Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin (SBF), nam-ı diğer Mektebi Mülkiye'nin ilk kadın asistanı, ilk kadın doçenti ve ilk kadın profesörü olan 96 yaşındaki Nermin Abadan Unat, "Yaşın bir önemi yok yani, yaş vız gelir tırıs gider, enerjinizden de bir şey kaybetmiyorsunuz ama beden, küçük küçük fire veriyor" dedi. "Beni mesela en fazla korkutan şeylerden biri okuyamamak" diyen Unat, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına da tanıklık etmiş biri olarak, “Biz bu ülkeye nasıl faydalı olacağız?” Gece gündüz düşündüğümüz buydu. Bugünkü gençleri de suçlamıyorum. Çünkü sarhoş gibiler, tüketim hırsıyla sarhoş edilmişler. Cep telefonunun, ayakkabının, çantanın, saatin, bilmem neyin belli modellerine sahip olmak için çırpınıp duruyorlar" ifadesini kullandı.
Prof. Unat, Türkiye'nin içinde bulunduğu duruma ilişkin olarak, "Efendim beni en çok tedirgin eden, bu muazzam cepheleşme. Ülkenin daha da gerilmemesini umut ediyorum. Bakalım neler olacak. Nefesimizi tuttuk bekliyoruz" diye konuştu.
Hürriyet'ten Ayşe Arman'ın sorularını yanıtlayan (16 Nisan 2017) Prof. Unat'ın açıklamaları şöyle:
Hocaların hocası, efsane hoca Nermin Abadan Unat. Son derece heyecanlı geçen bir gençlik ve gururla anlatılacak bir hocalık ve eğitim dönemi yaşadınız, yaşattınız...
- Lütfen iltifatı kes. Hiç sevmem...
Ne iltifatı! Bu ülkeye inanılmaz hizmetler ettiniz ve nice genç yetiştirdiniz. Bütün öğrencileriniz sizden hayranlıkla söz ediyor. Bugün 96 yaşındasınız ve bu yaşınızda bile hâlâ aktifsiniz. Neden? Zorunuz ne?
- Çünkü başka türlüsünü bilmiyorum! Çok şükür kafam hâlâ çalışıyor. Bilgisayar kullanabiliyorum, e boş oturacak halim yok ya, yazıyorum, kitap hazırlıyorum. İlk kocamın 30’larda yazdığı doktorayı çeviriyorum. Fakat ne yazık ki artık ders veremiyorum...
"Yaş vız gelir tırıs gider"
Üzülüyor musunuz?
- Çoook. 45 yıl Ankara’da iletişim ve siyaset dersleri verdim. Emekli olmayı da ben istemedim, devlet üniversitelerinde 67 yaşından sonra ders verdirmiyorlar. Saçma ama öyle. Sonra İstanbul’a geldim. Eski öğrencilerimden biri Boğaziçi’nin rektörüydü, rica etti, orada da ders vermeye devam ettim. Hem lisans hem de lisans üstü düzeyde. 22 sene de orada, yarı zamanlı verdim. Yaşın bir önemi yok yani, yaş vız gelir tırıs gider, enerjinizden de bir şey kaybetmiyorsunuz ama beden, küçük küçük fire veriyor.
Nedir sizdeki fire?
- Ben duyma zorluğu yaşamaya başladım...
Bu da sizi sinir mi ediyor?
- E tabii, etmez mi? Çocuklarla, gençlerle tartışmak istiyorum, onların sorularını duymak istiyorum! Önce lisans öğrencilerini bıraktım. Dedim ki, “Hadi lisans üstü, onları alayım!” Bir masa etrafında yine anlaşabiliyorduk. Ama artık onda da zorlanıyorum. Sınıfa girip metin okuyan, sonra “Allahaısmarladık!” diyen akademisyenlerden değilim, hiç olmadım, konuşmak, tartışmak isterim. 60 yıllık hocalık hayatı var arkamda. Her anından keyif aldım, gençlerle çok mutlu oldum. Bir de öğrencilerinizin ilerlemelerini görüyorsunuz. İlk Türk kadın büyükelçisi benim öğrencim oldu mesela. Büyükelçiler, bakanlar, parti başkanları. Şimdilerde gençlerle ilişkilerim azaldı diye üzülüyorum. Ama tabii fikri meşgalelerim devam ediyor. Beni mesela en fazla korkutan şeylerden biri okuyamamak. Gözümde şu sıralar bir problem var. Okumak yasak. Ah geçsin diye bekliyorum; çünkü benim hayatım okumak...
Kendinizi hep güncelliyorsunuz, öyle mi?
