Gündem

Akit yazarları Hasan Karakaya için yazdı: İman öfkesinin tercümanıydı, masum değildi; günahları da vardı, sevapları da

"Buyursunlar, Hasan abide eleştirebilecekleri bir şey bulabilirlerse, eleştirsinler.."

01 Ocak 2016 22:07

Akit gazetesi yazarları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Suudi Arabistan gezisine katılan ve Mekke'de geçirdiği kalp krizi sebebiyle hayatını kaybeden Genel Yayın Koordinatörü ve yazarı Hasan Karakaya'yı anlattı...

61 yaşındaki Hasan Karakaya, Mekke'deki Mescidi Nebevi ziyaretinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kaldığı otele geldiğinde fenalaşmış ve yapılan ilk müdahalenin ardından kaldırıldığı hastanede 31 Aralık'ta, Türkiye saatiyle 00:30'da vefat etmişti.

 

Mustafa Çelik: İman öfkesinin tercümanı Hasan Karakaya

 

"Hayatın yanağından gözyaşları akıyor. Kır çiçeklerinin uzak vadilere sığındıkları gibi, cesaret adamları da ahiret kapısına sığınıp aramızdan ayrıldılar, aramızdan azaldılar, azaldılar.

Hasan Karakaya’yı ötelere uğurluyoruz. Hasan Karakaya; Basın cephesinde ümmetin siperiydi. İman öfkesinin hakiki bir tercümanı idi. Köşe taşlarını kaçıranlardan değildi. Aksine temel yapının taşlarını döşeyen fikir işçilerindendi. O, cebini değil cephesini düşünüyordu. Masum değildi; günahları da vardı, sevapları da vardı. Türkiye’de insanlar öldüğünde masumlar/günahsızlar olarak yad edilirler. Biz bu kanaatte değiliz. Biz Hasan Karakaya’nın sevaplarını sahiplenir savunuruz, günahlarının affı için de Allah’a dua ederiz.

“Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiğinde derler ki: “Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.”  (Bakara Sûresi/ 156)

Yıldızı alınmış gecelerin karanlığında iman öfkesinin tercümanlığını yapmak, ifrat ve tefrit oklarına hedef olmaktır.

Gönül bahçemizin şakayıklarındandı. Tek ümmetin sesi, mü’min yüreklerin nefesiydi. Kaypak yürekli, kem sözlü, ikiyüzlü insanlara geçit vermeyen geçimli insandı. Yüreksizlerin karşısında kendi yüreğine inanmış bir mü’min-i mert idi. Ümmetin vicdanını kendi vicdanında taşıyordu. Hak ve hakikat için yaşıyordu.

Yol arkadaşlarına tekme atmıyordu, yol arkadaşlarını satmıyordu, yola yatmıyordu, düşmanı gördüğünde de yolunu değiştirmiyordu. Onun inancı şuydu: Nöbetçi değişir, nöbet değişmez!

Cesaret denizinin gür dalgasıydı. Cesaret-i imaniyyesinin bir mükâfatı olarak da Medine’de gözlerini hayata yumdu. Vefat haberi, kar yüzü görmemiş bir ateş yaktı yüreklerimizde. Biraz daha garipleştik cesaret vadisinde!

Kahtü’r Rical devrinin Rical abidesiydi. Yazdıklarıyla Müslümanları bilgilendirerek ve yüreklendirerek adeta şunu haykırıyordu: “Köpeklerin havlaması bulutlara zarar vermez!”

Ölüm Allah’ın haber verdiği hak sözdür. Cesur mü’minlerin ölümü yürekleri yakan közdür!

Türkiye’de cesaretin kıtlık yıllarında Müslümanlara hep katık oldu. Türkiye’de kopmuştu 28 Şubat denilen  Firavunlar Tufanı. Kalemiyle Müslümanlara ulaştırıyordu cesaret kaynaklı irfanı!

Saniyelik sevgilere, dakikalık sözlere, saatlik tevazulara, günlük inançlara, gecelik sevdalara, sabahlık gülüşlere aldırmadan ve aldanmadan hep istikamet ve istikrar sahibi oldu.

Irak gönüllerin uçurumuna sevgiden köprüler kuruyordu. Yorgun düşmüş yüreklere cesaret aşılıyordu. Dostlara bir tebşir nüktesi uzatırken, düşmana bin ok fırlatıyordu.

Görev görmez kuru lafları, yalan acımaları, ağız ucundan söylenmiş sözleri tekmeleyerek Türkiye’de Tesettür kavgasını veren Cennet ülkesine yürüyenleri yüreklendirecek sözleri söylemekten asla geri kalmıyordu. Gönül kıyısında dostları bekliyordu, cemre olup kendisini bekleyen gönüllere düşüyordu.

İslâmî cephenin cephanesinde mermileri ölünceye kadar tükenmeyen bir askerdi. Dine, ehl-i dine dokunan düşmanı hem yokluyor ve hem de ok mesabesindeki cümleleriyle okluyordu. 

Hayatta iki çeşit yazar vardır: Makaleleri tüketen yazar, makalelerin tükettiği yazar. Hasan Karakaya makaleleri tüketen bir yazardı. Hevesleri ayaklarına kement ve boyunlarına bukağı olanlara mesafeliydi. Rabbanî davada kopuk bir el olmaktansa bir arslana pençe olmayı idrak etmiş ve bu idrakini de hayatına yansıtmıştı. Günlük olayların dışında kalarak büyümeyi değil, bulunduğu yerde imanının insanı olmakla, mü’min kardeşlerini savunmakla büyümek istiyordu.

Rabbanî davanın şafağını beklerken şakaklarına ak düştü. Ömür sayfalarını inandığı dava yolunda bölüştü!

Akılların çatlaklarına binlerce düşünce üşüşürken, Hasan Karakaya ruhundaki hicranın hıçkırıklarına boğuluyordu. “Duru düşünceli, diri direnişli bir nesil için” ne yapabilirimin hesabını yapıyordu. O, düşmeden düşünen ve düşüncesini üşütmeyen kalb-i selim ve akl-i selim sahibi birisiydi. Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun."

 

Ali Karahasanoğlu: Ölürken bile en güzel, en sert cevabı verdi..

 

Cuma dergisi çıkarken, Hasan abinin haftalık yazıları yayınlanıyordu ama..

