Yeni Akit yazarı Faruk Köse, seçimlere ilişkin değerlendirmede bulunurken “Siyasal kadroların, ‘sandık sonuçları’nın ‘oy verme mekanizması’nın ürettiği ‘tercih tablosu’ndan ibaret olduğunu, ‘meşruiyetin ve haklılığın ana unsuru’ olmadığını, seçim sonrası sürecin ‘hukuk ilkeleri’yle yürütülmesi gerektiğini esas alması gerekir” uyarısında bulundu.
Faruk Köse’nin “Oy vermek veya seçim yapmak...” başlığıyla Yeni Akit gazetesinde yayımlanan yazısı şöyle:
Bugün milyonlarca kişi sandığa gidip oy verecek. Küçük bir “belirleyici grup” tarafından “seçilmiş adaylar” arasından “tercih” yaparak, kendilerini yönetecek kişiyi seçtiklerine inanacak.
Çünkü “Demokratik mekanizma”da insanların gerçekten “seçebiliyor olma”sı önemli değildir; Stalin’in dediği gibi, “insanların seçimlerin yapılmış olduğunu bilmesi yeterlidir.” Mekanizma böyle kurulmuş. İşte bu yüzden, “demokrasinin seçim mekanizması”na oldum olası ısınamadım.
Peki, şimdi ne yapacağız, kimi seçeceğiz? Gerçekten “seçtiğimizi sanarak”avunacak mıyız, yoksa “seçmediğimiz”in, sadece “seçilmişler arasından tercih yaptığımız”ın farkına varabilecek miyiz? Bence, seçmen artık “oy vermek”ten öte geçerek “seçebilme”ye talip olmalı. “Seçebilme yetkisi”ni haiz olduğunda, “asıl belirleyici” olarak bazı temel kriterleri gözetecektir. Mesela:
“Hakkı batıla karıştırmayan”ı, batılı elinin tersiyle itip hakka dört elle sarılanı seçecektir. İnsanları “ma’rufa yönlendiren”i ve “iyiliği emredip kötülükten vazgeçirme”ye çalışanı, bütün bunları “Allah ve Rasûlü’ne itaat” ile yapanı seçecektir. “Helali haram etmeyen”i, “haramı helale dönüştürmeyen”i seçecektir. “Haramlarla mücadele eden”i, toplumsal yaşantıyı bunlardan arındıracak olanı seçecektir.
“Mü’min” olanı, “gayri İslami faaliyetlerde bulunmayan”ı, “mü’minleri hor ve hakir görmeyen”i, “kâfirleri tasdik ve taltif etmeyen”i; müslüman olarak “bizden olan”ı, bizim gibi inanıp düşüneni, “İslam dışı mihraklar”la müslümanlar aleyhine “işbirliği” ya da “iş ortaklığı” yapmayanı seçecektir.
Velayetini “müslüman”a, “İslam’ı hayat nizamı olarak benimseyen”e, bulunduğu makamları “İslam’ın egemenliği için atlama taşı” olarak kullanana verecektir.
“İnsanları dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve menfaatleri için çalışma”yı esas alan “İslami siyaset”i takip edeni;“adil siyaset” izleyeni, “insanların haklarını zâlimden alıp zulüm ve fenalıkları defeden”i, “fitne ve fesat ehlini yaptıklarından men eden”i seçecektir.
“Akleden”i, “beynini kullanan”ı, “düşünebilen”i, “ezik olmayan”ı, “kimlik-kişilik sahibi olan”ı, “piyon olmayan”ı, “onurlu duran”ı, “başımızı dik tutan”ı seçecektir.
“Tağutlaşmayan”ı ve “vahye tâbî olan”ı; “tağut”u değil “Allah’a itaat eden”i, “dinsiz”i değil “dindar”ı, “imansız”ı değil “imanlı”yı, “müşrik”i değil“tevhid ehli”ni, “kâfir”i değil “müslüman”ı, “Laik”i değil “Şeriat’tan yana olan”ı, “İslam dışı ideoloji veya yol-yordam sahibi olmayan”ı veya “bunlara hizmet etmeyen”i seçecektir.
“Çalmayan”ı, “çaldırmayan”ı, “kul hakkına girmeyen”i, “haram lokma yemeyen”i seçecektir.
Allah’ı gaye, Kur’an’ı düstur/anayasa, Rasulullah’ı önder, cihadı yol, şehadeti en yüce emel edineni seçecektir.
Seçtikten sonra “hesap sorabileceği” ve “denetleyebileceği” kadroları seçecektir.
Seçim varsa “seçmen beklentileri” de vardır. Seçmen, beklentilerini karşılayacağına inandığını seçer. Her ne kadar bu beklentiler partilerin“seçim öncesi duruş”larıyla ve “seçim sonrası için vaatler”iyle belirlense de, “seçmen beklentisi” çoğu zaman, “siyasal kadrolar”ın vaadettiklerinin ötesine geçer. Ancak, seçim öncesi ile seçim sonrası arasında büyük farklar olur. Bir gün önceki duygusallık, tepkisellik, stres ve hınç, bir gün sonraki seçim zaferiyle birlikte yerini akl-ı selime, sükûnete, hoşgörüye bırakabilir. Aslında böyle de olması, “güç sahibi”nin, elindeki gücünü bir“tahakküm vasıtası”na değil, “merhamet ve adalet”e dönüştürmesi lazımdır.
“Toplumsal yapının onulmaz yaralar almaması”, geleceğe yeni bir sayfa açarak “yeni bir başlangıç” yapılması için, “seçim sonrası”na dair esaslı bir“sükûnet politikası” takip etmek daima kazandırır. Buna dikkat etmek lazım.
“Oy veren” değil de “seçebilen” insanlar, “devlet ve toplum hayatına ilişkin köklü bir revizyon”a gidilmesi beklentisi içindedir. Bu kapsamda“hukukun egemenliği”nin sağlanması birinci öncelikli adım olacaktır. Bunun için de ilk olarak anayasanın, “toplumsal duyarlılıklar”a ve “insani gerekler”e göre değiştirilmesi çok önemlidir.
Eğer siyasal ve bürokratik kadrolar “ikbal ve istikbal beklentilerine göre eğilen menfaatperestler”den arındırılarak, “toplumsal beklentiler”e uygun icraat yapacak inançlı, dürüst ve mert kişilerle takviye edilmeyecekse, “seçim”den değil, “oy verme”den söz ediyoruz demektir. Bunun için, toplumun “inançlar”ına, “hak ve özgürlükler”ine; siyasal, ekonomik, idari ve hukuki beklentilerine ilişkin yapılması gereken her ne varsa, tek seferde ve zamana bırakmadan yapılmalı; toplum ve devlet hayatı, “toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerleri”ne uygun olarak biçimlendirilmeli; böylece Devlet, yeniden yapılandırılmalı.
Siyasal kadroların, “sandık sonuçları”nın “oy verme mekanizması”nın ürettiği “tercih tablosu”ndan ibaret olduğunu, “meşruiyetin ve haklılığın ana unsuru” olmadığını, seçim sonrası sürecin “hukuk ilkeleri”yle yürütülmesi gerektiğini esas alması gerekir.
Mührü eline alan, “oy vermek”le “seçim yapmak” ikilemi arasında hangisini icra ettiğinin bilincine varırsa, sandık sonuçları belki bir nebze olsun gerçek değerine yaklaşabilir.