- Elbette. Aksi mümkün mü? Her gün New York Times okurum sabahları, iPad’den. Oğlum abone etti beni. Sonra The Guardian’a, Le Figaro’ya bakıyorum ve tabii Süddeutche Zeitung’a. Ne olup bitiyor, mutlaka takip ediyorum.
"Annem yüksek burjuvaziye
mensup bir kadındı"
Bir sürü arkadaşınız, yaşıtınız öldü. Siz kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
- Maalesef biraz hissediyorum. Mesela çok yakınım olan Çiğdem Kağıtçıbaşı’nı kaybettik. Ondan evvel yine fevkalade yakın arkadaşım olan Mübeccel Kıray’ı kaybettik. Türkiye için de iki büyük kayıp. Ama akranım değillerse de öğrencilerim var. Onların varlığı beni mutlu ediyor, bir de tabii oğlum, gelinim, torunum var...
Ben şimdi geriye gideceğim...
- Git bakalım...
1920’lerde başlayan sıradışı bir çocukluk yaşadınız. Bir kere sizin anneniz barones mi?
- Bak şimdi, ben böyle şeyleri hiç önemsemiyorum. Ama ille de merak ediyorsan, evet, 19. yüzyılda doğmuş, yüksek burjuvaziye ya da aristokrasiye mensup bir kadındı. Giyinmeye filan meraklı. Şık, bakımlı. Ama bunlar değil önemli olan...
Nedir önemli olan?
- Benim annemle aramda hep mesafe oldu...
Nasıl yani?
- Ben onu istediğim zaman göremiyordum...
Yüksek burjuvazi olduğu için mi?
- Belki de. Hep mürebbiye elinde kaldım. Bizim, bugünkü anlamda bir anne-kız ilişkimiz olamadı.
Peki anne-babanız nasıl tanışıyor?
- Sen gerçekten bütün hikâyeyi dinlemek istiyor musun?
Evet.
- Diyorum ya, ben, yüksek burjuvaziyi, aristokrasiyi filan önemsemem. Ama öncülüğü önemserim. Babam bir öncü idi. Düşün, 1919’da Hamburg’da bürosu vardı.
Vayyyy!
- Evet. O dönemlerde Türk işadamı Avrupa’da pek yok. Ama bizimki trene binip, İzmir’den Hamburg’a gidip geliyor. Uçak muçak hak getire. Mola verdiği Karlsberg’de de annemle tanışıyor.
Aşk?
- E herhalde. Sonra da evleniyorlar. Annem Viyana’da yaşamak istiyor, Viyana Belediyesi’nin hemen arkasındaki binaya yerleşiyorlar.
Peki anne bu kadar varlıklıyken, aristokratken bir Türk’ü nasıl kabul ediyor?
- Niye etmesin? Bence babam niye öyle bir kadınla evlendi, esas soru bu. Annem, üreten, çalışan biri değil. Ama güzel ve bakımlı. Babam çok iyi bir işadamı, vizyoner, dil biliyor, üstelik yakışıklı. Sonra ben doğuyorum. Ama babam, bütün modernliğine rağmen, geleneklere riayet ediyor ve bir türlü annesine evlenmiş olduğunu söyleyemiyor, benim varlığımdan da söz edemiyor...
Annesi İzmir’de mi?
- Evet. Bir gün bir fotoğrafımı gösteriyor “Kim bu yabancı çocuk?” diye anneannem. O da diyor ki, “Senin torunun!” Onun üzerine “Getir!” diyor. 6 yaşında biz İstanbul’a taşınıyoruz. Nişantaşı’nda bir apartman dairesine. Annem, babam ve ben. Sadece Almanca biliyorum. Bizimle birlikte bir İsviçreli mürebbiye de var, o da bana Fransızca öğretiyor...
Annenizi daha fazla görüyorsunuz artık...
- Yok canım. Akşamüzeri 6 ile 7 buçuk arasında! O dönemlerde öyleydi. Çocuklar arada bir görülmeli ve sesleri hiç duyulmamalıydı. Hiç arkadaşım yok. Türkçe de bilmiyorum...
"Çocukluğumda oyun oynadığımı
filan hatırlamıyorum"
Okul?
- Anneme göre cici çocuklar mektebe gitmezdi. Evde eğitim alırlardı. Böyle bir zihniyet. Benim hiç arkadaşım olmadı. Uzun süre tek başımaydım...
Bu sözünü ettiğiniz hangi yıllar?
