Burcu Karakaş / Milliyet (1 Şubat 2015)
Abdi İpekçi - Evrensel bir gazeteci
1979 yılı, şubat ayının ilk gecesi. Doğan Heper’in ev telefonu çalar. Arayan, Milliyet Yazı İşleri Müdürü Eren Güvener’dir. Heper, telefondaki sesin dillendirdiği üç kelime ile yıkılır:
“Abdi Bey’i kaybettik...”
Telefon elinden düşer, kendisi koltuğa yığılır. İpekçi suikastı ile sadece Milliyet değil, ülke de karışmıştır. Kafalarda cevap bekleyen yüzlerce soru... Katil kimdir? Şimdi nerededir? İpekçi’yi neden öldürmüştür?
Doğan Heper’e önümüzdeki günlerde bir telefon daha gelir. Bu kez ahizenin ucunda,Ankara’dan arayan genç bir kadın vardır.
“Doğan Bey, dün bir konuşmaya şahit oldum. Ankara’da bir savcının yeğeniyim. Abdi Bey’i öldüren adam yakalanmış. Adı da Ağca...”
Sonrası malum... O dönem kamuoyunu derinden sarsan suikast, halen konuşulmaya devam ediyor. Doğan Heper ise kendisine sorduğumuz Abdi İpekçi’yi şöyle anlatıyor:
“Abdi Bey’in tek kapılı bir Volkswagen arabası vardı. O direksiyona geçer, yanına ben otururdum. Gazetecilik enstitüsünde ders vermeye giderdik. O ders verirdi, ben de asistanlığını yapardım. Sonra bana ‘Milliyet’e gel’ dedi. Yani kendisini hocalıktan tanıyorum. Hem çizer tarafı var, hem yazar tarafı var. Hem mizanpaj yapan tarafı var. Hem de siyasi tarafı var. Sıradangazetecilere benzemezdi. Abdi Bey, gazetecilerin en iyisiydi. bugün bile üstüne gazeteci yok bence. Daha güzelini yapmaya muktedir bir insandı. En büyük özelliği, adil bir kişiydi. Herkesin hukukunu tanırdı. Benim yüzünden yazı işlerinde ilan müdürünü azarlamasını unutamıyorum. ‘Sen nasıl çocuğun hakkını yersin, yazısını koymazsın’ diye çattı. Öyle bir çattı ki başkası olsa istifa ederdi ama Abdi Bey haklıydı. Haksızlığa karşı aslan gibi dövüşürdü.”
Uzun yıllar İpekçi’yle birlikte çalışan Doğan Heper “Adil bir kişiydi. Herkesin hukukunu tanırdı” sözleriyle İpekçi’nin mesleki duruşunu özetlerken, Seraceddin Zıddıoğlu, “Beyoğlu’nda Kulüp Reşat vardı, orada beraber halay çekerdik. O ciddiliğini atar, rahatlardı” diyerek renkli kişiliğini anlattı...
Bugün kabri başında anılacak
Duayen gazeteci Abdi İpekçi’yi, katledilişinin 36. yıldönümünde bugün saat 11.00’de Zincirlikuyu’daki mezarı başında anıyoruz. Anma töreninde İpekçi ailesinin yanı sıra, Milliyet ailesi, meslektaşları, dostları ve sevenleri hazır bulunacak.
‘Efsane gibi gözükürdü’
Ülke gündeminin Temmuz ayı gibi sıcak olduğu bir dönem. Bu kez sene 1968. Dönemin Beyoğlu Emniyet Amiri Kemal Eröge, geç vakitte Milliyet’in gece muhabiri Seraceddin Zıddıoğlu’nu arar:
'Seraceddin gel, Teknik Üniversite kaynadı.'
Zıddıoğlu, fotoğraf makinesini kapıp İstanbul Teknik Üniversitesi’ne koşar. “Polis gelince atladı” denilen üniversite öğrencisi Vedat Demircioğlu’nun pencereden atılarak öldürüldüğü gecedir. Seraceddin Zıddıoğlu’nun haberi ertesi günü gazeteye girer. Ancak, olayı “Durum” adlı köşesine de taşıyan Abdi İpekçi, Zıddıoğlu’nu yanına çağırarak sitem eder:
“‘Beni yanılttın. Senin haberinle ben ‘Durum’ yazdım. Öteki gazetelerde seninkinin tezatındahaberler var’ dedi. ‘Abdi Bey, benden başka gazeteci var mıydı orada’ dedim. ‘Nasıl! Öyle mi’ dedi. Bir daha anlattım olayı. Bir ‘Durum’ daha yazdı. Ertesi gün bütün gazeteler bizim yazdığımızı yazdı.”