Bir samimiyetimiz olmamıştı..

12 Eylül 1993’de, bu gazeteyi çıkarmaya başladığımızda. 

Artık her gün, aynı binada, aynı odalarda geceyarılarına kadar mesai birlikteliğimiz başlamıştı..

23 yılda..

Tek bir tartışmamız, tek bir ihtilafımız olmadı.

Hasan abi, benden 9 yaş büyüktü.

Mütevaziliğinden, bana “Ali abi” derdi..

Ben ise ona hakkıyla, “Hasan abi” derdim..

İşini, ibadet aşkı ile yapardı..

Dört dörtlük gazeteci idi..

Rahmetli babamın sözü idi.. Hasan abimin de çok hoşuna gitmişti:“Yemekle birlikte; yapan da pişmezse, o yemekte tat olmaz!” 

Bu mesajı, yazılarına defalarca konu edinmişti.. 

Bizzat kendisi de bunun canlı örneği idi...

Yazısına tat vermek için..

Yazı yazarken, adeta “yemekle pişen” gibi, “pişer”di..

Şu meslekte, bu meslekte olmak önemli değildi, onun için.

En alt kademedeki çalışandan, en üst kademedeki çalışana kadar, hiçbir şey farketmezdi, onun için.. 

“Ne iş yaptığının hiçbir önemi yok” derdi.. “Önemli olan yaptığın işin hakkını vermek” derdi..

İşinin delisi idi adeta..

En sert yazılar, onun kaleminden çıksa da..

Kendisi çok mülayimdi..

Yüzyüze konuşup da, onunla tartışan hiç kimseyi tanımıyorum..

Ne gazetede, ne yolda, ne mahallesinde..

Yazısında en sert kelimeleri kullansa da...

Kimseye kin gütmezdi..

Eleştirdiği kişi onu aradığında.. Hiç kompleks yapmadan konuşur, düzeltilmesi gereken bir şey varsa, düzeltirdi..

Ama tehditlerden hiç çekinmez..

Şunun bunun hatırına da, davasından ve kararlılığından kesinlikle taviz vermezdi..

Embedded gazetecilerin aksine.. Gazeteciliği bazı kapıların aralanması için kullananların aksine.. 

Kendisi için.. Ailesi, veya gazetesi için.. Menfaat amaçlı hiçbir yazısına, küçücük imasına bile şahit olmadım..

Tek derdi, mazlumların sesi olmaktı..

O; “başörtü yasağı”nı yazdı..

İHL’lerin “katsayı problemi”ni yazdı..

Kur’an kurslarına “yaş sınırı”nı yazdı.

PKK’nın “kirli oyunlar”ını yazdı..

Ezilen kim olursa olsun, Hasan abiye bir mektup kadar, bir mail kadar yakın idi..

En sert yazılarından birisini, Fatih Altaylı için yazmıştı..

Başörtülü öğrencileri aşağıladığı için, Altaylı’yı eleştirmişti..

Ama sonraki yıllarda. Başörtü yasağı yavaş yavaş kalkarken..

Yasakçıların zulmü sona ererken.. Özgürlük havası kamuoyuna hakim olurken..

Altaylı da, eski tavrını sürdürmediği için.

Kimseye yaranmak amacıyla, menfaat amacıyla değil..

İnsanî yönünü göstermek üzere.. 

Yıllar sonra, uçakta bir araya gelmeleri vesilesi ile.. O çok sert eleştirdiği Fatih Altaylı ile telefonlaşır, sohbet ederdi.  

Yazıları sebebi ile, defalarca DGM’lere, Ağır Ceza’lara birlikte gittik.

Kimisinde avukatı olarak. Kimisinde ben de ikinci sanık olarak, yanında oldum..

Mahkemede, lafını hiç eğip bükmezdi.

“Şu şu yanlışı eleştirdim.. Bugün o yanlışı yapan kim olursa olsun, yine eleştiririm” derdi..

Dik durmakta, hiç tereddüt göstermezdi.

Onu eleştirirken, “Aykırı yazar” diyenler oldu..

Tam aksine..

O; halkın sesi idi..

Usta gazeteciliği ile..

Kıvrak dili ile..

Halka tercüman oluyordu.

Kendisine gelen mektuplarda, maillerde.. Hep şu tespit ve şu dua vardı: 

“Bizim söylemek istediklerimizi söylemişsin.. Allah senden razı olsun.”

Dün bazı internet sitelerinde. Bazı sosyal medya hesaplarında. İnceden inceye mesaj göndermek isteyenler vardı..

Kamuoyunun tanıdığı isimlerden bazılarının vefatlarında, Hasan abinin yazdığı yazıları hatırlatanlar vardı..

Hasan abinin vefatı üzerine, “Bizim ölülerimizi hayırla yad etmiyordun”diyenlere..

Hasan abi, ölümü ile bile, en güzel, en sert cevabı verdi..

Şu cevaba bakar mısınız:

Mekke’de tavafını yapmış.

Bir Safa’ya, bir Merve’ye koşmuş..

Sa’yini ve umresini tamamlamış..

Medine’ye gelmiş, Hz. Peygamber’in makamını ziyaret etmiş..

Ve sonrasında.. O beldede hayata gözlerini yummuş..

Böyle güzel bir son.

Kaç kişiye layık olur?

Şimdi buyursunlar, Hasan abide eleştirebilecekleri bir şey bulabilirlerse, eleştirsinler..

Eğer “hayırla yad etmemek” için, ellerinde bir bilgi varsa..

Buyursunlar, “Hasan abinin şu şu yanlışları vardı” desinler..

Ben onlara müjdeleyeyim..

Hasan abi, yanlışlarının söylenmesinden üzülmezdi.. Şimdi de üzülmez..

Sevinir..

Eminim; o mübarek beldede gözlerini yummaktan da sevindiği gibi..

 

Abdurrahman Dilipak: Hasan Karakaya

 

Karakaya 1954 yılında Manisa’da doğdu. Gazeteciliğe Barış’ta başladı. Yenigün ve ardından Başkente geçti. Gazeteciliğe Ankara’da başladı. 22 yaşında genç bir yazı işleri müdürü idi. Biz o yıllarda tanıştık. 

