Türkiye'de 1990'lı yıllarda İslami kimliğe sahip kadınlar "Başörtüsüne özgürlük" sloganıyla meydanlara çıktıklarında ve üniversitelerde gösteriler düzenlediklerinde, ön sıralardaki bir kadın dikkat çekiyordu.
Kur'an-ı Kerim'in "erkek egemen yorumlanışını" eleştiren Hüda Kaya, toplumun farklı kesimlerinden tepki de aldı, saygı da gördü.
28 Şubat sürecinden günümüze, farklı dönemlerde farklı mağduriyetler yaşadı. İslami kimliklerini vurgulayan kadınların özgürlük hareketinin baş aktörlerinden oldu. Kendi ifadesiyle İslami kesimdeki "milliyetçi" anlayışı eleştirdi. 7 Haziran 2015'te İstanbul'da Halkların Demokratik Partisi'nden (HDP) seçilmesi, "camiada" tepkileri daha da artırdı.
57 yaşındaki Hüda Kaya ile hayat hikayesini ve kadın hareketindeki rolünü konuştuk.
Tabii ki. Ailem Adnan Menderes'in hatırasıyla teselli bulmaya çalışan bir sağ anlayıştaydı. Bu gençlik dönemlerimde yerli-yabancı her şeyi okuyordum. Bu okumalar sırasında dinle tanıştım. Bazen babamın Cuma'ya gittiğini de biliyorum ama dini ritüellerle tanışık değildim.
O dönem anne babalarımızın duruşunu pasif olarak nitelendiriyorduk. O günün gençlik hareketi içerisinde (Alparslan) Türkeş, Nihal Atsız gibi isimlerin yazı ve eserleri bizi ülkücü gençliğe yaklaştırdı.
Fakat bir gariplik fark ettim: Kitaplara çok mesafelilerdi.
Çocuk yaşlarımda çok net hatırlarım, TRT'nin gündüz 13:00 ve gece yarısı 11:30 ana haberlerini kaçırmadan dinlerdim. Babam gece işten geldiğinde oturup saatlerce Türkiye ve dünyada olan bitenin tartışmasını yapardık. Ona da muhalefet ederdim. O dönem (1970'li yıllardaki uçak kaçırma eylemleriyle Filistinlilerin İsrail'e karşı mücadelesinin sembolü olan isimlerden) Leyla Halid gibi profiller benim idolüm olmuştu.
Kur'an ile tanışmam ise 18 yaşında oldu. Tüm dünya insanlarının ırk, din, inanç farklılıklarının ötesinde eşit olduğunu, her şeyin Türk dünyası gerçekliğinden ibaret olmadığını, insanların haklılar ve haksızlar, ezenler ve ezilenler olarak ayrıldığını anlamıştım. Milliyetçi, mezhepçi, tüm ötekileştirici kimlikleri reddeden duruşumuz böyle şekillendi. Sancılı ve peyderpey gelişti her şey.
19 yaşlarındaydım. Okuduğum kitaplar eve sokulmuyor, yakılıyor, yırtılıyordu. Aile içinde krizler yaşanmaya başlamış, bir arada yaşayamaz hale gelmiştik. Evden ayrılmayı kesin düşündüğüm zamanlarda, evlenme kararı aldım.
Evlenirken, dini yaşamla ilgili kendime daha uygun bir hayatı paylaşabileceğimi düşünmüştüm. 9 yıl evli kaldım, üçü kız 5 çocuğum oldu. 'Bebekler eşittir kitaptı' benim için. Çocukları emzirirken, büyütürken, istisnasız bir okuma mücadelem vardı. Kitap hiçbir zaman elimden düşmüyordu. Hakikati arayış sancısı çekiyordum.
Okuduğum hayat ile yaşadığım pratik arasındaysa tezatlar vardı. Öğrendiğim Kur'ani referansların, toplumsal ve bireysel yaşamda pratiğe dökülemediğini görüyordum. Bu yaşamı sürdüremeyeceğime karar verdim. 5 çocuğumu da alarak boşanma davası açtım. Ama boşanmayı kabul etmiyordu, çocukları vermiyordu eski eşim.