Zıddıoğlu’nun, Abdi İpekçi’den bahsederken, gözlerinin içi gülüyor. İpekçi’nin işinin başında ne kadar ciddi olduğunu, onu güldürmenin kolay olmadığını ancak gazete dışındaki sosyal hayatında iş stresini atmayı başardığını anlatıyor:
“Dışarıdan bir efsane gibi gözükürdü. İşte ciddiydi. Onu kırmamak için elimizden gelen hassasiyeti gösterirdik. Geç vakte kadar gazeteden çıkmazdı. İş dışında samimi şakalar yapardı. Beyoğlu’nda meşhur Kulüp Reşat vardı, orada beraber halay çekerdik. O ciddiliğini atar, rahatlardı. Ressam Etem Çalışkan, bir gün şakalaşırken beni kızdırdı. Ben de tabağı aldım, kafasına geçirir gibi yaparken patronun üstüne geldi! Abdi Bey de orada. Orada meşhur gülmesini yapmıştı.”
'Eyvah, kovulduk!’
Seraceddin Zıddıoğlu İpekçi’yle bir anısını da şöyle anlattı: “Bir gece ‘Vali’nin kızını vurdular’ haberi geldi. Şişli Etfal Hastanesi’nde dediler. Yaramaz bir çocuğun oyuncak tabancası gözüne isabet etmiş. Konya Valisi’nin kızıymış. Atlatma haberdi. Birinci sayfadan girdi. Ertesi gün yazıişlerinde bir arkadaşımla şakalaşıyor, birbirimizi kovalıyoruz. Abdi beyle çarpıştık. ‘Eyvah, kovulduk’ dedim. Biraz sonra ‘Patron seni çağırıyor’ dediler. ‘Tebrik ederim seni. Bir de doktoru konuştursan. Al şunu’ diyerek bir kağıt verdi. Meğer prim yazmışlar!”
Nükhet İpekçi İzet Charlıe Hebdo katliamında öldürülen Wolınskı’nin kızı Elsa’ya mektup yazdı:
Kurbanların yakınları böyle hep birbirlerine mi benzer?
Kardeşim Elsa,
Akıllardan silinmeyecek o pazar günü, İstanbul’dan, sizin oraların televizyonlarına bakarken, canlı yayında, birden seni gördüm. Orada tanıdım seni. Önce bir görüntüydün. Buralardaki çeşit çeşit kurbanlar arasında, kendine has özel bir tür olan gazeteci kurbanların yakınlarına benzettim seni. Bir an için bütün kurbanların yakınları hep böyle birbirlerine mi benzer diye geçti içimden. Tıpkı o 13 Mayıs 1981 günü gibi bir duyguydu. Çünkü o tarihte de bütün katiller, birbirlerine mi benzer böyle diye şaşırmıştım: Papa’nın vurulduğu o mayıs gününde Paris’teydim. Televizyona dalgın dalgın bakıyordum. Birden ekranda polislerin yakaladığı saldırgan belirdi. Sunucu “Adı, Muhammed Ali” diyordu. Altyazıda da aynı ad geçiyordu. Papa’ya saldıran kişinin kimliği belirlenmişti. Bir göçmen genç sanmıştım önce. Ama o kadar tanıdık bir yüzdü ki, bütün katiller birbirlerine mi benzer böyle diye hayretle ekranın önünde kalakalmıştım. Aklımın ucundan mı geçerdi babamın katilinin, asker elbiseleriyle, askeri hapishaneden kaçtıktan sonra bir sürü Avrupa ülkesini aşıp Vatikan’a geleceği, Papa’ya saldıracağı... Çok gecikmeden televizyonda adını düzeltip doğrusunu söylemişlerdi:
“Saldırgan, bir Türk. Adı, Mehmet Ali Ağca.” Otuz altı yıllık hayret, şaşkınlık ve sürprizlerin ilkiydi.
‘Her şey o kadar aynı ki’
Neyse, şimdi fazla dağılmadan asıl sana bakarken içimden geçenleri iletmek istiyorum. İnsanlar öldürülmesin ve barış içinde, huzurla yaşasınlar, ayrımcılıkla ırkçılıkla karşılaşmasınlar, eşit fırsatlardan yararlansınlar, aşağılanmasınlar diyen babaların çocuklarıyız biz. Hatta bu çaba içinde bazen çocuklarından uzak kalıp bütün o diğer çocuklar için daha fazla çalışan babaların çocuklarıyız.