Yenigün’den sonra Milli Gazete, Yeni Devir, Türkiye Gazetesi, 1988 Cuma ve ardından Vakit. Karakaya, Milli Gazete’ye Abdulkadir Özkan’la birlikte geldi. Zeki Ceyhan, Ferhat Koç ile bir ekiptik. Ben İstanbul’dan geldim, onlar Ankaralı idi. Sonra, Ferhat ve Zeki Ankara’da kaldı biz İstanbul’a geldik.. Hasan Aksay, ve Mustafa Karahasanoğlu ile Ankara’da yakın ve sıcak bir işbirliğimiz vardı. Hey gidi günler hey. Fotoğrafı çek, agrandizörde bas, kadrajla, klişeyi yaptır, haberi yaz diz, sayfa sekreterliği yap. Anlayacağınız her iş gelirdi elimizden. Ben fotoğrafa meraklıydım, Karakaya sayfa çizmeye. Karanlık oda daha çok Farsakoğlu’nun işi idi. Özkan işi çekip çevirirdi. Sadık Albayrak daha çok makale yazardı. Bütün bunlar Cağaloğlu’nda bir iş hanının bir kaç odasına sıkışmıştı. Daha bir düzine arkadaşın ismini saymam gerek aslında o günlerde birlikte koştuğumuz.

Yeni Devir’de Ankara ekibinin büyük katkısı oldu.. Yazarlarımız da Ankara’dan geldi. Yedi güzel adamın yarısı bizde yazardı. Akif İnan, Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören.. Edebiyat dergisinden gazete yazarlığına geçiş kolay olmadı. Zaten Yeni Devir de sıradan bir gazete değildi. İstişarelerin ardından ilk Akif İnan “tamam” dedi. Akif İnan, 1960’lardan Türk Ocağı’ndan Hasan Aksay ve Süleyman Arif Emre, Fehmi Cumalıoğlu ile tanışıyorlardı. Biz tanışıyorduk. Ben zaten sanat edebiyat konuları ile ilgileniyordum. Gazetede Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran gibi arkadaşlarla yeni Sanat dergisi çıkartıyorduk, MTTB sinema Kulubü’nde milli sinema tartışmaları düzenliyorduk, Yücel Çakmaklı, Ali Osman Emirosmanoğlu, Mesut Uçakan, Salih Diriklik ve 6 arkadaş daha. Aynı yerden geliyor ve aynı yöne bakıyorduk. Anlaşmamız zor olmadı tabi.

Karakaya’yı o günlerden tanırım yani, yarım asırlık ortak bir geçmişimiz var nerede ise.. 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı birlikte yaşadık. 

Karakaya’nın, Hasan Maden’le evlere şenlik bir gözaltı hikâyeleri var, hiç unutulmayacak.. Bir sürü birlikte sanık olduğumuz dava var.. Bir dönem zaten sorumlu yazı işleri müdürü idi. Mesela meşhur Erkaya davasında da birlikte sanıktık, askeri mahkemede de.. “Dava arkadaşıyız” yani.

Karakaya’yı yakından tanıyanlar onun neşeli biri olduğunu bilir.. Sanırım gazetenin en uzun boylusu benim, en kısa boylusu o. En son onunla Akil Adamlar heyetinde beraberdik.. O sigara içerdi, her seferinde takılırdım, ona bu konuda. Dostunu yanlış seçiyorsun, o sana ihanet edecek diye..

Karakaya’nın vefat haberini, Erzurum’da, sabah namazına kalktığımda Twitter’den öğrendim. Cumhurbaşkanı ile Medine’de iken kalp krizinden vefat etmiş.

O vefat etti diye Paralelciler bayram ediyor. Haber vereyim, o orada da hakkınızda şahidlik edecek.. Hem zaten o gün, din gününde mizan kurulduğunda kim ne yaptı ise ortaya dökülmeyecek mi. O günden kim kaçacak ki.

Karakaya hep mutfakta oldu, ben daha çok yazarlık yaptım. O zor günlerde her gün gelen yüzlerce haberle boğuşurdu. Yaşadıklarına isyan ederdi. Özellikle dindarlara yönelik tehditler ve hakaretler karşısında dik durdu, meydan okudu, eğilmedi.. Öfkesi, duyduğu acıya denk bir isyandı aslında. İsyanını bastırıp çıdam olmayı seçmedi. Daha sakin olmaz mısın diye sorduğumda, bana bir şeyhin öfkeli bir adamı mürit edinmesini ve onu sakinleştirmek için ağzına bakla almasını öğütlediğini, ama bir gün yaşadığı olaylar karşısında müridine “çıkart artık şu ağzındaki baklayı” dediğini anlatırdı.

Aslında özel hayatında çok sakin biri idi.. Ama “uysal koyun” yerine konulmak da istemiyordu. “Ensemize vurup lokmamızı almayı düşünmemeli birileri” diyordu. Bu anlamda Karahasanoğlu, ailesi ile ve Akit okuru ile birbirlerine benziyorlardı. Onun için yıllar süren uyumlu bir beraberlikleri oldu.

Hatırlamaya çalışıyorum da, aramızda yaşanan hiçbir kişisel sorun gelmiyor aklıma.

Aslında bugün yeni yılla ilgili bir yazı yazıyordum. Artık o daha sonraya kaldı.

O bir otel odasında Azrail’le buluşurken, ben de çok kolay uyuyan biri olmama rağmen Erzurum’da bir otel odasında zor bir gece geçirdim. Allah rahmet eylesin. Mekânını cennet eylesin. Allah taksiratını affetsin, Allah ailesine ve dostlarına sabr-ı celil nasib etsin. Hepimize hayırlı bir ömür ve hayırlı bir ölüm versin.

Selam ve dua ile.

 

Ahmet Gülümseyen: Hasan Karakaya hocam!..

 

Ölüm yeniden diriliş, Hakk’a kavuşmak ise... Şu fani dünyanın madem misafirleriyiz, ölümün yüzü, sadece bizi sevdiklerimizden geçici olarak ayırdığı için hüzne boğar ise...

Ölüm madem, insanın sevdiği ile kısa ayrılığı ve ebediyette yeniden dirilişi ise...

Mekke’nin fethine denk gelen bir vakitte, kutsal topraklardan gelen vefat haberin, şu fani dünyada bizi senden ayırdığı için, hüzne boğdu Hasan Karakaya Hocam!..

