Ahmet Altan*
Yaşadığım topluma baktığımda, Dostoyevski’nin bir kahramanını anlatırken, “delirdiğini fark etmedikleri için terbiyesizleştiğini sanıyorlardı” demesi geliyor aklıma.
Bu toplum yavaş yavaş ortak bir deliliğin içine akıyor.
Biz bunu lumpenleşme, kabalaşma, terbiyesizleşme, çirkinleşme sanıyoruz ama bugün yaşadığımız, notaları tersten yazılmış bir delilik senfonisi.
İnsanlığın geri kalanından uzaklaşıyoruz.
Akılla, zekayla, mantıkla, hukukla bağlarımızı koparıyoruz.
Geçen gün, Fenerbahçe Kulübünün başkanının, “2000 yılında Galatarasaray’ın Fethullah Gülen’in dualarıyla şampiyon olduğunu söylüyorlar. Bizde yok öyle şeyler,” dediğini kulaklarımla duydum.
Fenerbahçe Kulübü, bu ülkenin en köklü, en büyük takımlarından biri, taraftar sayısı sanırım en kabadayı siyasi partinin seçmeninden daha kalabalıktır… Onun başkanı, “şikeden” söz ederken “bir adamın duasıyla bir futbol takımının şampiyon olduğuna” dair iddialar olduğunu söyleyebiliyor.
Ve, bu laf öyle söylenip geçti… Toplum şaşırmadı…. Fenerbahçeliler ayağa kalkmadı… Kimse istifasını istemedi.
Bu küçük gibi görünen olay, bugün toplumun ne hale geldiğinin bir işareti olarak anlatılacak herhalde ilerde.
Siyasetteki büyük çöküş, bir yalan bataklığının üstüne kurulan siyasi iktidarın her gün daha büyük yalanlar söylemesi, bu yalanların fare sürüleri gibi çoğalarak halkın içine yayılması, toplumun akılla bağlarını tel tel kopartıyor sanki.
Her şeyin söylenebileceği, her şeyin yapılabileceği bir noktaya ulaştık.
Cumhurbaşkanı, “bakanlar kurulunun FETÖ’nün terör örgütü olduğunu tescilleyeceğini, yargının da ona göre karar vereceğini” söyledi.
Erdoğan, “bakanlar kurulunun” yargının yerini alacağını söylüyor açıkça… Ne anayasa, ne yasalar umurunda.
Bugün “Fethullahçılar” için “terör örgütü” kararı veren bakanlar kurulu yarın CHP için aynı kararı verirse ne yapacaksınız?
Hiçbir şey.
Bugün “cemaatin” bakanlar kurulunda terörist ilan edilmesine karşı çıkmayanın yarın CHP aynı uygulamayla karşılaşınca söz söylemesi mümkün olmayacak.
Bakanlar kurulunun “yargının” yerini alamayacağını söyleyemeyen bir toplum, hem hukukla hem akılla bağını kopartmış demektir.
Yargıtay, Sayıştay, Danıştay başkanları, “anayasaya uymayacağını” açıklayan, “fiilen başkan olduğunu” söyleyen bir cumhurbaşkanı çay toplarken onun arkasında tarlada unutulmuş eski terlik gibi duruyorlar.
Bunu bir de “normal” buluyorlar… Hatta “başkanın” yanında olmaktan memnunlar… Kim olduklarını unutmuşlar… “Partili” cumhurbaşkanının yanında “partili” yargıçlar olarak görünmelerini umursamıyorlar.
Üstüne üstlük bir de kendilerini eleştirenleri mahkemeye vereceklerini söylüyorlar…
Bunlar, bir toplumda aklın ve adaletin temel direği olan yargının en tepesindeki insanlar…
O direk çoktan kırılmış, çadır çoktan çökmüş başımıza.
