Milliyet’ten Mehveş Evin, Fuat Keyman; Hürriyet'ten İsmet Berkan, Mehmet Y. Yılmaz; Radikal’den Murat Yetkin, Oral Çalışlar; Zaman’dan Şahin Alpay, Ali Bulaç; Yeni Şafak’tan Ali Saydam, Atilla Yayla; Vatan’dan Mustafa Mutlu, Ruhat Mengi; Taraf’tan Haluk Çetin; Habertürk’ten Umur Talu gündem hakkında yazdı.
İşte o yazılardan hazırladığımız derleme:
Mehveş Evin – Milliyet
Ferhat
Can Dündar, sadece Milliyet okurları için değil, basının en değerli isimlerinden. Di’li geçmiş zamanı kullanmayacağım, çünkü Can’ın yazarlığı ve gazeteciliği, çalıştığı kurumdan bağımsız olarak hep var olacak.
Dört ay önce, Hasan Cemal’in gidişi üzerine şöyle yazmıştım: “Benzer çaresizliği nice kıymetli, demokrat gazetecinin ayağının kaydırılmasında yaşadık. İsminin yanına ‘çentik’ atılıp ilk fırsatta gönderilecekler listesinde bekleyen meslektaşlarımızın olduğunu, adımız gibi biliyoruz. Ve bugünü, “bize daha çok kalsın meydanlar” diye ellerini ovuşturarak bekleyen meslektaşlarımızın olduğunu da..”
Süreç, Gezi Parkı olayları sonrasında iyice hızlandı. Gerçi Can, “mesleğin sonu geliyor” dese de ben bu görüşe katılmıyorum. Eminim Can “Ada”sını başka mecralara taşıyacak... Sırada olanlar, geride kalanlar da kendi adalarını yaratmayı ve her şeye rağmen gazetecilik yapmayı sürdürecek.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Fuat Keyman – Milliyet
Çözüm süreci devam etmeli ama nasıl?
Çözüm sürecinde Türkiye tökezliyor. Adım atamıyor.
Bunun temel nedeni de şu:
Çözüm sürecine Batı (Amerika ve AB) ve Körfez ülkeleri başından itibaren net destek vermediler. Türkiye-Kürtler işbirliğinden ve Türkiye’nin güçlenmesinden endişe duyuyorlardı.
Çözüm sürecine ek olarak, Başbakan Erdoğan’ın “Başkanlık sistemine geçiş isteği ve çabası” bu endişeleri iyice arttırdı.
Başbakan Erdoğan’la Mısır Cumhurbaşkanı Mursi ve AK Parti’yle Müslüman Kardeşler arasındaki iyi ilişkiler, bu endişelerin derinleşmesine neden oldu.
Son dönemde, Washington’a, Avrupa’ya, Körfez ülkelerine yaptığım ziyaretlerde, “Acaba Erdoğan ve Mursi, denge ve denetleme sistemi içermeyen Başkanlık sistemi arayışlarında başarılı olabilirler mi” sorusunu sıklıkla ve endişeli bir tonda duyuyordum.
Bu ülkeler, “Çözüm Süreci+Başkanlık Sistemi denklemi”ne soğuktular ve endişeyle yaklaşıyorlardı.
Bugün geldiğimiz noktada, Mısır’da darbe oldu ve Mursi yönetimi yıkıldı; Gezi Parkı süreci sonunda da, Başbakan Erdoğan ile Batı arasındaki ilişkilerde büyük bir kopuş ve güvensizlik ortaya çıktı.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
İsmet Berkan – Hürriyet
Rum anne ile Ermeni babanın çocuğunun ‘soy kodu’ kaç olur?
Devletimizin ırkçı ayrımcı kodlama siyasetini Agos’un haberi sayesinde öğrendik. Haber, bir okula kayıt yaptırmaya çalışan bir çocuğun başvurusundan hareketle ortaya çıkan belgeleri aktarıyordu.
Buradan öğreniyoruz ki, nüfus kayıtlarında yer alan ‘soy kodu’ en azından azınlık okullarına kayıt sırasında bakılan bir şey.
Peki acaba başka hangi devlet daireleri bu koda bakıyor ve sonra da uygulamasını gördüğü koda göre yapıyor? Tapu’da bakılıyor mu? Emniyet’te? Savcılıklarda? Mahkemelerde? Şirket kurarken?
Bizim devletimiz hiçbir şeyi eksik bırakmaz: Bu kodların nerede nasıl kullanılacağına dair bir genelge, bir tüzük vardır mutlaka ve o da bir gün ortaya çıkar nasıl olsa...
Azınlıklar Tali Komisyonu, dedim ya, işi gücü azınlıklara hayatı zından etmek olan bir güzide kurumumuz, acaba ‘soy kodu’ 1, 2 veya 3 olanlara başka neleri yaptılar?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Mehmet Y. Yılmaz – Hürriyet
‘Çocuk gelinleri’ de unutmayalım!