Senden çok şeyler öğrendik Hasan Hocam!....
Size niçin hocam dediğimi, bugüne kadar sadece sen ve ben bildik. Sizin, benim için nasıl bir değer taşıdığınızı, bu saatten sonra herkesin bilmesini isterim hocam!...

Çocukluktan bu yana içimize düşen gazetecilik sevgisine, kapını çalıp seninle tanıştıktan sonra o kadar değer kattın ki;

1993 yılında başladığımız meslekte, adı spor olsa da, renkli bulvar gazetelerinin sayfalarında yazı yazmak bizi rahatsız etmişti...

1997 yılında kapını çaldığım, hakkı ve haklıyı gözeten çizgisinden taviz vermeyen, bugüne kadar da sürdüren gazetemizde tanıştığım günü, dün gibi hatırlıyorum Hasan Hocam...

Doğrulardan yana olan bir gazetede sporu yazmak, ne benim, ne de benim gibi düşünenleri nasıl rahat ettirebilir ki diye düşünürken, bu endişemize ‘Spor, okuyucunun ilgi alanında ise çalışmalarımız ne olursa en iyisini yapmak zorundayız’ şeklindeki cevabınla, yaptığımız işte sorumluluk yüklenmemiz gerektiğini, bize sen öğrettin Hasan Hocam!..

Haksızlıklara karşı mücadele edilen, hakkın yanında batıla karşı koyan, bugün kaybolmaya yüz tutmuş bir mesleğin, ayakta kalan tek mirası bir gazetede, halen yazı yazma ve çalışma ayrıcalığı yaşıyor isek, bu değeri bizlere nasip eden Allah, sebep eden sen olduğun için senden ayrılmanın hüznünü yaşıyoruz hocam...

Her tokalaştığımızda, senden öğrendiklerimin bir karşılığı olarak, hocam olarak elini öpmeye çalıştım ise, el öpmeme müsaade etmedin...

Gerek meslektaş, gerekse insan olarak senden çok şeyler öğrendik Hasan hocam...

Kalemimin duygular karşısında acizliğini hissettiğim anları yaşıyorum...

Cesur yürekliliğini, kalemiyle yazısına nakşeden sizin gibi bir değeri, hangi kelime tam olarak yansıtabilir ki!..

Şimdi, sözde bir şeyler yazmak istedim ama bizzat şahit olduğum değerlerini anlatmakta kelimeler inan kâfi gelmiyor hocam...

Her canlının ölümü tadacağı bir dünyada, Allah’ın hangi kulu, taşıdığı emaneti kutsal topraklarda teslim etmek istemez ki!..

Can tatlı, ayrılığı acıdır ama, ölümlerden ölüm beğenmek kişinin kendi elinde olsaydı, ayrılık hüzünlü olsa da, sanırım bugün senin yaşadığın süreci yaşamak isterdi...

Mekânın cennet olsun Hasan Karakaya Hocam!..

 

Ahmet Varol: Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz

 

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor: “Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: “Şüphesiz biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz” derler. İşte böylelerine Rablerinden bağışlanma ve rahmet vardır. Doğru yol üzere olanlar da bunlardır.” (Bakara, 2/155-157)

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de yine şöyle buyuruyor: “Her can ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde ecirleriniz eksiksiz olarak verilecek. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa kurtuluşa ermiş olur. Dünya hayatı aldatıcı geçinmeden başka bir şey değildir.” (Ali İmran, 3/185)

Bir başka âyeti kerimede de şöyle buyrulur: “Her can ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak biz sizi hayra da şerre de mübtela kılıyoruz. (Sonuçta) bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)

Aslında, bilgisi sadece Allah katında olan ve kimsenin ne gün gerçekleşeceğini bilmediği büyük kıyamet gelmeden önce insanların yaşadığı kendi özel kıyametleri vardır ki o da ölümdür. İnsanlar “küçük kıyamet” adı verilen bu özel kıyamet ihtimaliyle her an karşı karşıyadır.

Şu âyeti kerime büyük ve küçük kıyamet hakkında bilinmesi gerekenleri çok özlü ve özet bir şekilde ortaya koyuyor: “Kıyamet saatinin ilmi şüphesiz Allah katındadır. Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Allah bilendir, haberdar olandır.” (Lokman, 31/34)

Bizim inancımıza göre ölüm bir yok oluş değil yeni bir hayatın başlangıcıdır. Bu itibarla inkârcılar ölümle birlikte, kabul etmedikleri gerçeklerle karşı karşıya gelmektedirler. Yüce Allah dünya hayatını ve ölümü insanı bir imtihandan geçirmek için yarattığını bildirir: “Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 67/2)

Dün sabah namazını kılıp eve döndükten sonra değerli insan ve gerçek bir dava adamı olan Hasan Karakaya’nın vefatı haberini, namaz için buluştuğumuzda henüz haberi olmayan muhterem imamızın telefon etmesiyle öğrenince Resûlullah (s.a.s.)’in: “Namazını, dünyaya veda eden bir kimsenin namazı gibi (son namazın gibi) kıl (Salli salate muvadi’in)” hadisini daha yakından anladım. Bir namazın son namaz olacak. Ama sen bunun hangisi olacağını bilmiyorsun. Öyleyse hazırlıklı ol ve her namazını son namazın gibi kıl. 

Muhterem Hasan Karakaya ağabeyimiz kalbindeki rahatsızlığa rağmen gayretliliğiyle ve tabii en çok da cesaretli yazılarıyla, onurlu duruşuyla tanınan bir gazeteci ve yazardı. Internette sabah haberlerini gözden geçirdikten sonra merak ettiğim makalelerin başında onun yazısı yer alıyordu. Cazibesinde bilgilendirme özelliğinin yanı sıra akıcı üslûbunun ve duygulara tercüman olmasının büyük payı vardı. 

Kendisiyle henüz bu ekibin günlük gazete çıkarmaya başlamadığı, sadece Cuma dergisini yayınladığı dönemden beri tanışıyorum. İlişkilerimiz her zaman karşılıklı sevgi temelli oldu. Kendisine ne zaman bir önerim olduysa beni ilgiyle dinledi. Tepkileri, zulme ve haksızlığa maruz kalan mü’minlere karşı aşırı gidenlere dönüktü. 

