Ahmet Altan
(Taraf - 14 Temmuz 2012)
Nereden nereye geldik?
Askerî vesayetten şikayet eden, 12 Eylül anayasasının “Türkiye’ye dar geldiğini” söyleyen AKP iktidarı, ordunun “üst kademeleriyle” uyum sağladıktan sonra şimdi 12 Eylül askerî anayasasının da gerisinde kalan bir metin hazırlamaya çalışıyor.
Amaçlarından biri de basına sansür uygulamak.
Önce, AKP’nin anayasaya sızdırmaya çalıştığı sansür maddesini yakalayan Önder Yılmaz’ı ve bu haberi gerçekten çok çarpıcı biçimde sayfasının tepesine yerleştiren Milliyet Gazetesi ’nin yönetimini kutlamak gerek.
“Başbakanın medyası” işi neredeyse tümüyle şakşakçılığa çevirip iyice gevşekleşirken, “eski merkez medya” da dirileşiyor, somut ve sert eleştirilerle iktidarı sarsıyor.
Askerin “şekilsel saygısı” karşılığında generallerin emrine girip onların oyuncağına dönen, her defasında kendisini de ülkesini de utandırarak askerîleşen iktidarın falsolarını ortaya çıkarıyor.
Son olarak da işte bu “sansür” girişimini yakaladı.
Bir iktidar niye basına sansür getirmek ister?
Cevabı çok açık.
Saklayacak işleri vardır.
AKP iktidarının saklayacak işleri var mı?
Ben size sadece son altı ayda olan üç felaketi sıralayayım, gerisine siz karar verin.
Uludere, Suriye, TOKİ.
Otuz dört köylüyü bombalayarak öldürenlerin kimliğini, kimin sorumlu olduğunu hâlâ bilmiyoruz, anlaşılan uzun zaman da bilmeyeceğiz.
Bu korkunç katliamda askerle işbirliği yapan ve “suçu” saklayan AKP iktidarının yöneticileri, bu konuda hiçbir soru sorulmasın, araştırma yapılmasın, yazı yazılmasın derdinde.
Böyle bir suçu “sahiplenen” iktidar elbette basını susturmak ister.
Sadece Uludere değil ki.
Şu son Suriye rezaletine bakın.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, televizyon ekranlarından gözümüzün içine baka baka, uçağımızın Suriye tarafından “füzeyle” vurulduğunu ve ellerinde “kanıtlar” olduğunu söyledi.
Şimdi Genelkurmay’ın açıklamalarından anlaşılıyor ki ortada ne füze ne de kanıt var.
Dışişleri Bakanı düpedüz uydurmuş.
Başbakan ise uçağın nasıl düşürüldüğünü anlamaya çalışan gazetecileri “satılmış kalemler” olarak nitelemişti.
Gerçeği araştıranların “satılmış” olduğunu düşünmeye başladı mı bir başbakan anlaşılır ki onun “gerçeklerle” sorunu var.
O, kendi medyasındaki adamlar gibi gerçekleri saklayan, sadece kendisini öven, asla eleştirmeyen gazeteciler istiyor.
Belli ki “dalkavuklukla” gazeteciliği aynı şey sanmaya başlamış.
Başbakanın medyasında yakında bizim düşen uçakla ilgili, “sözde Suriye, sözde uçağımızı, sözde füzeyle, sözde düşürdü” türünden eski general jargonuyla yazılmış haberler çıkarsa hiç şaşmamak lazım.
Tabii başbakan gerçeklerden korkmaya, yalanların ortaya çıkmasından sıkılmaya başlayınca gerçeklerin peşine düşenleri de susturmayı amaçlıyor.
Sansür yasaları çıkarmayı, askerî anayasaların bile gerisine düşen anayasalar yazmayı hedefliyor.
Ben bugüne kadar “gerçeklerle” ve basın özgürlüğüyle dövüşen bir iktidarın başarılı olduğunu hiç görmedim.
Bir iktidarın düşüşü, böyle başlar.
İktidar, gerçekleri “düşman” gibi görür.
Gerçeği arayanları susturmak ister.
Halkı yalanlarla kandırabileceğini sanır.
Ve, kandıramaz.
Ne gerçekleri saklamak, ne de halkı kandırmak mümkündür.
Hele iletişimin böylesine hızlandığı bir çağda.
Sanırım Başbakan Erdoğan Deniz Baykal’laşıyor, her şeyi siyasi oyun sanıyor, toplum diye, insan diye, gerçek diye bir şey olduğunu unutuyor, siyasi hamlelerle başarılı olacağına inanıyor.
Görebildiğim kadarıyla kafasında “başkanlık” yolunda başarılı olabilmek için bir “üçgen” kurmuş, kendisine yakın generaller, MHP ve AKP’den oluşuyor bu üçgen.
Kendisine yakın generallerin “suçlarını” saklıyor, MHP’nin “suçlularını” serbest bırakıyor, kendi kafasındaki “AKP’liler” olan “Türk, Sünni, erkek” kalabalığı da Çamlıca’ya cami türünden gösterişli işlerle kandırmaya çabalıyor.
Bu “dar” bir üçgen.
Türkiye’yi bu üçgene sığdırmak mümkün değil.
Alevilere, Kürtlere, kadınlara, demokratlara, solculara, modernlere, bu üçgenin içinde yer yok.
Onlar ne olacak?
Tabii bir de AKP’nin gittikçe keskinleştirdiği huzursuzluktan, vicdanları yaralayan işlerden rahatsız olan “muhafazakârlar” var, Erdoğan onları “çantada keklik” görüyor ama ben onların “keklik” olduğunu pek sanmıyorum.
Onlar vicdanlı ve akıllı insanlar, keskin gerginliklerin, haksızlıkların, suçların, saçmalıkların kimsenin yararına olmadığını görebiliyorlar.
Bir ülkeyi milyonlarca insanı dışlayarak, onları yok sayarak, onların haklarını gasp ederek, özel hayatlarına el uzatarak, baskı yaparak yönetmek mümkün mü?
Sansür, baskı, tehdit, ceza, milyonları susturmaya yeter mi?
Yeterse, Erdoğan “başkan” olur.
Yetmezse, AKP herkesin tahmininden de önce çatırdar.