Taraf Gazetesi'nde bugün yayınlanan söyleşide Galatasaray Üniversitesi İktisat Fakültesi ve Paris Pantheon-Sorbonne Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet İnsel, AKP'nin 10 yıllık pratiğini ekonomik yönden ele aldı.
Röportajın bir bölümü şöyle;
2001 krizinin ardından sıkı maliye politikası uygulandı, makroekonomik dengeler sağlandı, kalkınma hamlesi başladı. Uluslarararası ortamı iyi kullanan Türkiye büyüme trendine girerken, dünyadaki kriz ortamından istifade ederek sıcak para çekti. Bu hafta başı itibariyle yatırım yapılabilir ülke haline bile geldi. Bu tablonun gözle görülmeyen zaafları nelerdir?
Zaafları görebilmek için tablonun olumlu cephesini özetlemek lazım. 2001’de ekonomide ve toplumsal yaşamda büyük güven bunalımı vardı. Türkiye açısından 90’lar gri yıllardı. AKP bunu öngördü mü yoksa iktidara geldikten sonra mı fark etti bilemeyiz ama iktidara geldikten sonraki politikalarında ağırlıklı unsur istikrar ve güvenin yeniden tesisiydi. AKP’nin iktisat programı liberal bir piyasa ekonomisi hedefidir. Bunu sosyal demokrat, sosyalist, sol açıdan değerlendirirsek başka bir şey ama kendi içinde tutarlı. Şu hatırlatmayı yapayım: Abdullah Gül, başbakanlığı Tayyip Erdoğan’a devrettiğinde, Erdoğan, Gül Hükümeti’nin programının çok benzer bir versiyonunu benimsedi. Ancak Erdoğan’ın programında Gül’ün programında olmayan bir şey vardı. Bir yıl sonra bunun üzeri çizildi, bir daha da ağıza alınmadı. O da AKP’nin piyasa toplumunu kurmak istediği iddiasıydı. Açıkça programda yer alan bu ifade neoliberal politikanın bel kemiğidir.
Neden üzeri çizilmiş olabilir?
Büyük ihtimalle toplumda bunun hoş görülmeyeceği için. Açıkça söylenmesinin AKP açısından çok fazla liberal geleceği ve çok eleştirileceği için. Türkiye’deki mütedeyyin kesim açısından piyasa toplumu tabiri çok sıcak bir tabir değil. ABD toplumu kadar piyasanın fetişleştirildiği bir kültürde değiliz.
AKP’nin iktisat politikaları kendi içinde tutarlı ilerledi diyebilir miyiz?
Bu çerçeveden bakınca tutarlı. Hedef toplumda güvenin tesisiydi ama esas amaç piyasa aktörlerinde güvenin tesisiydi. Bu hem yatırım hem de dış kaynaklara daha kolay ulaşmak demek. Güven tesisini inşa ederken şanslarının yaver gittiği birkaç konjonktür de vardı. Birincisi istikrarlı hükümet. Bu da bir düşeş durumuydu unutmamak lazım. Yüzde 34 oyla Meclis’te üçte iki çoğunluk alabilmek kolay değil. MHP ve DYP’nin yüzde 10’un altında kalması sayesinde bir düşeş. AKP, bunun getirdiği imkânları doğru kullandı. Uluslararası konjonktürde de genişleme dönemi vardı. Krize kadar uluslararası piyasa hızla genişliyordu, likidite bolluğu vardı. Bolluk Türkiye’nin yüksek faizle ama istikrarlı ve güvenli bir ekonomi imajını pekiştirerek güçlü dış sermaye çekmesini sağladı.
Ekonomideki olumlu havanın özetinin ardından gelelim zayıf halkalara...
İlki yapısal bir sorun olarak üretimin kompozisyonu ile ilgili. Türkiye büyük ölçüde ara malı ve teknoloji ithal ederek üreten bir ülke. Üretimdeki ithalat katsayısı çok yüksek ve bu sabit bir katsayı. Büyüme olduğunda ithalat büyüyor ama ihracat büyümüyor. İhracatı dış faktörler belirlerken, ithalatı iç piyasa belirliyor. Ürettiğimiz oranda ithal etmek zorundayız. Katma değeri göreli düşük bir ekonomimiz var. İkincisi, düşük tasarruf yüksek tüketim dinamiği ile ayakta duran bir ekonomi olması. Tasarrufun düşük olmasının yapısal başka bir nedeni de şu: Türkiye’de çalışma yaşındaki nüfusa göre çalışan sayısı düşük. Çalışma yaşındaki nüfusta erkeklerin çalışma oranı Avrupa düzeyinde ama kadınlarda çok düşük. Kadınların çalışmaması ya da bir kısmının ücretsiz aile işçisi olması ama hanehalkına nakdi gelir katkısının olmaması, hanehalkında gelir getiren kişi sayısının sınırlı olması gibi ciddi bir sorun yaratıyor. Eğer tasarruf oranı tüketimi azaltmadan arttırılmak isteniyorsa, yapılacak en önemli iş, kadınları emek piyasasına dâhil edici teşvik önlemlerinin alınması. AKP, hiç önlem almadı diyemeyiz. Fakat diğer yandan muhafazakârlığın Türkiye’de kendini en güçlü ifade ettiği yer ailedir. Ailenin direği kadındır, dolayısıyla muhafazakârlık değerleriyle çatışan bir yapısı var. Tüketimi azaltmadan tasarrufu arttırmak için kadının çalışması lazım ama kadın daha çok çalıştığında muhafazakârlar aile çökecek endişesi taşır.