Bir Ermeni vatandaşımızın çocuğunu azınlık okuluna kaydettirmek için yaptığı başvuru, Türkiye’de azınlıklara uygulanan bir başka ayrımcılığın daha ortaya çıkmasını sağladı.
Meğerse kamu kurumları azınlıklar ile ilgili olarak “kod uygulaması” yapıyormuş.
Buna göre Rumlar “1”, Ermeniler “2”, Yahudiler “3” rakamları ile kodlanmış.
Hitler döneminde Yahudilerin üzerinde yıldız işareti bulunan giysi giymeye zorlanmalarının bir değişik versiyonu sanki.
“Soy kodu” diye isimlendirilen uygulamaya göre nüfusta “2” kodu ile kaydedilmeyen bir vatandaş çocuğunu Ermeni okuluna gönderemiyor!
Bir kez daha ortaya çıkıyor ki Türkiye, Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili bölümünü istikrarlı bir şekilde ihlal ediyor.
İktidarlar değişiyor, hükümetler gelip gidiyor ama konu azınlıklara ayrımcılık olunca “devlet tavrı” hiç değişmiyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Murat Yetkin – Radikal
Ortadoğu’da savaşlar sınırları değiştirir
Ortadoğu, bundan bir asır önce İmparatorluk Türkiyesi’nin çöküşüyle beraber üç ayrı baskı altındaydı. Birincisi, dünya ekonomisine yön vermeye başlayan petrol, ikincisi kuzeyden, Rusya’dan yükselen komünist akımın kapitalist Batı sistemi üzerindeki tehdidi, üçüncüsü de İngiltere’nin Hindistan’da son perdesinin son sahnesine girmek üzere olan küresel sömürgeciliğiydi.Hindistan gitti, Ortadoğu’daki petrol yatakları yeni paylaşım düzeninde yerini aldı.
Bölgemizde, Türkiye dahil yaşanan iç savaş, devrim, karşı devrim ve savaşla rejimler, sınırlar değişti. Ondan sonraki 70 yılda özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist Batı siyasi, mali, askeri gücünü tek bir noktaya, Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırmaya yoğunlaştırdı ve bunu başardı.
Şimdi, yaklaşık bir asır sonra dünyanın iki ekseninde savaş rüzgârları esiyor. Kuzey Pasifik’teki (Uzakdoğu demiyoruz) ABD-Çin çatışması daha çok ekonomik paylaşım eksenlidir; Korelerin ihtilafı ciddi olmakla birlikte asli değildir. Ortadoğu’daki çatışma ekseni ise enerji savaşları temelinde ekonomik çekişmenin yanı sıra siyasi İslam ve Batı kapitalizmi arasında görüntü vermektedir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Oral Çalışlar – Radikal
Kürt Konferansı’ndan ‘Büyük Kürdistan’a
Bu ay içinde toplanacak olan Kürt Konferansı, Kürtlerin tarihinde yeni bir duruma işaret ediyor. 1. Dünya Savaşı sonrası dört ülkeye bölünmüş olan bu halkın değişik eğilimlerindeki temsilcileri, belki ilk kez bu kadar geniş bir katılımla bir araya geliyorlar.
Geçmiş tarihlere dikkatle bakıldığında; Kürt siyasi gruplarının, silahlı Kürt askerlerinin birbirlerine girdiği, ‘köklü bir birlik’ oluşturma perspektifinin zayıf kaldığı görülebilir. ‘Mahabat Kürt Cumhuriyeti’, ‘Molla Mustafa Barzani ayaklanması’ gibi deneyimleri göz ardı etmeden söyleyebilirim ki Kürtler ilk kez bu kadar meşru bir zeminde, yeni bir siyasi coğrafyanın aktörleri olarak bu konferansa katılacaklar.
Tabii bu duruma bir günde gelinmedi... Bu konferansın bugünden yarına yeni bir şey yaratacağını da düşünmemek gerekiyor... Ne olursa olsun, ortak Kürt kimliğinin böylesine açıktan ele alınması, ‘yeni bir gerçeklik düzeyi’ni gözler önüne seriyor. Tabii “Arap Baharı’nın gerisinde soru işaretlerinin bulunduğu böyle bir dönemde Kürt Konferansı ne anlama gelebilir?” şeklinde bir değerlendirme de yapılabilir.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Şahin Alpay – Zaman
Uludere’nin dersleri
Başbakan’ın Şırnak dönüşü İstanbul’da Uludere faciasına atıfla “bağımsız yargının bunların hesabını soracağı”nı söylemesi, Uludere faciasının aydınlanacağı, sorumlularının ortaya çıkarılacağı umudunu uyandırıyor olabilir. Ne var ki, TBMM Uludere Komisyonu’nun 15 ay araştırdıktan sonra, AKP oylarıyla olayın üzerini örten bir rapor yayımlaması; Diyarbakır savcılığının bir buçuk yıl inceledikten sonra, yetkisizlik kararı alıp dosyayı Genelkurmay askeri savcılığına devretmesi, bu umudu kesinlikle beslemiyor. Ama biz Başbakan’ın katliamdan hemen sonra sarf ettiği sözleri tekrarlamaya devam edelim: Bu facianın sorumluları “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaz, kaybolamaz…”
Peki Uludere’nin “Ankara’nın karanlık dehlizlerde” dolaşmaya devam etmesi nasıl açıklanabilir? Bu konuda ileri sürülen en mantıklı teori, AKP hükümeti ile TSK komutası arasında, “birbirlerinin işlerine karışmama” ilkesi üzerinde varılmış örtük bir anlaşmanın varlığı.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ali Bulaç – Zaman
Siyasetin dışına!