- 1926 sonundan 1931’e kadar. Müthiş izoleyim, hiç Türk arkadaşım yok. Ve sonra çok felaket bir şey oldu! Babam aniden vefat etti. Babam ölünce, annem tekrar Avrupa’ya dönmeye karar verdi. Birinci evliliğinden bir kızı daha vardı, benim büyük ablam, onun yanına Budapeşte’ye taşındık...
O zaman kaç yaşındasınız?
- 10 bile değilim. Beni orada bir okula verdi annem, yine tek öğretmenim var. Almancadan sonra Fransızcayı öğrenmişim, bu sefer de İngilizce öğretiyor bir öğretmen bana. 13 yaşıma kadar hep tek hoca. E haliyle sürekli ders çalışıyorum. Her gün ödev yapmak gerekiyor. Çocukluğumda oyun oynadığımı filan hatırlamıyorum...
OĞLUM MUSTAFA KEMAL İLE ÇOK GURUR DUYUYORUM, DÜNYA ÇAPINDA BİR MİMAR
Oğlunuz Mustafa Kemal ile ilişkiniz nasıl?
- Çok iyi. Oğlumla gurur duyuyorum. Dünya çapında bir mimar. Dünyanın her tarafından eserleri var. New York’ta, Tokyo’da, Seul’de, Kuala Lumpur’da, Singapur’da, Hong Kong’ta. Başarılı olacağını bekliyordum ama bu kadarını tahmin etmiyordum... Amerika’da yaşıyor, gelinim ve torunum Taner’le. 3-4 ayda bir beni görmeye geliyor. Ben de her yaz gidiyordum. Ama iki senedir gidemedim, yol gözümde büyüyor.
İlk defa ne zaman gerçek bir okula gittiniz?
- 13 yaşında. Fevkalade sevindim. Çünkü orada başka insanlarla beraber olabiliyordum. Sosyalleşebiliyordum. Ve rekabet edebiliyordum. İnsan, başka çocuklarla boy ölçüşmek istiyor, kendi seviyesini anlamak istiyor. O dönem Macarca da öğrendim. Ama hâlâ Türkçe bilmiyorum. Bu arada, annem oyun seviyordu...
Ne demek oyun... Kumar mı?
- Evet. Ama kumarhaneye gitmek gibi değil de, evlerde oynamak ve durmadan kaybetmek. Annemin oyun zaafı yüzünden giderek Türkiye’den beraberinde getirdiği şeyler eridi...
Babanızın serveti mi?
- Evet eridi gitti. 14 yaşıma geldiğimde dedi ki, “Artık seni okula veremiyorum. Sen git steno öğren, sekreterlik yap!” Okumak, kesinlikle eğitimime devam etmek istiyordum.
Peki n’aptınız?
- Bu arada annem, hafta sonları ahbaplarıyla güzel kafelerde buluşuyordu. Orada da oyun oynuyorlardı. Ben tek başıma kalıp, ne kadar dergi varsa alıp okuyordum. Ve o dergilerde hep Mustafa Kemal Atatürk’ten söz ediliyordu. Türkiye’nin bir güneş gibi yeniden doğduğu anlatılıyordu. Okullar parasızmış. Kız-erkek çocuklar parasız okuyormuş. Hep bunları görüyordum. E ben de okumak istiyorum, gitsem diye düşünmeye başladım. İyi de nasıl gideceğim? Param yok. İzmir’de amcam var. Mektup üzerine mektup yazıyorum, cevap gelmiyor. Sonra aklıma geldi, amcam, incir, üzüm ve fındık ticareti yapıyordu, her sene bir kere Macaristan’a geliyordu...
Nasıl bulacaksınız ki onu?
- Türkiye büyükelçiliği bize çok yakın bir yerdeydi. Bir gün gittim, kapıcıya, “Elçi Bey’le görüşmek istiyorum!” dedim. O elçi de Behiç Erkin’di. Sonradan Paris’te büyükelçiyken, 75-80 bin Osmanlı vatandaşı Yahudiye Türk Cumhuriyeti pasaportu verip onları Auschwitz’e ve Dachau’a gitmekten kurtaran kişi. Bir kahraman. Çok değerli bir elçimiz...
"O günden sonra annemi
bir daha hiç görmedim"
Ne dediniz ona?
- “Fransızca mı konuşayım, Almanca mı Macarca mı?” dedim. “Fransızca” dedi. Hikâyemi anlattım. İzmir’e gidip, orada eğitimime devam etmek istediğimi söyledim. “Peki” dedi, “Salı günü gel, seni göndereceğim!”
Eeeee?
