Erdoğan, geçmişte İstanbul'un kıymetinin bilinmediğini belirterek, "İstanbul gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum" demişti.
TIKLAYIN: Erdoğan: İstanbul'a ihanet ettik; bundan ben de sorumluyum
Dünyanın depremi büyük kıyametse, yaklaştığı yıllardır haber verilen İstanbul depremi de küçük kıyamet.
‘Ha geldi, ha geliyor, ha gelecek’ diye uzmanların uyardığı ‘yıkıcı felaket’in provası gibiydi.
‘Felaket tellallığı’, ‘korku tacirliği’ değilmiş ‘hazırlanın’ uyarıları.
Hatırlatılmasından rahatsız olanlara, arz ettiği tehlikeyi depremin kendisi hatırlattı.
Hazırlık durumumuzu önden test etti diyelim. Korkarım geçemedik, bütün erken ikazlara rağmen hazırlıksız yakalandık.
İlk firemiz, mobil telefon şebekeleri oldu. Hatlar çöktü, sevdiklerimizle irtibatımız koptu. Hiç hazır değillermiş, bu altyapıyla yıkıcı bir zelzelede ne hale geleceklerini siz düşünün.
‘Şehre ihanet ettik’ cümlesinin tam karşılığını henüz göstermedi bu deneyim gerçi bize. İmara açılan toplanma alanlarının, çarpık ve kaçak yapılaşmanın sonuçları hakkında bir fikir vermedi.
Yine de 5.8 şiddeti buysa, bacaklarımızı ve binalarımızı tir tir titretmeye yettiyse, 2 derece büyüğü neler yapmaz!
Sanırım, psikolojimiz kadar fiziki hazırlığımız da bu sınavla baş edecek sağlamlıkta değil. Gözle görülen bir sonuç da bu oldu.
Ne yapacağımızı, neye uğradığımızı şaşırdık. Panik kaçınılmaz, ne kadar beklerseniz bekleyin hep beklenmedik bir anda çıkagelir deprem...
Fakat onca bilinçlendirme kampanyalarının hiç mi faydası dokunmayacaktı!
Kapıyı çaldığında eller ayaklar, çuvallayan hatlar birbirine dolaşıyor, hiçbir yerimiz tutmuyor.
Daha şiddetli vurduğunda nasıl paralize edeceğini de zihinde canlandırma fırsatı verdi.
Korkmamak, panik içinde kaçışmamak, psikolojik açıdan soğukkanlı ve tedbirli karşılamak diye bir şey yok. Her zaman tedbirsiz yakalayacak, her zaman felce uğratacak...
Mesele, fiziki yıkıma gafil yakalanmamak, enkaz altında kalmamaktı. Dayanıklılık performansımız bu açıdan da test edildi. Fakat hasar tespitinden öte, daha büyüğünün olası sonuçlarını bununla ölçme imkanı var mı?
Depreme karşı alınamayan kentsel dönüşüm tedbirleriyle ilgili bir fikir verdi mi mesela? Ne kadar lazım, ne kadar hayatiymiş?
Dönüşüm projelerinin başarılmasıyla başarılmaması arasındaki fark ne?
Can kayıplarının önlenmesi açısından, geçen süre zarfında kayda değer bir değişiklik sağlanabilmiş mi?
Ne mesafe alınmış, nerelerde çuvallanmış? Simülasyon yardımıyla bir mukayesesi yapılabilecek mi?
Neye benzediğini, nasıl bir şey olacağını iliklerimize dek hissettiren bir gerçek deprem tatbikatıydı yaşadığımız.
En azından Hilmi Yavuz’un sorusu, İstanbullular nezdinde bir cevap buldu.
Şöyle soruyordu:
“Sen benim kalbimin bakıcısısın/Güldeki karanlık yazıdan bir mesel/Sussam razı değil dile/Konuşsam derin ve geleneksel/Bir hüzündür/Dolaşır dilden dile
Ah bedenin, zakkum bedenin/Bir dağyolu tadında/Ve ben o yolu kalbiyle bilen/Yüzün gizemdir senin, yokluk/Acı sessizce yedi dildedir/Sevdalar kimdedir, kandedir/Ve depremler senin neren?”
Şairin muhatabı biz değiliz, bağlamı ve muradı başka. Ama geçmiş deneyimlerden ders çıkarmayı başaramamış olsak da bu şiirden hissemize düşen payı niye çıkaramayalım! Depremin neremiz olduğunu biz de az buçuk gördük sanırım.