Yüce Allah’tan kendisine rahmet ve mağfiret, tüm aile efradına, yakınlarına, Yeni Akit camiasına ve bütün okuyucularına başsağlığı diliyorum. 

Bilgi: Kendi kitlesel tabanını seferber etmek için mezhepçiliği kalkan edinen, gerçekte mezhebi de bir sömürü aracı olarak kullanan, Irak’ta ABD emperyalizmiyle, Suriye’de de Baas zulmüyle ve Rus emperyalizmiyle işbirliği yaparak siyasi çıkarları hesabına yüz binlerce insanımızın hunharca katledilmesine kapı açan veya fiilen katleden anlayışın vahdetten ne anladığını, bu zihniyetin sahiplerine “aman mezhepçilik yapmayalım” öğütleri vermenin ne yarar sağlayacağını yazmayı düşünüyordum. Ama kıymetli kardeşimiz Özgür Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya’nın “Mezhepçiliği Lanetlemek ve Gölge Boksu” başlıklı yazısı benim düşünce ve duygularımı aynen dile getirdiğinden ikinci bir yazıya ihtiyaç kalmadığına kanaat ettim. Haksöz Haber sitesinde yayınlanan bu yazıyı okumanızı öneriyorum. 

Düzeltme: Dünkü yazımızda konu Irak olduğundan PYD’den söz ederken de yanlışlıkla Kuzey Irak ifadesini kullanmışım. Doğrusu Kuzey Suriye’dir. Bunun sürçi kalem olduğunu okuyucular da tahmin etmişlerdir sanıyorum, ancak biz yine de düzeltelim.

 

Hüseyin Öztürk: Hasan Karakaya

 

Rasulullah (s.a.v.)’ın şehrinde Hakk’a kavuştu. Ruhunu Allah’a, Mescid-i Nebevi’de Peygamberimizin “Cennnet Bahçesi’nde son iki rekât namazını eda ederek teslim etti.

Günü geldiğinde bir şekilde her canlıya nasip olacak bu teslimiyet, Hasan Karakaya için Allah’ın yazdığı kaderin bir yol haritası olarak Medine’de gerçekleşti.

Mekânının Cennet olması duamız ve niyazımızdır. Başta ailesi ve yakınları olmak üzere, gazetemiz mensuplarımızın ve okuyucularımızın başı sağ olsun.

Hasan ağabeyin Hakk’a yürüyüşünden itibaren Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere haberi olan dostlar, rahmet duaları ve Fatihalarla birbirlerini haberdar ettiler.

Ben de ilk haberi Çorum Milletvekili Salim Uslu’dan aldım. İnanılır gibi değildi ama haber güvenilen bir isimden gelmişti. Ardından Ankara’daki ağabeyimden geldi.

Allah rahmetiyle kuşatsın. Tartışmasız, sorgusuz, sualsiz Allah adamıydı. Bağımsız ve bağlantısız iman insanıydı.

Gecesini-gündüzünü Hakk davasına adamış ve inandığı yoldan dönmeden yürümüştür. Bu yürüyüş, Rasulullah (s.a.v)ın şehrinde son bulmuştur.

Elbet ölüm haktır lakin ne şekilde vukuu bulacağı belli olmadığı için kimin nerede ve nasıl dünyadaki nefeslerini tamamlayacağı bilinmez.

Hasan ağabey de bilemezdi ama mutlak sonun kendisi için hayırlı bir şekilde geleceğini tahmin ederdi. Amentüsü sağlamdı, istikametini bu çerçevede sürdürmekteydi.

Yaşadığına inandığı gibi ölüme de inanıyordu ve asla ölmekten korkmuyordu. “O’ndan geldik, O’na döneceğiz” düsturu, dünya yolculuğunun rehberiydi. Bu ışıkla yazıyor ve konuşuyordu.

Bizim gazetenin yayın kurulu toplantılarının “olmazsa olmazı” vardır. Toplantı başlarken Kur’an-ı Kerim meali okunur.

Toplantı öncesi gündeme dair meseleleri, sözlü veya yazılı olarak şimşek çakar gibi değerlendiren ve üzerinde beyin fırtınaları estiren Karakaya, toplantının başlama işareti olan Kur’an-ı Kerim’in masaya gelmesiyle birden sakinleşir ve teslim olurdu.

Mehmet Akif’in en çok sevdiği şu mısralarını kendisine yol arkadaşı edinmişti:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; 

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! ... 

-Boğamazsın ki! 

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım. 

Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; 

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

O haksızlığa tapmadan ve boyun eğmeden Hakk’a yürüdü. Bu sebeple de çok sevildi ve sayıldı. Yıllardır memleketimizin hangi köşesine gittiysem, ilk gönderilen selam Hasan Karakaya’ya olurdu. İltifatlar ve dualar önce ona edilirdi.

Yaklaşık 25 yıllık beraberliğimiz vardı. Bu kadar çok sevilen, sayılan, anılan ve “Allah razı olsun” diye dua edilen insan görmedim.

Hasan ağabeyinin Hakk’a yürüdüğüne elbet sevinenler olmayacak mı? Olacak. Onlara da şunu söyleyelim.

- Hasan Karakaya, bütün ibadetlerini Mekke ve Medine’de yerli yerince yaparak Rabbine kavuşmuştur. Ya sizin sonunuz nasıl olacaktır? Ruhu için El-Fatiha.

 

Mehmet Koçak: Cesur yürek, usta bir gazeteci

 

Nedenini bilemediğim bir sıkıntı vardı içimde, ruhum daralıyordu. Gece saat 01.30 sularında telefonum çaldı. 

Cumhurbaşkanımızın koruma müdürü Muhsin Bey Medine’den arıyordu. Ustam, büyüğüm, sırdaşım, Genel Koordinatörüm, aile dostum. O zor dönemlerin adamı, cesur ve farklı bir kalem, duygularımıza tercüman olanHasan Karakaya abimizin ölüm haberini verecekmiş meğer.