İstanbul'u terk edip izimi kaybettirmek zorundaydım. Malatya'da bir yaşam mücadelesi başlattık. İlk defa Anadolu'da, yabancı bir şehirdeydik. Giyim mağazası işlettik yıllarca.
90'lı yıllarda Malatya'da çocuklarımla beraber ekonomik, ilmî, kültürel ve siyasi mücadele başladı hayatımızda. Bu başörtüsüne özgürlük mücadelesiyle de tanıştığımız yıllardı. Deneme yanılma yöntemiyle hareket ediyorduk.
Hazreti Meryem bir tanesiydi. 'Tarihin ilk feministi' diyebileceğim bir kadındı ancak hakkıyla tanınmıyordu.
O günün dinci, egemenci, erkekçi sınıflarına karşı tek başına inanılmaz bir mücadele ortaya koymuştur.
En etkilendiğim, ilkokul çağında 6 bin erkek öğrenciyle bir eğitim merkezine verilmesidir. Üniversite çağının bitişine, İsa doğuncaya kadar, bu okuldaki tek kadın oydu.
"Allah da, kitap da, fetva da, yönetim de bizden sorulur" mantığının en bağnaz şekilde uygulandığı bir gerçeklik içindeydi Meryem. Hep erkeklere ayet iner diye bir algı yaratırlar ama Kur'an'da şöyle bir ayet vardır:
"Biz Meryem'e vahyettik. 'Sen de git onlarla beraber secde et' dedik" der. Mescid aynı zamanda Meclis'tir. Buraya adım atarak erkek tabusunu tek başına yıkmıştır. Şiddete ve nefrete maruz kalmıştır.
90'larda başörtüsü yasağıyla karşı karşıya kalan kadınların alana inmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İslam kimlikli kadınlar için bir ilkti. Üniversite önleri ve meydanlarda varlıklarını göstermeye başlamışlardı. 2000'lere doğru Türkiye'nin genelinde yasak yaygınlaşınca, eylemler de yaygınlaştı.
Ben hep özgün bir mücadele içerisinde oldum: Sisteme ve zulme muhalif durdum.
28 Şubat'a kadar sadece İslam dünyasından ibaret bir bakış açısıyla adalet ve özgürlük mücadelesi verdiğimizi düşünüyordum. 28 Şubat'tan sonra artık olayın zalim ve mazlumlar, haklılar ve haksızlar arasında olduğunu anladım. İktidardakilerin, kimlikleri ve renkleri ne olursa olsun, ezilenleri de ayrıştırıp kendi güçlerini muhafaza ettiklerine şahit olduk. Bu devlet politikası halen devam ediyor.
Aleviler, Sünniler, sol kesimler, başörtülüler ayrı ayrı büyük zulümlere maruz kalıyorlardı, aynı zamanda egemenlerin oluşturduğu algılarla birbirlerine mesafeli kalıyorlardı. Ezilenlerin dayanışması diye bir farkındalık yoktu.
Ama farklı dönemlerde oy vermiş olsam da hiçbir partiye ait hissetmedim - ta ki HDP'ye kadar.
İnsan hakları ihlalleri ve darbelerin yıldönümleri ile özgürlük çalışmalarında dayanışma talebimizi ortaya koyduk ve süreç gelişti. Aleviler, Ermeniler gibi Cumhuriyet döneminde Müslümanlar da eziliyorlardı. İslami mücadelemizde sisteme muhalif olduğumuz gibi, birbirimize de muhalif ve mesafeliydik.
İslami muhafazakar partilerde korkunç bir erkek egemen duruş vardı. Özgün, kadın kimliğimle kendimi tanımladığım bir mücadelede, bir parti içinde var olabileceğimi düşünmedim bile.
