların yaptıkları İslam'a aykırı. Ben bunlara “eski İslamcı” diyorum. İslamcılığın sorunları çok büyük. Üzerinde kafa yormaya devam edeceğiz.

 

Mümtaz’er Türköne: Devletin İslamcıları

 

Mümtaz’er Türköne’nin Zaman’ın dünkü (5 Temmuz 2015) nüshasında yayımlanan “Devletin İslamcıları” başlıklı yazışı şöyle:

Ali Bulaç, “İslâmcılığın devlet sorunu”nu, yol açtığı pratik bütün arızalarıyla birlikte tarif edip yorumlarken meseleyi tam kalbinden yakalayıp masaya yatırıyor. Modern ulus devlet hem diğer devletlere hem de vatandaşlarına karşı kendisini var eden egemenlik yetkilerini, sınırları çizilmiş belirli bir toprak parçasına ve o sınırlar içinde teşekkül eden “irade”ye bağlarken bütün eski siyasî kurumları da alt-üst etmiş oldu. 1648 öncesine ait bu alışkanlıklar sadece Müslümanlar arasında değil bütün dünyada aynıydı. 800 sene öncesine kadar devlet, bizde sultanın çocukları arasında pay ediliyor Batı'da aristokrasi ile paylaşılıyordu… Âlimlerin ilgilendiği emir ve yasakların uygulanması, halkın aradığı ise adaletti. Hâlâ devam eden kafa karışıklığı, gelenek oluşturan İslâmî düsturların ve araçların, egemenlik üzerine inşa edilmiş modern devlet ile uyuşmazlığından neşet ediyor. Modern devlet, ulus devletler çağında kendi toprakları ve vatandaşları üzerinde inşa ettiği gökkubbeyi dışarıya karşı da bir kalkan olarak kullanıyor. İslâmcılar gelip kafalarını bu duvara tosluyor ve bir çıkış yolu bulamıyor.

Teoriden, en kestirme yolu bulup pratiğe geçelim. Pratik, İslâmcıların devletle iç içe oluşmuş kimlikleri, kişilikleri, fikirleri ve alışkanlıkları ile şekillendi. Kendisini hâlâ İslâmcı olarak tanımlayan, yaşça benden büyük bir dostumdan dinlemiştim. 70'lerin başına ait bir hikâye. Üniversitede okurken polisler sebepsiz yere Siyasî Şube'ye alıyor; iyi polis-kötü polis muhabbeti ile korkutucu bir sorgudan geçiriliyor. En nihayetinde üçüncü bir kişi “bize çalışacaksın” diye meseleyi bağlıyor. İslâmcı dostum, “Ben reddettim, ama çevremde aynı tezgâha düşüp teklifi kabul eden çok sayıda tanıdığım olduğunu anladım.” diye bitirdi hikâyeyi. İslâmcıların devletle ilişkisi sadece teorik bir açmaz değil, pratik olarak aynı zamanda kirli bir ilişki. Bugünün “Devlete nasıl karşı gelirsiniz?” diye mangalda kül bırakmayan kelli-ferli İslâmcılarının önemlice bir kısmının 70'li yıllarda “haber elemanı” olarak devşirilmeleri kimseye tuhaf gelmemeli. Devletimiz o günlerde “şeriat devleti” heyulası yaratmış, Ceza Kanunu'nun 163. maddesi ile kendini koruma altına almış, memurlarını da bu işle görevlendirmişti. Memurlar da, serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan İslâmcıları bu iş için seferber etmişti. Devleti ele geçirdikten sonra aynı resmî merkezlerde ve resmî toplantılarda karşılaşmaları, aralarındaki yakınlık duygusunu ve devlete bağlılıklarını mutlaka artırmış olmalı. Hiç eksiği yok: Bugün herkesi kesip biçen, sağa-sola çamur atan ve tek kişiye hitap eden yazılar kaleme alan “havuz kalemleri”nin tamamının haber elemanlarından ve “devlet tecrübesi” ile ruhlarını şekillendirmiş olanlardan seçilmeleri size garip gelmemeli. En çirkefleri bilin ki, asıl mesleğinde en ileri olanlar.

İstihbarat işi ciddi bir iştir, ince bir zekâ gerektirir. İki yüzlü bir haber elemanı olarak yaşamak ise doğal olarak insanı yozlaştırır, soysuzlaştırır. Sırtını sağlam yere dayayıp yağıp gürlüyor, bir sürü insanı yoldan çıkartıyor ve sonra da yüzüstü bırakıyorlar. Ahlaksız olmadan bu hayat nasıl sürüp gider? Bugün sağda solda duyduğunuz düzeysiz polemikleri bu bataklıkta ancak bu çiçekler açar diye okumalısınız. Ayrıca, bu düzeysizliğe mahkûm olan iktidar oyununun da bir hikmeti var. Otokrasiler emre amade adamlar arar. Güce hizmet etmeyi hayat biçimine dönüştürmüş adamlar dururken nitelikli olanlara sıra gelir mi? Düzeysizlik mi? O tencereye uygun kapağı başka nereden bulabilirsiniz?

Ekrem Dumanlı'nın “bitti” hükmünü verdiği İslâmcı gazetecilik, işte bu yoz ve soysuz ortamda serpildi. “Haber elemanı” etiketi taşımayan bildiğiniz bir “havuz şöhreti” var mı? Artık hepsi, bir zamanlar emrinde çalıştıkları “devlet”in karanlık koridorlarında, şimdi emir sahibi oldukları zehabıyla İslâmcılığın üzerinde tepiniyorlar. Devletin İslâmcıları, bugün aynı hiyerarşi ve disiplin içinde, birbirlerinin iç yüzünü bilmenin rahatlığıyla otokrasiye hizmete giriştiler. Bu çamurun içinde hasbî İslâmcılığın yaşama şansı olabilir miydi?