Başbakan yardımcısı da kalkıyor, “cumhurbaşkanı yargının başıdır” diyor… Anayasanın hangi maddesine göre öyle? Hiçbir maddesine göre…
Başbakan yardımcısı, başbakan yardımcısı olabilmek için anayasayla, yasayla, mantıkla, hukukla bağlarını koparmayı belli ki baştan taahhüt etmiş…
Akılla bağını kopartmamış bir toplumda başbakan yardımcısı bunu yapabilir mi? Böylesine saçma sapan sözler söyleyebilir mi?
Bir yasa çıkardılar, MİT’in “silah kaçakçılığı” yapabileceğini, bunun kimse tarafından soruşturulamayacağını yasalara yerleştirdiler.
Yarın, “adam öldürmesini” de yasalaştırılarsa ne yapacaksınız?
“Devlet çıkarı için MİT görevlilerinin şüphelendikleri vatandaşlara karşı silah kullanmasının sonucunda oluşacak neticeler yargı denetiminin dışında kalacaktır” türünden bir maddeyi parlamentodan geçirirlerse ne diyeceksiniz?
Bugün bir şey demediğinize göre o zaman da bir şey demeyeceksiniz.
“Suçun” yasallaşması, bir toplumun delirdiğinin işaretidir.
Suçu yasallaştırıyorlar.
Epeydir cumhurbaşkanının üniversite diploması olup olmadığı tartışılıyor… Diploması yoksa cumhurbaşkanı olamaz biliyorsunuz…
Böyle bir tartışmada ne yapılır? Çıkarılır diploma gösterilir.
Türkiye’de ne yapılıyor?
Cumhurbaşkanının mezun olduğu söylenen üniversitenin “diploma arşivine” erişim “mahkeme kararıyla” yasaklanıyor.
Siz hiç diploma arşivine “erişimin” mahkeme kararıyla yasaklandığı bir ülke duydunuz mu?
Aklını kaybetmemiş bir toplumda bu olabilir mi?
STV yöneticisi Hidayet Karaca “tutuklu” olarak yargılanıyor.
Suçu ne?
Yönettiği kanalda oynanan bir televizyon dizisinin senaryosuyla “suç işlenmesi” emri vermiş.
Niye tutuklu peki?
Herhalde yeni senaryo yazmasın diye.
Bir ülkede böyle bir “suç” olduğu kabul ediliyorsa, o ülkede akıldan söz edilebilir mi?
Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarları Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan için iki yıl hapis cezası veren mahkeme, kararının gerekçesini açıkladı.
Kemal Göktaş, bu gerekçenin haberini yazdı Cumhuriyet’te.
Yargıç, “unutulmamalıdır ki hakimler sadece hukuka ve vicdana uygun kararlar vermezler” diyor gerekçesinde.
“Yargıçların sadece hukuka uygun kararlar vermeyeceğini” söyleyen bir yargıç var bu toplumda.
Devam ediyor:
“Mahkememiz, içinde yaşanılan toplumda büyük kesimi oluşturan İslami dinsel topluluğun inançlarına, doğrularına saygı duymakla yükümlü olup, bu realiteyi de görebilecek yeterliliktedir.”
Şimdi net olarak söyleyeyim.
Bu hakim uyduruyor.
Kelimenin tam anlamıyla uyduruyor.
Bizim hukukumuzda, “sadece hukuka ve vicdana uygun karar verilmez” diye yasa yok, “mahkemelerin İslam inançlarına saygı duymakla yükümlü olduğunu” söyleyen bir madde de yok.
Olmayan “yasaları” gerekçe gösteren bir yargıç insanları mahkum ediyor, bunu açıklıyor ve hala o kürsüde oturuyor.
Toplumun buna da bir itirazı olmuyor.
Türkiye’nin yasalara uymayan, yasaları inkar eden, yasaların yerine hukukla hiç ilgisi olmayan “kriterler “koyup insanları mahkum eden yargıçları var…
Bu, sadece hukukun değil aklın da kaybolduğunun işaretidir işte.
Bu “delirme” hali katman katman dağılıyor toplumun içine.
Bir yolcu otobüsünde uyuyan bir yolcunun başında mastürbasyon yapan adamı patronu, “bunlar paralelcilerin işi” diye savunuyor.