Elbette. 28 Şubat'ın getirdiği rüzgarın içinden çıkan bir Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı vardı. İnananlar iktidara geldiğinde, başkaları bizim yaşadığımız haksızlıkları yaşamaz diye düşünüyorduk. Bakın, yıllarca başörtüsüne özgürlük mücadelesi verirken bir şiarımız vardı: "Herkes için adalet, başörtüsüne özgürlük". Kim olursa olsun mazlumun yanında olmak…
Fakat AKP'nin birinci, ikinci iktidar dönemi derken, yapılan yanlışları artık açıktan söylemeye başlayınca, bana tepkiler geldi.
Roboski'nin yaşanmasıZamanın başbakanı [Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan] iki gün ortaya çıkmadı, çıktığında da orduya laf söyletmedi. Bakan (Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin) çıktı "Ölmeseler yargılanacaklardı" dedi. Köylülerin acısını paylaşmak yolunda adımlar atılması gerekirken, vicdani açıdan pervasızca yaklaşmaları sonrası, biz İslami kesimden 9-10 kadın oradaki ailelerle dayanışmak için Roboski'ye gittik. 'Camia'da bu büyük yankıya neden oldu. "Siz Kürtçü mü oldunuz, teröristlere destek mi veriyorsunuz?", "Devlete meydan mı okuyorsunuz?" gibi tepkilerle, linçlerle karşılaştık.
N'oluyor dedik? Filistin'deki halkla dayanışma yaptığınızda itibar görüyorsunuz, biz sınırlarımızın içinde ezilen halklarla dayanışma ortaya koyduğumuzda terörist muamelesi görüyoruz.
Kurumsal olarak AKP'de bizatihi başörtüsü ve insan hakları mücadelesinin içerisinde olunmadı. AKP'nin içerisinde şahıslar, bizatihi isimler vardı dayanıştığımız. Ama kadınların yaşamına ayar vermek, hayatlarına sınır çizmek gibi her konuda üst akılın karar verici olmasının toplumsal yansımalarını gördük.
Ama bunun tarihsel bir arka planı var. Yüzyılların getirdiklerinin temsilciliğini yapıyorlar. Doğurmasından ne yiyip içtiğine kadar kadınlar yerine karar almaya hakkı olduklarını düşünüyorlar. Bugün yaşadıklarımız, kendini dindar referansla ifade eden, mezhepçilik ve bağnaz gelenekçiliğin yoğrulduğu bir dinciliğin tezahürüdür. Emevici yani ırkçı ve erkekçi bir dinciliğin karşılığıdır. (Kaya, Muhammed Peygamber'den sonra Emeviler döneminde (662-750) hadis uydurulduğunu, dinin erkek egemen ve saltanatçı bir yapıya dönüştürüldüğünü yazmıştı.)
Haklısınız. Ben 35 yıldan fazladır gece gündüz, ekmek ve su gibi ihtiyaç hissederek bunun araştırması içindeyim. Kur'an'ı korkunç eleştiren bir insanım aynı zamanda.
Bakın, benim bir şeyhim, önderim, hocam olmadı. Ne bir kadın, ne de erkekten öğrendim.
Ben özgür ve bir kadın kimliğiyle nasıl olmam gerektiğini, inanın Kur'an'dan öğrendim.
Hucurât Suresi 9'uncu ayet şöyle der: "İki taraf birbirleriyle çarpıştığında aralarını bulun, barışı sağlayın. Bir taraf diğerine saldırmaya devam ederse, Allah'ın emrine, barışa gelinceye kadar siz de onlara karşı mücadele edin. Vazgeçerlerse, tarafların arasını adaletle ayırın, hükmedin."
Bugün HDP ve ezilenlerle beraber olma noktasına gelmem için beni ikna eden bu ayettir.
Mezheplerin oluştuğu dönemlerde kadınla ilgili oluşturulan referanslar, Kur'an ile taban tabana zıttır. Müslümanların yüzde 95'i Kur'anı çok okuyorlar ama bihaberler.
O günün erkekçi zihniyetinde Peygamber bile 'Sen kadınları çok şımartıyorsun. Toplumda çok yer verdin!' diye inananların eleştirisine maruz kalmıştır.