Büyümeyi sağlarken gelir dağılımı ile ilgili bir uçurum mu yarattı hükümet?
Uçurum yarattığını söyleyemeyiz, büyüme ile gelir dağılımında iyileşme olmamakla birlikte büyük kötüleşmeler de yok. Çünkü, hızlı bir büyüme olduğu için alt kesimlere de kısmen serpintileri yansıdı. Şimdi büyüme yavaşladığında bunun sonuçlarını daha net göreceğiz. O zaman güçlü kesim, üretimden daha fazla pay almaya başlayınca, diğerlerinin payı azalacak. Onun da gelir dağılımını kötüleştirme ihtimali var.
Not artışının ekonomiye nasıl bir etkisi olur?
Türkiye’deki kuruluşların uluslararası borçlanmasında risk primi daha azalır. Elde edilecek marj, daha önce elde edilmiş marj kadar büyük ferahlık yaratmaz. Bütçenin finansmanı açısından da bütçenin yükünü azaltır. Bu da eskisi kadar ek rahatlık sağlamaz. Dış yatırım imkânlarını arttırabilir. Bu da büyük ölçüde siyasi istikrara bağlı. Rating kuruluşları, Türkiye’deki çok çatışmalı siyasal ortamın risk unsuru olduğunu belirtiyor. Gelecek dönemde büyümenin 2000’lerdeki gibi olmayacağından eminiz. Türkiye 2010-2011’de hızlı büyüdü ama bu hızlı büyüme 2008-2009’daki daralmanın açığını kapatma büyümesiydi. Bundan sonra yeni büyüme dinamikleriyle yaşayacağız. İktisadi partnerlerimizin piyasalarındaki gelişmelere bağımlıyız, eski tüketim imkânlarına sahip değiliz. Tasarruf oranlarının düşüklüğü itibariyle dış kaynak ihtiyacı var. Likidite bol olduğu için Türkiye’ye geliyor, faizler düşüyor ama bunun bir bedeli var. Bu bedel döviz kuru değerlenmesi. Aslında bu değerlenme, hükümete 10 yıllık bilançosunu olduğundan daha iyi gösterme imkânı veriyor.
İktidarı süresince AKP sosyal devlet olabilmeyi başarabildi mi?
Sosyal devlet olmanın bazı parametrelerini yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Mesela, sağlığa ulaşma imkânının genişlemesi. Diğer taraftan eğitim alanında okullaşmanın artması, Vakıf üniversitelerinin oranı yüzde 10 civarında. Yüzde 90 yine kamu. Sosyal devlet açısından sorunlu yanlara gelirsek... Sosyal hak anlayışı AKP’nin daha çok meritokrasinin sosyal hak anlayışına tekabül ediyor. Bir yoksula yardım etmek, yoksulun her şeye rağmen yoksulluktan kurtulmak için elinden geleni yapmış ve buna rağmen başarısız olmuş koşulunda meşru addediliyor. Tam bir muhafazakâr liberal sosyal hak anlayışı. Eğer evrensel hak olarak sosyal hakları verirsek, insanları tembelliğe teşvik ederiz inancı ön plana çıkıyor.
AB ile müzakerelerde açılamayan fasıllardan biri emek piyasası ile ilgili. Açılamamasının en büyük sebebi de, AKP’nin kamu emekçilerine grev hakkı tanımayı reddetmesi. Grev dendiğinde tüyleri diken diken olan bir devlet, sosyal devlet olamaz. Bir sorunlu alan da aile anlayışı.
AKP, aileyi desteklemeyi aileye bırakıyor. Somut hiçbir şey yapmıyor. Yoksullara yönelik bir politika olmalı. Kömür, gıda dağıtımı yapmak aile politikası değil. Asgari ihtiyaçları sağlamak için uygulanan bir politika. Kimse kömür, gıda yardımı alıyorum diye çocukları ile uzun vadeli gelecek hesabı yapamaz. Gelir Vergisi’nin büyük kısmı alt gelir kesimlerinden toplanıyor, bu nasıl bir aile politikası?