Bu laf öyle geçip gidiyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, “Aile Sosyal Destek Programı” için personel alacak, adaylar mülakatla seçiliyor.
Sordukları soru şu:
“Sakal okutma nedir?”
Bir ülkede “aile sosyal destek programı” için “sakal okutmayı” bilen personel aranıyorsa, orada akıldan söz edilebilir mi?
Hukukla ve akılla bağını koparan bir toplumun yarın ne yapacağını artık kimse bilemez, sadece kendimiz için değil dünya için de bir tehlike oluşturur hale geldik.
Ve dünya ağırdan ağırdan Türkiye’yi yönetenleri enterne etmeye yöneliyor… Bu deliliğin dünya arenasına yayılmasının kabul edilemeyeceğini çeşitli biçimlerde gösteriyor.
Amerika’da bir savcı, “Türkiye’de siyasetçilerin yozlaştığını”, “yargının rüşvetle yeniden şekillendirildiğini” dava dosyasına koydu.
Burada “darbe” denilen “17-25 aralık” iddianamesini de aynen ekledi dosyaya… Böylece, hazırlayanların Türkiye’de hapse atıldığı iddianame, “Amerikan hukukunun” dolayısıyla da uluslararası hukukun bir parçası haline geldi.
Daha sonra kaldırsalar da Amerikan askerleri, Türkiye’nin “terörist” ilan ettiği Suriyeli Kürt savaşçılarla birlikte IŞİD’e karşı ortak operasyona giderken, üniformalarına Kürt birliklerinin kokartlarını taktılar.
Suriye’de artık “NATO üyesi” Türkiye değil, Türkiye’nin “terörist” dediği YPG Amerika’nın müttefiki.
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı ise ikide birde AB’yi tehdit eden Erdoğan’a cevap verirken, “diplomaside tehdit en iyi yöntem değildir, zaten bir işe de yaramaz” dedi.
Alman yöneticiler de sırayla, “Erdoğan’a pabuç bırakılmayacağını” açıkladılar.
“Senin tehditlerin beş para etmez” türünden bir cevap normalde hiçbir ülkenin cumhurbaşkanına verilmez, bir ülkenin cumhurbaşkanının böyle sözlere muhatap olması için o toplumun akılla ve hukukla bağını kopartması gerekir.
Bir adam “fiilen başkanlığını” ilan edip sarayında kimsenin bilmediği kadar paralar harcayarak yaşayacak, bir hanedan oluşturma hayalleri kuracak diye Türkiye aklını kaybediyor.
Toplumlar bazen böyle akıllarını kaybederler.
Almanya gibi Goethe’yi, Beethoven’ı yetiştirmiş bir bir ülke bile daha yakın zamanda aklını kaybedip bir meczubun peşinden giderek tarihin en büyük felaketlerinden birine yol açmış, kendisi de perişan olmuştu.
Türkiye, aynı çıldırma yolundan yürüyor.
Yaşadıklarımızın mantıkla açıklanacak hali kalmadı.
Bu, delilik.
Böyle bir deliliğe ancak hukukla ve akılla set çekebilirsiniz.
Ama ana muhalefet partisi, Kürt milletvekillerin hapsedilmesine yol açabilecek “dokunulmazlık” yasasına “evet” oyu vererek bu “deliliğin” parçası olmayı tercih ettiğini ortaya koydu.
Burada yapabileceğimiz iki şey var…
Ya Ömer Seyfettin’in bir Çin masalından esinlendiği hikayesindeki gibi kendi isteğimizle “bu delilik şerbetinden” içip delilerin arasına katılır, bir faciaya kahkalar atarak gider, sevdiklerimizin korkunç çatışmalarda paramparça edildiğini görerek akıllanırız….
Ya da Kemalist, Kürt, cemaatçi, milliyetçi, muhafazakar, demokrat, solcu, sağcı, hukukla ve akılla bağını korumayı beceren herkes elele verir bu deliliğin daha da yayılmasının önüne bir set çekeriz.
Artık mesele siyasetten çıktı.
Akılla deliliğin çatışmasına döndü çünkü.