Konuşmanın akışı içinde, doğru kelimeleri seçme kaygın, baban için konuşurken onu tam olarak yansıtma özenin, kendi kendini tashih etme çaban çok tanıdık geldi. Frèdèric Boisseau ve Franck Brinsolaro diyordun. Onların, baban kadar tanınmış kişiler olmadığını, adlarının bilinmediğini ama beraberce can verdiklerini söylüyordun. Birinin, daha ilk çalışma günüydü. Diğeri koruma görevlisiydi, hayatı pahasına, kendini siper etmişti. Çocukları için çok üzülüyordun. Babalarının kahramanca öldüğünü söylüyordun onlara. Ah Elsa, bu görünür olmakla görünmez olmak arasındaki korkunç farkı, yıllar içinde o kadar fazla hissedeceksin ki. Bu hal insana öyle büyük bir Ağrı ve ağırlık verir ki, şimdiden çok güç kuvvet dilerim. Eşitlik için bu kadar çok çırpınan kişilerin, öldürülüşleriyle bu tür bir eşitsizlik kaynağına dönüşmeleri, hep ünlü ölü olarak kalmaları da kaderin acı bir cilvesi olsa gerek. Her şey o kadar aynı ki. Bütün bu duygularının, bu acının içinde, düşüncelerini de mutlaka söylemek zorundasın. Zaten o gün, sen, canlı yayına, o görünmez kahramanlar için geldiğini söylüyordun. Defalarca sırf bu nedenle, bu dürtüyle programlara çıktım, röportajlar verdim ben de.
“Bu olaydan sonra yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı artar da ırkçı partilerin oyları çoğalırsa babam bütün hayatını boşa harcamış olur” diyorsun ya, burada da bütün hayatlarını, öldürülenlerin can hakkını savunmaya adayan, gece gündüz onlar için çırpınan gazeteciler katledildi birbiri ardına sevgili Elsa.
Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink... Onlar, bu konularda ne kadar çok çalışmışlardı bir bilsen. Dosyalar sonuçsuz kaldıkça ve bu tür cinayetlerin tekrarları yaşandıkça bazen ben de bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Karamsarlığımdan değil. Kimliği ne olursa olsun öldürülen bir kişinin yaşam hakkını savunmak için hep birlikte hareket edilemediğinden, daha güçlü bir mecburiyet hissedilmediğinden...
Üstelik burada o kadar farklı öfkeler, düşmanlıklar var ki. İslam, Hıristiyan, Yahudi değil sadece;Alevi, Sünni, Kürt, Türk; asker, polis, sivil; muhalefet, iktidar; çoluk çocuk, her an herkes bir düşmanlıkla karşı karşıya kalabilir. Ve her an herkes diğerine düşman kesilebilir.
‘Ama benim babam öldü’
Bizim buralarda da sık sık babalarımızın ölümsüz olduğu hatırlatılır. Bu düşünce doğrudur elbet, hatta yıllar içinde kendini daha da fazla doğrular. İçimden, ama benim babam öldü, onun onların babaları öldü derim. Sen de Elle dergisine yazdığın mektupta aynen öyle demişsin. “Wolinski yaşıyor diyorlar, ama benim babam öldü.”
Bir an durup o son ana, o telafisi mümkün olmayan, mutlak ana bakılsa... Bütün bu öfke kin nefret neyin uğruna? Hani diyorsun ya acaba acı çekmiş midir? Korkmuş mudur? Ya canı çok yandıysa diye korkuyorsun ya, Elsa, o ilk günlerde sadece bu sorular vardı içimde. Babamın o son anları... Katillerimiz, o sondan hangi ilke ulaşacaklarını umuyorlar acaba?
Tıpkı Elle dergisinin senden istediği gibi, babamın çalıştığı gazete Milliyet de benden bir yazı istedi. Biz otuz altıncı yıldayız. “Niçin, neden, kim, ne uğruna?” diye sora sora otuz altı yıl geçmiş. Aslında biraz, hatta epeyce biliniyor ama resmen bilinmiyor, bildirilmiyor. Bir yıl ya da otuz altı yıl. Hiçbir duygu değişmiyor, eskimiyor.
Seni çok iyi anladığımı ve konuşmanda vurguladığın, çocukların bu öfke ve nefretten, şiddetten korunmaları dileğini paylaştığımı söylemek istedim sana. Bu ortak dileğimiz, günün birinde barışçı kuşakların doğal gerçekleri haline gelse ne iyi olur...