Gündem

AB'nin eleştirilerine hedef olan Macaristan "mülteci korkusu" gölgesinde sandığa gidiyor

AB'nin demokrasi ve basın özgürlüğü alanlarında en fazla eleştirdiği üyeleri arasında yer alan Macaristan'da yarın genel seçimler var. 'İlliberal demokratik' bir rejim kurmak istediğini söyleyen Başbakan Orban'ın sandıktan galip çıkması bekleniyor. Tarık

29 Nisan 2018 20:30

Macaristan son dönemlerin en hızlı geçen seçim kampanyasının ardından yarın sandık başına gidiyor.

Kamuoyu yoklamalarına göre, sekiz yıldır iktidarda olan ve seçimlere yine küçük Hristiyan Demokrat Parti'yle ittifak içinde giren FIDESZ'in bu kez de seçmenin çoğunluğunun desteğini alması bekleniyor.

Bununla birlikte esas merak edilen ise FIDESZ'in alacağı oy oranı ve parlamentodaki sandalye sayısı.

Avrupa'nın en karmaşık seçim sistemlerinden birine sahip olan Macaristan'da oy kullanma oranının artıp azalmasına ve oyların dağılımına bağlı olarak parlamento aritmetiğinin de çok değişebileceği belirtiliyor.

Yapılan bir ankete göre, seçime katılım oranının yüzde 65'in altında kalması halinde FIDESZ'in parlamentoda üçte iki çoğunluğu yakalama şansı yüksek görülüyor.

Katılım oranının yüzde 65-70 arasında olması durumunda da FIDESZ'in iktidarını koruyacağı ancak parlamentoda ezici bir çoğunluğa sahip olamayacağı tahmin ediliyor.

Ancak yine tahminlere göre, ülke çapında oy kullanma oranı yüzde 70'in üzerine çıkarsa ve muhalefet partilerinin son haftalardaki atağı etkili olursa bu durumda parlamentodaki sandalye dağılımında muhalefet partilerinin bir koalisyon hükümeti oluşturma şansı bile doğabilir.

Tahminlere göre, FIDESZ'i bir zamanlar radikal sağ siyaset izleyen, ancak son dönemlerde siyasetin merkezine doğru pozisyon almaya çalışan JOBBİK izliyor.

Ana muhalefet partisi haline gelen JOBBİK seçim sonuçlarına göre gerekirse sol partilerle bile koalisyona hazır olduğunu açıkladı.

Parlamentoda üçüncü partinin de MSZP (Sosyalist Parti) olması bekleniyor.

Sosyalist partiyi yine sol ve liberal çizgilerde olan iki parti izliyor.

2010 genel seçimlerinde yüzde 52,7, 2014 seçimlerinde yüzde 44 oy alarak hükümette kalmayı başaran FIDESZ'in oyları aslında 2015 yılında erimeye başlamış ve yüzde 33'lere inmişti. Daha sonra parti yeniden oylarını arttırmaya başladı.

FIDESZ'in 2018 seçimlerinde de şansının olmasının en önemli nedeni olarak Başbakan Viktor Orban hükümetinin Avrupa'ya yönelik mülteci akınının sürdüğü bir dönemde kamuoyunda beliren kaygıları zamanında ve doğu okuyarak, buna göre politika belirlemesi olarak gösteriliyor.

Mültecilerin Avrupa'ya kabul edilmesine karşı çıkan ilk ülke olan Macaristan, zaman geçirmeden sınırlarına çektiği tel örgülerle, Avrupa'ya giden yolu da belirlemişti.

Aradan geçen iki yıl içinde pek çok ülke milliyetçi ve yabancı karşıtı partilerin güçlenmesi ve bu süre içinde yapılan seçimlerden oy oranlarını artırarak çıkmaları nedeniyle Macaristan'ın izlediği siyasete yakın stratejiler uygulamaya başladı.

Bu ise Macaristan'ın Avrupa ve dünya nezdinde diğer nedenlerle azalan prestijini dengelemeye yetti.

Başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere birçok ülke ve kurum, Macaristan hakkında sert eleştiriler getiriyor.

Hatta AB, ülkenin birlikten ihracına bile neden olabilecek yedinci maddeyi yürürlüğe koydu.

Macaristan'ın Avrupa'da geride kalan yıllarda sürekli eleştirilmesinin ana nedeni ülkede demokratik temel hakların, yargının bağımsızlığının ve medya ve basın özgürlüğünün ihlal edildiği iddialarıydı.

Başbakan Orban'ın "illiberal demokrasi" olarak tanımladığı ve ülkede somutlaştırmaya çalıştığı sistem, güçlü bir hükümet ve güçlü bir lider üzerine kuruyor ve bu sistemde temel hak ve özgürlükler dünyanın liberal demokrasiyle yönetilen ülkelerinde alışılmış olandan farklı bir şekilde tanımlanıyor.

Macar lider, otoriter rejimlerin pek çok bakımdan Batı dünyasına göre daha verimli ve ekonomik açıdan daha yararlı olduğunu savunuyor ve bu politikasına uygun bir yapılanma izliyor.

Gerektiğinde Brüksel'le açıkça çatışmaya girmekten de geri kalmayan Macar hükümetinin izlediği politika aslında uzmanlar tarafından, devlet propagandasına dayanan popülist bir politika olarak tanımlanıyor.

Viktor Orban bu süreçte propagandasında önce Brüksel'i hedef aldı. Sonra da sıra Avrupa'nın "mülteci yanlısı politikasının fikir babası" olarak tanıtılmaya çalışılan Macar asıllı ABD'li iş adamı George Soros'a geldi.

Halkın çoğunluğu için bu siyaset ülkenin egemenliğinin korunması yolunda atılan cesur bir adım olarak değerlendirildi.

Muhalefet ise bu politikanın sadece milliyetçiliği körükleyen ve insanların ilkel korku ve içgüdülerini harekete geçiren kötü niyetli bir politika olduğunu öne sürüyor.

Muhalefete göre, Brüksel'in zorlamasıyla tek bir mültecinin bile kabul edilmediği Macaristan açısından mülteciler gerçek bir tehlike oluşturmuyor.

Muhalefete göre hükümetin korkutma politikası neyi amaçlıyor?

Macar siyaset arenasının sağından soluna tüm muhalif partileri Macar hükümetinin bu korkutma politikasının aslında Macaristan'da son zamanlarda artık ayyuka çıkan yolsuzluk ve rüşvet ortamını gözlerden gizlemeyi amaçladığını öne sürüyor.

AB'nin Yolsuzluklarla Mücadele (OLAF) kurumunun raporları da aslında Macaristan'da pek çok Avrupa fonunun gerekli kriterler yerine getirilmeden hükümete yakın isimlere dağıtıldığına dikkat çekiyor.

Macaristan'ın son yıllarda yolsuzluk ve rüşvet çizelgesinde ve basın özgürlüğü sıralamasında Avrupa'da sonlarda yer alması da bu endişeleri güçlendiren kanıtlar olarak değerlendiriliyor.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RFS) tarafından hazırlanan 2017 yılı basın özgürlüğü ülkeler endeksinde Macaristan 27 ülke arasında sondan ikinci durumda.

Macaristan Avrupa ülkeleri Yolsuzluk çizelgesinde de 24'üncü sırada.

Son açıklamalarda hükümet bu seçimin Macaristan'ın uzun vadede geleceğini belirleyeceğini vurguluyor. Başbakan seçmene "Bu ülke Macarların ülkesi olarak mı kalacak, yoksa ülkemizin başkalarının eline geçmesine izin mi vereceğiz, karar sizin" diyor.

Ortak özellikleri hükümeti iktidardan uzaklaştırmak olan muhalefet partileri de bu seçimlerin yaşamsal öneme sahip olduğunda hemfikir.

Muhalefet ise kampanyasını, seçimin ülkenin "demokratik bir Avrupa" ülkesi olarak kalıp kalmayacağına ilişkin bir tercih olduğu tezinin üstüne kuruyor.