Gündem

Ahmet Şık: Cemaat'ten samimi bulduğum tek insan Hakan Şükür

Gazeteci Ahmet Şık, AKP iktidarı döneminde medyaya yönelik sansürün ve oto sansürün yaygın ve yerleşik hale geldiğini söyledi

07 Ocak 2015 20:51

İstanbul Bağımsız Milletvekili Hakan Şükür'ün T24'e yaptığı "Keşke daha önce tanıyabilseydim, bu süreçte bize empati yapma şansını sağladığı için ben de kendisine teşekkür ederim” açıklamasını değerlendiren Ahmet Şık, "Cemaat tarafında kamusal alana çıkanlardan tek samimi bulduğum insan Hakan Şükür'dür" diye konuştu.

Son dönemde çıkartılan yasaları 'korkunç ve faşizan' olduğunu belirten Ahmet Şık, "Polise vur yetkisi, yargıya her muhalifi 'terörist' diyerek, tutukla yetkisi veren yasalar var artık" ifadelerini kullandı.

Medyatava.com'dan Canan Kaya'ya konuşan gazeteci Ahmet Şık, cemaat-iktidar taraflarının kavgasına argüman oluşturan 'demokratikleşme, sivilleşme, temiz toplum ve barış' söylemleri içinse "Bunların hepsi koca birer yalan!" diye konuştu.

Medyatava.com'da Ahmet Şık'la yapılan söyleşiden öne çıkan bölümler şöyle: 

Tehdit aldınız mı?

Ne kadar ciddiye almalıyım bilmiyorum ama zaman zaman sosyal medya üzerinden ya da kimi zaman garip telefonlar açılarak evet tehdit alıyorum. İtiraf etmem gerekirse, özellikle sosyal medya üzerinden yapılan tehditleri zerre kadar ciddiye almıyorum.

Sanal alem amigolarının, bir takım çakalların hezeyanları. Eğer kitap bağlamında soruyorsanız ve yeniden hapislik ve benzeri gibi bir şeyi kastediyorsanız hayır, tehdit almadım. Artık kitap yazmaktan, haber yapmaktan tutuklama döneminin en azından bu tehdidin sahibi olan taraflardan birisi olan Cemaat’in ortadan kalktığını düşünüyorum. Çünkü yaptıklarının neye yol açtığını bizlere ve bizim gibi diğerlerine tuzak hazırlayanların kendileri de gördüler.

Şu an aynı tuzak ve yöntemlerle kendilerine yönelik operasyonlar yapılıyor. Ancak şunun da altını çizmek gerek ki bizi hapse gönderdikleri süreçteki güçlerine yeniden erişirlerse bunu tekrarlamayacaklarının garantisi yok. Taraflardan diğerine, AKP iktidarına gelirsek, kurulan hukuksuz düzenin devam etmesi için hapse göndermeyecekleri, başına çorap örmeyecekleri kimse yok. Bunun kanıtı da önümüzde zaten. 16 yaşındaki bir çocuk tutuklandı yakın zamanda. Aynı şekilde meslektaşımız Sedef Kabaş'ın başına gelenler, eski parlamenter Feyzi İşbaşaran'ın yaşadıkları önümüzdeki süreçte yaşayacaklarımızın kanıtı. Çünkü hanedanlık mafyasıyla yönetilen bir ülkede hanedanın reisinin ve yanaşmalarının çıkarları ve geleceği için kurgulanıyor her şey.

 

'Polise vur yetkisi verilen yasalar çıkartıldı'

 

Son kitabınızda AKP ile Cemaat'in ittifak ve dağılma sürecini işlemişsiniz. Peki bu süreci anlatmakla amaçladığınız şey nedir?


Kitap üç bölümden oluşuyor. İlkinde, AKP'nin bağrından koptuğu Milli Görüş Hareketi ve Gülen Cemaati'ni merkeze koyarak siyasal İslam'ın uzun iktidar yolculuğu, devamında kirli ittifakın nasıl ve ne nedenlerle dağıldığı, son bölümde de yolsuzluk soruşturmaları ve ardından gelen Cemaat'e yönelik operasyonları konu ediniyor. Her şeyden önce bir yere not düşmek adına bunu yaptım. Ve bunu yaparken de bilenlere değil, bilmeyenlere anlatır gibi ele aldım.