Hem komşum hem de aile dostum olması hasebiyle ailenin bilgilendirilmesi için Cumhurbaşkanımız  R.Tayyip Erdoğan, Hasan Karakaya’nın eşinin ya da evinin telefon numarasını istiyordu. Öylesine etkilenmiştim ki, kıymetli eşi Aysel ablanın numarası yerine rahmetlinin numarasını vermiştim. İkinci kez arayınca ancak doğru numarayı verebildim. Cumhurbaşkanımız o bildiğimiz vefalı tavrıyla Karakaya’nın eşi Aysel ablaya acı haberi vermek zorunda kalmıştı. 

Hasan Karakaya, Suudi Arabistan Kralı ile vatan- millet adına ve İslam coğrafyasını ilgilendiren konularda resmi bir ziyaret geçekleştiren Cumhurbaşkanımızı izleyen gazeteciler arasındaydı.  Gitmeden iki gün önce beraberdik ve bazı konularda hasbihal etmiştik. Seyahat sonrası tekrar bir araya gelmeyi kararlaştırmıştık. Ama o gelmeden ölüm haberi geldi.  

Resmi görüşmeler devam ederken her fırsatta ve görüşmeler sonrasında o, mübarek topraklarda kalan vaktini ibadetle geçirdi. Ziyaretler, tavaflar ve dualarla  ruhunu yenileyen Hasan ağabeyimiz, ölümünden yarım saat önce Mescid-i Nebevî’de namazını kılıp dua etmişti.

Zaman zaman kendisine “abi çok yoruluyorsun, bazı seyahat ve TV programlarını iptal et. Rahatsızsın dinlen” şeklinde öneride bulunurdum, o da sadece susar ve gülerdi. Kıymetli eşi Aysel abla bana; “Mehmet kardeşim ısrarcı olma. Ben onu dinlenmeye ikna edemedim” derdi.

Kendisi de “Normal bir zaman olsa ben de sizin gibi düşünürdüm ve önerilerinizi yapardım. Seyahat ve TV programlarına ara verir dinlenirdim. Ama şimdi olmaz. Çünkü ülkem ve İslam coğrafyası sıkıntılar içinde ve Müslümanlar çıkmazda. Bu dönemde istirahat, mücadeleden kaçmak olur. Baksana Cumhurbaşkanımız Sayın R.Tayyip Erdoğan gece-gündüz demeden çalışıyor.  

Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. Rusya, Şam yönetimine destek için Türkmen soydaşlarımız ile Suriye muhalefet güçlerini havadan bombalıyor. Afganistan, Irak ve Suriye baştanbaşa yakılıp yıkılmış ve milyonlarca Müslüman katledilmiş ve bu katliamlar hâlâ devam ederken ben hangi hakla dinlenmeyi kendime uygun görürüm. İsrail devlet terörü Filistin’de zulme devam ediyor, Şam ve Kahire’de diktatörlerin kendi insanlarına yönelik katliamları ve İran’ın bu zalim diktatörlere desteği sürüyor. Böyle bir zamanda istirahattan söz etmek doğru olur mu? Bu can bu bedende oldukça, son nefes çıkana kadar yazmaya, konuşmaya, çalışmaya devam edeceğim” demiş ve beni susturmuştu. Hem de derinden derine düşünmeye sevk etmişti.  

Anlamıştım ki; o, istirahatı mücadeleden kaçmak olarak kabul ediyor ve mücadeleyi hayat olarak görüyordu.

Cumhurbaşkanımızın yurt dışı gezilerini hiç kaçırmazdı. Her seyahat sonrası bana özetler ve beni bilgilendirirdi. Hiç unutmuyorum. Bir önceki Suudi Arabistan ziyaretinde Cumhurbaşkanımız R.Tayyip Erdoğan ile tavaf ettiğini ve Medine’de Resûlullah’ın mübarek kabri açılmış onun huzurunda duada bulunduğunu heyecanla anlatırken “Ben gazetecilik hayatımda bu kadar inançlarında samimi ve ülkesi ile milletine bu kadar sevdalı bir siyasetçi, bir Başbakan, bir Cumhurbaşkanı tanımadım. Onunla bizi biz yaban değerleri yeniden ihya etme adına mücadele etmekten ve onunla yol arkadaşı olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum” demişti. Cumhurbaşkanımızı çok sevdiğini biliyordum Cumhurbaşkanımızın da ona karşı derin bir muhabbeti vardı. 

Güçlü bir hafızaya ve kıvrak bir zekâya sahipti. Kalemini çok iyi kullanırdı. Hoşgörülü, saygılı ve de babacan tavırlı neşe dolu bir insandı. Hayatında korkunun ve korkaklığın yeri yoktu. İnandıklarını hiç çekinmeden ve kimseye hatır etmeden yazardı. İslam, millet ve Türkiye düşmanlarının korkulu rüyasıydı. Mazlumların, iftira ve haksızlığa uğrayanların yılmaz savunucusu ve destekçisiydi. 

Kısacası o,  cesur bir yürekti. Ona ve Akit gazetesine açılan 3000 dava oldu. Zaman zaman mahkemeden mahkemeye koştu. Tehditler aldı, hakaretlere uğradı ama davasından asla vazgeçmedi, kalemini satmadı. 

Kibirden uzaktı; para, makam ve şöhret düşkünü değildi. Sade ve mütevazı bir hayatı vardı.  Okuyucusuna saygılıydı. Eleştirilerden rahatsız olmazdı, yorulmadan ve usanmadan her eleştiriyi cevaplardı.   

Şimdi görüyorum ki; Türkiye’nin dört bir yanından hatta ülke dışından Hasan abi için insanlar seferber olmuş. Yeni Akit gazetesini arayanlar, ağlaşanlar, dua edenler… Demek ki hayatını vakfettiği davası için yazdığı yazılar boşuna değilmiş. 

Özetleyecek olursam Yeni Akit denilince akla Hasan Karakaya gelirdi,Hasan Karakaya denilince de Yeni Akit gazetesi hatırlanırdı.  

Değerli büyüğüm, kıymetli ağabeyim, aile dostum, sana Yüce Rabbimden rahmet diliyorum. Başta Yeni Akit Gazetesi çalışanları olmak üzere, ailene, dostlarına ve arkadaşlarına sabrı-ı cemil niyaz ediyorum. 

Mekânın cennet olsun Güzel İnsan!

 

Mehtap Yılmaz: Şimdi kime Abi diyeceğim ben?