- Ama annemin haberi yok. Salı günü gittim, yurda dönenler için bir evrak veriyorlar, bir kimlik belgesi ama pasaport değil. Onu verdi. Bir de 3. sınıf tren bileti ve aç kalmayayım diye yemek kuponu. Çok teşekkür ettim. Eve gidip, “Ben cuma günü Türkiye’ye gidiyorum!” dedim. Annem “Nasıl yani?” dedi, “Nasıl gidersin?” “Valla gideceğim!” dedim. Ve gittim. 14 yaşındaydım. O günden sonra da annemi bir daha hiç görmedim!
Ay çok fena... Neden?
- Bir süre mektuplaştık. Sonra İkinci Dünya Savaşı patladı. Budapeşte işgal edildi. Nasıl öldüğü de, mezarının yeri de belli değil. Üvey ablamla ancak 20 sene sonra tekrar karşılaşabildim.
Sizin hayatınız gerçekten roman! 14 yaşında İzmir’e geldiniz... Ve tek başınıza... Sonra...
- Elimde amcamın adresi vardı. Kordon’da... Buldum, kapıyı çaldım...
Nasıl karşıladılar sizi?
- Kıyamet koptu! Amcamın kızı Perizat açtı kapıyı, benimle aynı yaşlardaydı. Yengem, sonra da amcam geldi. Emrivaki yapıyorum zannettiler, üç çocukları var, bir de üstüne ben...
Siz Türkçe anlamıyorsunuz, onlar Türkçe konuşuyor...
- Aynen öyle. Etrafta bir sürü akraba. Sonunda olanakları en kıt olan akrabam en büyük yardımı yaptı. “Önce Türkçe öğrenmelisin!” dedi, “Gel Karşıyaka’da Almanca dersleri ver, kazandığın parayla da Türkçe ders al!” Öyle yaptım. Aynı zamanda İzmir Kız Lisesi’ne girdim. İzmir Belediye Başkanı’na gittim, o zamanlar artık iyi de Türkçe biliyordum. “Bana bir iş verir misiniz, ben şu kadar dil biliyorum” dedim. İzmir Fuarı’na Avrupa’dan mimarlar çağrılmıştı, sağ olsun, onların tercümanlık işini verdi. Ve ben lisenin son sınıfını, parasını kendim ödeyerek yatılı okudum.
"Bugünkü gençler
tüketim hırsıyla sarhoş edilmişler"
Siz, Cumhuriyet’i kurma yıllarının da tanığısınız... Siz o müthiş toplumsal coşkuyu nasıl yaşadınız? Ne kadar heyecan vericiydi?
- Çoook. O dönemde başka bir kafa vardı. Arkadaşlarımla, akranlarımla konuştuğumuz tek şey şuydu: “Biz bu ülkeye nasıl faydalı olacağız?” Gece gündüz düşündüğümüz buydu. Bak dikkatini çekerim, “Ne alacağız? Nereye gideceğiz? Nereyi gezeceğiz?” demiyorduk. “Hangi mesleği seçelim de memlekete yararlı olalım!” Bugünkü gençleri de suçlamıyorum. Çünkü sarhoş gibiler, tüketim hırsıyla sarhoş edilmişler. Cep telefonunun, ayakkabının, çantanın, saatin, bilmem neyin belli modellerine sahip olmak için çırpınıp duruyorlar. Bir marka ve tüketim merakıdır gidiyor. Şimdiki gençler de ülkelerini seviyordur ama her şey o dönem bizim gözümüzün önünde oluyordu. O kadar büyük gelişmelere imza atıldı ki, Atatürk’ün açtığı yol, hakikaten bir aydınlanma felsefesiydi. Bir fener tuttu. Az gelişmişlikten gelişmişliğe geçtik. Şimdi tabii daha da ileri bir yerdeyiz. Önemli olan bunu içerikle doldurabilmek. Yani sadece maddi şeylerle değil...
Arkadaşlarınızla “Ülkeye nasıl faydalı olalım?” diye konuşuyorsunuz, peki sizin hayalleriniz neydi?
- İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okudum ben. Yine hem okudum hem çalıştım. Sonra hukuk bitti. O arada savaş başladı. Dil bildiğim için gazetelerde iş buldum. O şekilde gazeteciliğe başladım. Beni Ankara’ya davet ettiler. Savaş yılları, her gece saat bilmem kaçlara kadar haber almak için, radyodan BBC dinlemeye çalışıyordum. Savaş bitti. Bu sefer “Avukatlık stajı yapayım” dedim. Yaptım. Ama o zaman karşılaştığım davalar beni tatmin etmiyordu. Belki bugün olsa farklı düşüneceğim; çünkü bugün çok önemli görevleri var avukatların. Ve o arada nasıl olduysa, bir Amerikalı ile tanıştırıldım. Columbia Üniversitesi adına mülakatlar yapıyordu, bir araştırma hazırlıyordu...