Çünkü 20'li yaşlarındaki genç kuşağın sadece AKP, Recep Tayyip Erdoğan ve Gülen Cemaat'i karşıtı olmak üzerinden kendilerine siyasal bir hat çizmesi sakıncalı ve yanlış bir tutum. Bu aktörler sistemin birer aracı ve onlar ortadan kalktığında sorun bitmeyecek. Yerlerine yenisi ikame edilecek. Tıpkı kendilerinin öncekilerin yerine geldiği gibi. Dolayısıyla öfkeyi, karşı çıkışı araçlardan ziyade sistemin kendisine yöneltmek daha doğru olur. Buradan yola çıkarak geçmişin iki kirli suç ortağının kimler olduğunu, hangi koşul ve şartlarda ortaya çıkıp nasıl bir seyir izlediğini anlatabilmek önemli.

Ve dağılma sürecinden sonra, özellikle yolsuzluk soruşturmalarının ertesinde ortaya çıkan yasa ve yönetmelikleri de iyi değerlendirmek gerekiyor ki, kitapta bunlara da yer verdim. Çok korkunç, faşizan yasalar çıktı. Polise vur yetkisi, yargıya her muhalifi “terörist” diyerek tutukla yetkisi veren yasalar var artık. Bir diğeri ki gazetecileri çok ilgilendiriyor. Sansür uygulamalarının sınırı belirsiz hale getiren, haber alma hakkının önüne geçmeyi amaçlayan internet yasakları.

Örneğin; bir yıl sonra bu kitapta kullanmış olduğum gazete ve televizyonların haber sitelerinden alınan kaynakların hiçbirine ulaşamayacaksınız. Çünkü yeni yasaya göre silinecek. İşin kötüsü küçük bir azınlık dışında kimse bu yasaların ne tür sonuçlara yol açacağını layığıyla değerlendiremiyor. Dolayısıyla bu kitabın iyi bir derleme ve süreci anlamak isteyenler için iyi bir kaynak olacağını düşünüyorum. Şunu da vurgulamam lazım: İnsanlar Cemaat'e ya da AKP'ye taraf(tar) olabilirler. Bu çok doğal. Ancak daha nesnel bir gözle süreci okumalarını tavsiye ediyorum.

 

'Yaşanan kavganın kilit noktası Hrant Dink suikastidir'

 

Kitapta Hrant Dink cinayetine de değinerek “Eski derin devlet tetiği çekmiş, yenisi ise örtbas etmişti” demişsiniz. Sizce Dink suikastında Cemaat’e mensup kişilerin parmağı var mı?


Burada sosyolojik tabanı olan ve birkaç milyon insanı kapsayacak Cemaat’in kendinden bahsetmiyorum. O Cemaat’in içerisinde bir takım pis ilişkilere girmiş ve derin devlet faaliyeti diye andığımız bir takım suçlara imza atmış gruplardan bahsediyorum. Hrant Dink meselesindeki bakış açım; bütün bu Ergenekon diye anılan sürecin içinde, Ergenekon, Balyoz, Kürtler için var olan KCK, sosyalistler için var olan Devrimci Karargah ve diğer toplumsal davalar özelinde bakıldığında koca bir süreç ve adını Ergenekon süreci diye tanımladığımız bir dizi davayla bütünlük taşıyor.

Bütün bu sürecin ve şu anda yaşanan kavganın en önemli kilit noktası Hrant Dink suikastıdır. Neden Hrant Dink? Çünkü Hrant Dink bir iktidar savaşının nesnesi olarak öldürüldü ve bu hunhar cinayet araçsallaştırıldı. Şimdi yine bir iktidar savaşının nesnesi olarak araçsallaştırılıyor. Hrant Dink, eski derin devlet zihniyetinden iktidarı devralmaya çalışan yeni derin devlet zihniyeti arasındaki iktidar savaşının kurbanı olarak gözden çıkarıldı. Şimdi de o yeni derin devlet odaklarının birbirleriyle mücadelesinde yine Hrant Dink'in adı kullanılıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan bizi gerçek katile ulaştırmayacak bir soruşturma zinciri oluyor.

Ben Cemaat’in doğrudan bu işin içinde olduğu şeklinde bir iddiada bulunmuyorum. Daha açık söylemem gerekirse eski derin devlet ve zihniyeti derken, Hrant ağabeyi öldüren siyasal iklimi besleyen bir takım güç odaklarından bahsediyorum. Benim için eski derin devlet tetiği çekti ve öldürülmesine karar vermiş olabilir. Ama yeni derin devlet dediğimiz AKP ve Gülen Cemaati'nin bileşenleri de bu cinayeti engellemediler. Soruşturma dosyasında bangır bangır göstere göstere gelen bir cinayetin hiçbir şekilde engellenmediğini görüyoruz. Sonrasında da örtbas ettiler. Baştan sona koca bir rezaletle karşı karşıyayız.