 

Aradım abi…

Telefonun kapalı…

Biliyorum, artık asla açmayacaksın ama aradım…

Daha dün yine bu saatlerde aramıştım…

Gazetede yazını göremeyince paniğe kapılmış, telefona sarılmıştım.

“Abi hayırdır? Yazını göremeyince aradım” deyince…

İçimi okumuş gibi, “yahu bir şey yok bacım, merak etme iyiyim, Suud-i Arabistan’da umredeyim, hatta tavaftayım” demiştin…

Bir şey varmış işte…

İyi değilmişsin…

Dönmemek üzere gitmişsin.

Bu yüzden mi her görüşmemizde söylediğin gibi “görüşmek üzere” demedin? Dönüşü olmayan bir yola gittiğin için mi?

Hani, bazen şu muhannet zümreye bakıp da  “abi kalbim çatlayacak… Bunlara nasıl tahammül ediyorsun?” dediğimde, “edemediğim için üç kere kalp krizi geçirdim ya” diye gülüyordun.

“Olsun abi, kendin için olmasa da sevenlerin için, dava için, bizi yalnız bırakmamak için ne olur kendini yorma, sigara içme” dediğimde, aslında gizli gizli “sana ihtiyacımız var abi, senin gibi abilik eden kaç kişi var ki” diyordum. Daha çok abim ol, daha çok yanımızda kal, daha çok sahip çık bencilliğiyle hem de…

FETÖ’nün bütün kapıları yüzüme çarptığı, bütün yollarıma pusu kurduğu zaman, eski dostların dahi selamını kestiği, FETÖ korkusuyla yolunu değiştirdiği yerde sağına soluna bakmadan beni yanına alan sendin Hasan Abi...

Hiç üzmedin…

Hiç düş kırıklığı meydana getirmedin…

Seni tanıdığım 1993’ten beri, “elif gibi dimdik” durdun! Herkesin “acaba” dediği, herkesin korktuğu, sustuğu yerde, hesapsız kitapsız hakkın, haklının yanında durdun!

Adam gibi adamlığınla bize örnek oldun!

Sen dinlemezdin, anlardın Abi…

Aradığım her an, orada dağlar gibi dururdun. 

İncitmezdin, bekletmezdin, üzmezdin…

Tek arayanım, tek soranımdın.

Böyle çekip gitmek var mıydı Hasan Abi?

Söyle, kime diyeceğim şimdi? 

Kime abi diyeceğim Hasan Abi?

Beni kim arayacak, kim soracak?

Kim bana teselli olacak?

Zifiri karanlıkta, azgın dalgalarla boğuştuğumda, kim “deniz fenerim” olacak?

Kimin “ışığında” kulaç atacağım?

Her boğulduğumda beni kim kurtarıp, kıyıya çıkaracak?

Ya abi, hani her seferinde “sabret” diyordun?

Hani “durmak yok, yola devam” diyordun?

Hani kimsesiz, bırakmazdın?

Hani sahipsiz bırakmazdın?

Her yer uçurum Hasan Abi, her yer belâ, her yer cehennem, her yer karanlıkken böyle… Işıkları söndürme… 

Henüz hazır değilim… Alışık değilim böyle apansız gitmelere… 

Hem bak, İstanbul’da hava karlı…

Şimdi kar mı yağacak mezarının üstüne?

Bu buz gibi havada çekip gitmek de ne?

Bizi babasız, abisiz, öylece bırakıp gitmek…

Memlekette her yer uçurum, her taraf düşman, her yer toz duman…

Onu bırak da kime abi diyeceğim şimdi?

Bu yazı mı?

Değil…

Saçmalık belki…

Belki yıkılış, belki çöküş…

Bu yüzden, bakmak zorunda değil kimse yazımdaki enkaza…

Çünkü bugün içimde ne kadar isli-puslu gözyaşı varsa, bu satırlara aktı.

Hasan Abi, içimde asla sönmeyecek bir “kardeş ateşi” yakıp ötelere yelken açtı.

Hem de kardeşinden çok sevdiği, inandığı, güvendiği adam, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanındayken…

Hz. Muhammed’in alnını koyduğu secdeye, daha az önce alnını yaslamışken…

İşte bu güzergâhta dosdoğruydu ya… Öyle de gitti…

Hakkın rahmeti, ona kollarını açtı…

Peki, ne diye üşüyor, ne diye korkuyorum?

Ne diye uçurumun kenarındayım abi?

Niye canım yanıyor?

Tutmazsan ruh elinle, vallahi dayanamayıp düşeceğim sanki…

 

Merve Kavakçı İslam: Mekke’nin Fethi ve Hasan Karakaya

 

Bugün aslında Mekke’nin Fethi’ni yazmak istiyordum ama gece yarısı ansızın gelen haberle gündem bir anda değişti. Hep öyle yazardı Hasan Abi bu ülkede gündem çok hızlı değişir, bir haftalığına memleketi Ege’ye gidecek olsa birikmiş konulardan ve gündeme yetişememekten şikayet ederdi. Nerden bilebilirdik ki onun, bizler için ani vefatı bir numaralı gündem maddesi olacaktı.

Sayın Hasan Karakaya, “davanın” yılmaz müdafii  idi. Müslüman’a karşı müşfik, kâfire karşı şedid idi.  Doğru bildiğini en sert şekilde savunmaktan ve sözü eğip bükmeden cevabı ne ise yazmaktan hiç çekinmezdi. Sessiz çoğunluğun sesi idi. Derdi olan bir mü’min kişi idi. Emr-i b’il ma’rûf nehy-i anil münker yapmayı şiar edinmişti. Bizlerin başörtüsü davasında yazılarıyla bizlere en büyük desteği veren kişilerin başında gelirdi. Başörtülü vekil olarak Meclis’e girdiğimde daha sonra benim de katılacağım “gazete ailemiz” olarak hiç tereddütsüz Allah’ın emrinin savunucusu oldu. Yılmadı, hiç bir zaman eğilmedi, bükülmedi. Kızlarımın da Hasan amcası idi. İlk karşılaşmalarında “kızlar siz ne kadar büyümüşsünüz böyle tanımam mümkün değildi, şu kadarcıktınız küçücüktünüz” demişti zamanın ne de hızlı akıp gittiğine şahidlik ederek…Nereden nerelere gelinmişti… Başsavcının kapımıza dayandığı geceden, Müslümanların karga tulumba içeri alındığı, Hasan abinin apar topar alınıp götürüldüğü 28 Şubatlardan bugünlere çıkıldı. İki Hasan davasından, 312 General davasından, Reis-i Cumhur’a, evet, Cumhur’un Reisi’ne refakat edilen günlere çıkıldı. Devir değişti, devran döndü, rüzgar başka yerden esmeye başlayınca zalimler ağız değiştirdi, hepsi özgürlükçü kesildi, Hasan Karakaya ise hiç değişmedi. 12 Eylül’ün işkencelerinden geçtiği günlerde, 28 Şubat’ın soğuk gecelerinde nerede duruyorduysa bugün de orada duruyordu. Dimdik bir çınar gibi. Bükülmeden. Zira dava insanıydı. Dava belli, değişmezdi. Para pul, patrona ihale kapmak değildi derdi. Gazetesi ailesiydi. Aile davasıydı. Herkesin dava kardeşliğinde birleştiği bir aile…