Kadının erkekle birlikte sorumluluk aldığı pratikten sonra Hz. Ömer'in oğlu Abdullah şöyle der:
"Peygamber hayattayken biz kadınlara 'Höt' diyemezdik. Kadınlara 'Höt' desek ayet inerdi. Peygamberin vefatından sonra elimiz genişledi."
Bu onun vefatından sonra nasıl gerisin geriye döndüklerinin somut bir ifadesidir. Emevilerle din, devletin ve saltanatın kuşatmasına geçtiğinde, Peygamber adına yüz binlerce hadis uydurulmuştur. Bu kişiler bellidir ve itiraf etmişlerdir.
Bunlar iki noktada durdular. Birincisi, halkların her şeyi sorgulamaması, kayıtsız şartsız bu akla tabi olması. İkincisi, 'Bir kadın mutfakla yatak odası arasında ne kadar aktifse o kadar cennetlik bir kadındır' dinciliği. Bugün ilahiyatta bile bunlar okutulmaya devam ediliyor.
"Erkek kadın konusunda kendi bakış açısını yorumlar" dememin sebebi, tam da bu konudur. "Ne vardı da bu ayet böyle söyledi?" diye yaklaşılması gerekiyor. O günün Arap toplumu kadınların son derece şeffaf giyindiği bir yapıya sahipti. Ama kadını sömüren, satan, tecavüz eden, istismar eden, sadece ve sadece cinsel bir obje olarak gören, cinselliğiyle muhatap alan bir erkekçi zihniyet vardı. Hz. Hatice'den başka kadın şahsiyet o günün toplumunda göremiyorsunuz.
Bu toplumda kadının kamusal alanda dişiliğiyle değil kişiliği ile, insan oluşuyla eşit bir şekilde muhatap alınmasına yönelik bir vurgu vardır.
Başörtü olarak da bunu ifade etmiyorum, bugünkü dekolte bile değil anlatmak istediğim. Ayet, kadının dışarıda dişi kimliğiyle çok çarpıcı bir şekilde ortaya konmasına dikkat etmesini vurgular. Kadın için adaletin böyle bir dönemde var olduğunu söylemek mümkün değil. Sadece Müslüman kadınlar için de değil bu söylediğim.
Bütün kadınlar olarak kadın kimliğimizle onurlu bir yaşama sahip çıkmak için dayanışmanın çok daha güçlü olması gerektiği dönemlerde olduğumuzu düşünüyorum.
https://www.facebook.com/HudaKaya.page/photos/a.248574858560304.60544.128486330569158/767000150051103/?type=3&theater
Bakın, Sur'da çatışmalar yaşanırken, ölülerin, yaralıların sokaklarda, okulların önünde günlerce kaldığı günlerde Demokratik İslam Kongresi'nin kadınları, erkekleri olarak bir basın açıklaması yapmıştık. Oradaki konuşmamda "Kur'an'da barışı" verileriyle anlatmıştım.
"Barışa, ölüme değil yaşama sahip çıkmak Müslüman'ın görevidir, kan dursun" demiştim.
Bu konuşmam çarpıtılmadan aynen fezlekeye yazıldı- ama altında terör örgütü propagandası yapmak iddiasıyla fezleke verildi, dokunulmazlıklar kaldırıldı.
Geçenlerde İçişleri Bakanı'nın da olduğu bir toplantıda şunu ifade ettim:
"Ben bunu 28 Şubat döneminde görseydim Türkiye olarak hepiniz ayağa kalkardınız. Ama böyle bir iktidar döneminde bize bunu yapan sizsiniz."
Bu insanlar meydanlarda Kur'an satıyorlar, 'İslam dünyasının geleceği biziz' diyorlar.
Barışa imza atmak, özgürlük istemenin ihanet gibi algılandığı bir dönemde, ne dinin yeri vardır, ne de vicdanın. Biz insanlığı kaybettik burada.