"Ben istedim ki kadın olarak sayımız artsın"
Akademisyenlik ilk kez o Amerikalıyla tanıştığınızda mı düştü aklınıza?
- Evet. Çok özendim onun o özgür haline. Gazeteci olduğum için pek çok değişik şeyden haberdar oluyordum. Fullbright bursu onlardan biri, başvurdum. İlk sene seçilmedim. Sebebi evli oluşum. Bekâr birini seçtiler. Ertesi sene baktılar, bekâr olunca da dönmüyor! “Bu sefer tam tersi, evli seçeceğiz!” dediler. Seçildim. 52 yılıydı. Doktora tezime başlamıştım. Minnesota Üniversitesi’ne gittim, orada tezim için çalıştım. Ve Anglosakson üniversite metoduyla, yani sorulu, cevaplı, araştırmalı orada tanıştım. Beni çok heyecanlandırdı. Sonra Türkiye’ye döndüm...
Yıl 1953. Siyasal Bilgiler’in ilk kadın akademisyeninin adı Nermin. Sonra ilk kadın doçenti... Sonra da ilk kadın profesörü... Bu lafları duymaktan hoşlanmasanız da, kadınlara yol açan bir ilham perisisiniz...
- Tamam, tamam anlaşıldı.
O dönemler zor muydu kolay mı?
- Şöyle bir örnekle anlatayım. Benim yakın bir akrabam hâkim olmuştu. Onu Konya’da bir mahkemeye tayin ettiler. Diyordu ki bana, “Çarşıdan geçerken etraftakiler Hâkim Bey geçiyor diyorlar”. Yani bir mevki işgal ediyorsanız, size artık cinsiyetçi bir açıdan değil de görev açısından bakıyorlar. O ilk zamanlarda beni kimse rahatsız etmedi. Fakat ben istedim ki kadın olarak sayımız artsın! Şimdi fevkalade memnunum. Serpil Sancar gibi öğrencilerim çok önemli görevlere geldiler. Hem kürsümüzün ana bilim dalı başkanı hem de dekan oldu. Bugün Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde kız öğrencilerin erkek öğrencilere oranı, aşağı yukarı yüzde 45-55 arasında değişiyor...
"İki eşimin de yüzükleri parmağımda"
İki evlilik yaptınız, Yavuz Abadan Hoca’yla ve sonra da İlhan Unat Hoca’yla...
- Evet, ikisi de benim için çok değerli. Birincisi büyük aşktı. İkincisi ise büyük sempati ve arkadaşlıktı. İkimiz de aynı yaşta eşsiz kalmıştık. İkisinin de yüzükleri parmağımda...
İkincisi alınmadı mı? İlhan Hoca yani, Yavuz Hoca’nın yüzüğünü hâlâ takıyor diye...
- Bir gün dahi sormadı. Bunu problem edecek bir adam değildi.
Adınız geçtiğinde sizden sitayişle söz etmeyen öğrencinizi görmedim. Neden sizi bu kadar çok seviyorlar?
- Eğer gerçekten öyleyse onları ciddiye aldığım içindir! Problemleri olduğu zaman bana gelirlerdi, elimden geleni yaptım hep...
Öğrencileriniz evinizde, sokakta, derste, koridorda, nerede olursa olsun onlarla eşit ilişki kurduğunuzu anlatıyorlar...
- Ha bak o doğru. Öğrencilerimi hep adam yerine koydum. Genç insanlar bunu istiyor. Bu göç meselesinde de bu var: Türk kökenli Avrupalıların tek istediği saygı görmek...
‘Kamuoyu’ sözcüğünü Türkçeye kazandıran sizmişsiniz. ‘Halkla münasebetler’ lafını da bu ülkede ilk edensiniz...
- Evet. Onu bir makalede yazdım. Kayınvalideniz Betûl Mardin de çok saygı duyduğum, takdir ettiğim biri. Benim fevkalade sevdiğim bir arkadaşımla beraber çalışıyordu, Leyla Süren’le. Betûl Hanım, halkla ilişkiler mesleğine çok şey kazandırdı.
Siyaset bilimi hocası olarak ülkedeki siyaseti nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Efendim beni en çok tedirgin eden, bu muazzam cepheleşme. Ülkenin daha da gerilmemesini umut ediyorum. Bakalım neler olacak. Nefesimizi tuttuk bekliyoruz...