Hepimizin er ya da geç ama muhakkak surette, başımıza gelecek olan ölüm, ona yeryüzünün en güzel mekanında Medine-i Münevvere’de geldi. Vazifesini tamamlamıştı Hasan Karakaya. Hakk’ın hakim kılınması için, batıla karşı mücadele etmişti. Son bir vazife, son bir arınma, pak-ı pür olma yoluna çıkmıştı. Zira akabinde asıl yolculuk vardı. Cenab-ı Hakk’a kutlu yolculuk. Ebedi yolculuk…. Nereden bilebilirdik ki… Dostlarıyla beraber ve o çok sevdiği, saydığı  Reis-i Cumhur ile, o Devlet Başkanı ile son yolculuğuna başladı. Beraber huzura vardılar. Beytullah’a vasıl oldular. Kapılar açılıverdi, Kâbe’nin yollarına girdiler. Sonra bir kapı daha açılıverdi, Biiznilâllah-ı Talla. Kâbe kapısıydı açılan. Orada kıyam’a durdular. Sona hazırlıktan önceki son kıyam. Beytullah’ın içinde, Kâbe’nin içinde durulan kutlu Kıyam…. Sonra en Dost’a, en büyük Dost’un manevi huzuruna vardılar. Son kez bu fani alemden O Dost’a En Dost’a selam verdiler. Teheccüdü eda edip Hakk’a yürüdü Hasan Karakaya.. Her mü’minin gıpta edeceği bir sonla. Rabbim cümleye böyle güzel bir son nasip etsin...

Mekke’nin Fethi diyecektim. O da aslında asırlar öncesinden bizlere ibret çıkarmamız gereken sırlarla dolu. Mekke’nin fethinden önce Müslüman olanlar bu davanın kahrını sırtlayanlardı. Birçoğu Mekke Fethi’nden sonraki bolluk zamanını yaşayamadan bu aleme veda etmişti. O bahtiyar insanlara özel müjdeler haber verilmişti. Bu devirde de yeniden omuzlar üzerinde yükseltilmeye çalışılan bu davanın yılmaz mücahidi idi Hasan Karakaya bey.. Tıpkı onlar gibi bu dünyanın nimetlerinden istifade edemeden terk-i diyar eyledi.

Bir mü’mini daha uğurladık. Bir dua kapısı daha kapandı. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Entum lena selef ve inna inşaallahü bikum lahikun. Kabri pür nur, mekânı cennet olsun. Sevgili Aysel Karakaya hanımefendiye, evlatlarına ve gazete ailemize başsağlığı diliyorum.

 

Serdar Arseven: Hasan Karakaya.. Ne güzel bir gidiş bu!

 

Gecenin 1.30’u, Cumhurbaşkanımızın Başdanışmanı Lütfullah Göktaş, Medine’den arayıp Hasan Ağabey’in hanımefendisinin telefon numarasını istediğinde, o mahmurlukla “Bende yok” dedim.

Sonra...

Beynim döndü....

“Ne oldu, Hasan Abi’ye...” !!!!

Kalp rahatsızlığı vardı, “yine yoklamıştır şöyle bir” diye bir “ümit” kırıntısı düştü yüreğime.

“Kaybettik başımız sağ olsun, Allah rahmet eylesin” deyince Lütfullah Bey, hiç bir şey olmamış gibi, “Ben alıp sana gönderirim telefon numarasını” karşılığını verdim.

Numarayı aldım, gönderdim.

Şöyle bir evin içinde turladım.

Aman Allah’ım, Hasan Karakaya Ağabey rahmetli oldu!..

Yığılıp kaldım; 1989 yılından bu yana, 26-27 yıl boyunca neler neler birikmiş...

Akıp gitti gözlerimizin önünden; yaşadıklarımız, ne zorluklar, ne mücadeleler, ne heyecanlar, bombalanmalar, kaleşlenmeler, yargılanmalar,  “darbe karşıtlığı”ndan hüküm giymeler, işkenceler...

Hasan Ağabeye de ne çektirmişlerdi.

Yılmadı, taviz vermedi, imaj yapmaya ve satmaya çalışmadı, gecesi gündüzü yoktu, evine gece 1’de, 2’de giderdi...

Ailelerimizi çok ihmal ettik; haklarını helal etsinler.

Ben, bugün hiç iyi değilim.

Bir yanım “Ne güzel bir gidiş, kutsal topraklarda, Sevgililer Sevgilisi’nin yanı başında...”

Son dakikalarında, “Ne güzel oldu, bu mübarek diyarlarda doya doya ibadetimizi yaptık, şükürler olsun” demiş Hasan Ağabey...

Medine’den geliyor...

Cuma günü gidiyor.

Pensilvanya merkezli nice saldırı var!.

Nice zorluklara göğüs gerdi Hasan Ağabey, nice yargılandı da memleketinden kaçmayı bir an olsun düşünmedi!..

O Medine’den selam vererek gitti.

Kaç kişiye nasip olur?

Saldıranlar çatlasın!..

Yılbaşı gecesi ziftlenenler çatlasın!..

Neyse...

Bugün bu kadar...

Yola çıkıyorum Ankara’dan, yollar karlı, kapalı....

Fatih Camii’nde Cuma Namazı’nın ardından “veda”laşma...

Ne güzel. 

Dua et bizim için Hasan Ağabey.