 

'Bir suikast karanlıkta kalıyorsa bilin ki faili devlettir'

 

Aynı şekilde usta gazeteci Uğur Mumcu’nun cinayeti de aydınlatılamadı. 24 Ocak’ta da 22. ölüm yıldönümü Uğur ağabey’in…

Türkiye’de aydınlatılmak istenmeyen her cinayetin, her suikastın failinin ‘devlet’ olduğundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bir suikast karanlıkta kalıyorsa bilin ki faili devlettir. Dün Uğur Mumcu ve Musa Anter'in faili olan devlet bugün de Hrant Dink'in failidir.

 

'Cemaatten tek samimi bulduğum isim Hakan Şükür'

 

Hemen akabinde de Hakan Şükür “Keşke Ahmet Şık’ı daha önce tanısaydım. Bu süreçte bize empati yapabilmeyi öğretti” dedi. Bu söylemi nasıl yorumladınız? Şükür’le ilgili düşünceleriniz neler?

Cemaat tarafında kamusal alana çıkanlardan tek samimi bulduğum insan Hakan Şükür’dür. Hakan Şükür’ü futbolcu kimliğiyle biliyorum. 1990’larda mesleğinin zirvesindeyken ve daha önceki yaşadığı bir evlilikten ötürü bir magazin figürü olarak da hayatımıza girmişti. Yine 90’ların sonunda Hürriyet gazetesinde Hakan Şükür’le ilgili çok uzun bir söyleşi yayınlandı. O zaman şaşırmıştım. Çünkü etikle, gazeteciliğin durduğu yerle ve özel hayatla ilgili bir futbolcudan beklemeyeceğim denli doğru tespitler içeren cümleler kurmuştu. O açıklamalarından bu yana baktığımda, bu son yaptığı açıklamada da ‘Empati kurmayı öğrendim’ diyor ya, benim önemsediğim şey budur işte.

 

'Yakın gelecekte medya çok parlak görünmüyor'

 

2014 medyanın kara yılı oldu. Birçok gazeteci işsiz kaldı… Baskı ve sansür uygulamaları da sıkça gündeme geldi. 2015’i medyanın geleceği açısından nasıl görüyorsunuz? Düzelme olur mu?

Çok karanlık. Medyaya yönelik sansürün ve oto sansürün bu kadar yaygın, yerleşik hale gelmesinin şahikası AKP döneminde olmuştur. Yakın gelecekte de medya çok parlak görünmüyor. Medya sektörünün bütününe baktığımızda neredeyse yarısı doğrudan hükümet bağlantılı. Kalan yarısının içerisinde ‘ana akım’ gibi görünen yerlerde Doğan, Doğuş, Ciner Grubu gibi yerler patronaj ve devlet ilişkileri açısından sıkıntılı yerler olduğu için görece bağımsızlar. İktidarın sopasının sürekli kafalarına ineceğini bildikleri için işlerini layığıyla yapamıyorlar. Düşünebiliyor musunuz; Aydın Doğan medyasının muhalif diye anıldığı bir dönemden bahsediyoruz.

Ana akım diye tarif edebileceğimiz ve doğrudan AKP'li olmayanların oranı yüzde 40’a tekabül ediyor. Geriye kalıyor yüzde 10’luk bir yayın grubu. Etkisi az, çok fazla izlenilmeyen televizyonların ve çok fazla satılmayan gazetelerin olduğu yayın grupları… Ve ne yazık ki birçoğu muhalefet ettikleri iktidarı besleyen dil üzerinden yayın yaptıkları için durumumuz gerçekten çok vahim.

Hiç çıkış yolu yok mu yani?

Tek çıkış yolu; sahibinin çalışanları, izleyicileri ve okuyucuları olduğu yayın organlarına sahip olmak üzerinden geçtiğini düşünüyorum. Yani kooperatif modeli bir yapıdan bahsediyorum. Her güç odağına eşit mesafede durmaya çalışan ama her zaman ezilenden yana ve haksızlığın karşısında durmaktan yana taraf olan bir yayın organı olmalı. Sahiplik yapısı tamamen izleyicisi, okuyucusu ve takipçisi üzerinden olabilecek bir medya sistemi şu anki mevcutların içinde en bağımsız yayın organı olur. Gerçek yayıncılığın, gerçek gazeteciliğin ve doğru muhalefetin yapılacağı yerin orası olduğunu düşünüyorum.

 

Söyleşinin tamamını okumak için tıklayın