Müslüman Kardeşler’in Mısır’da maruz kaldığı askeri darbe dolayısıyla gündeme gelen “İslam ve demokrasi” tartışmasının bir bölümünü modern kentin şartlarında ortaya çıkmış bulunan İslami akımların ve cemaatlerin siyasetle ilişkisinin açıklığa kavuşturulması konusu teşkil eder.
Bu köşede konuyu liberal demokrasi teorisi çerçevesinde ele almaya çalışıyoruz. Türkiye ve Mısır başta olmak üzere, hemen hemen her İslam ülkesinde yeni bir döneme adım atmaktayız. Siyaset, demokrasi ve din tartışmasını sağlıklı bir zemine oturtmadıkça hem siyasî krizler devam edecek hem toplumsal patlamalar çok daha büyük boyutlarda sürecektir. Bu konu salt “politik” olanın ötesinde demokrasi teorisinin bizatihi kendisiyle ilgilidir. Teoriyi tartışırken Batılı felsefeleri ve bu alanda ortaya çıkmış bulunan zengin fikri hamuleyi göz ardı edemeyiz, ama bunun tek başına yetmediğini yaşadığımız tecrübeler sonucunda anlamış bulunuyoruz. Genel olarak devlet ve siyaset, özel olarak da liberal demokrasi teorisini İslam’ın kelam ve fıkıh kaynaklarını yoklayarak, bu kaynaklarda yer almış bulunan ana parametreleri temel alarak kritik etme mecburiyeti var.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ali Saydam – Yeni Şafak
Olup biteni alık alık seyrediyoruz
Ulusal Güvenlik Ajansı'nın (NSA) kullandığı casus program yazılımıyla ilgili sunumda yer alan haritayı gördüyseniz, izlemelerin ve deşifrasyonun en yoğun olduğu bölgeleri gösteren kırmızı noktaların özellikle Avrupa ve Ortadoğu'da ve bir de Türkiye'de yoğunlaştığını da mutlaka fark etmişsinizdir. O kırmızı noktalar nerede çoğalıyorsa oraların insanlarından bir ses çıkması beklenir değil mi? O ses çıkmıyor. Hepimiz olup biteni alık alık seyrediyoruz.
Peki ya Batı, Batılılığı'na halel getiren bu gelişmeler karşısında ne yapıyor? Malum, Almanya'da Yeşiller Partisi ve Korsanlar Partisi'nin öncülüğünde 40 şehirde protesto gösterileri düzenlendi. Alman basınından ülkelerinin özgürlük değerlerinin tehdit edildiğine vurgu yapan açıklamalar okuduk. Almanya Dışişleri Bakanlığı, bu türden tehditlere karşı önlem olarak 'Siber Dışişleri Sorumlusu' adı altında yeni bir görev alanı oluşturmuş. Bu arada Alman Bilim Adamları Birliği de, nükleer silahlarla mücadele eden organizasyonlarla ortak bir açıklama yapıp, bir kurum ya da devlet için çalışanların tanık oldukları olumsuz bir olayı kamuoyuna açıklayanlara verilen 'Whistleblower Ödülü'ne bu yıl Snowden'u lâyık gördüklerini bildirmişler.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Atilla Yayla – Yeni Şafak
Gezi’nin politik ekonomisi
Doğrusu hükümete çok kırgın ve kızgınım. Gezi'de hem Türkiye hem dünya için ilginç sonuçları olabilecek bir vaka yaşanacaktı. C. Fourierci, R. Owencı kolektivist çiftlik – işletme denemelerinin veya G. Orwell'in Hayvan Çifliği'nin 21. Yüzyıl versiyonu tekrarlanacaktı. Hükümet buna engel oldu. Böylece insanlığa büyük bir kötülük yaptı. Hükümetten talebimdir: 'Devrimci Gezi ruhu' sönmeden, işgalcilere Kazlıçeşme alanı yüz yıllığına tahsis edilsin. Gezi'deki grupların tümü, istiyorlarsa, o alana yerleşsin. Kendi siyasî ve ekonomik modellerini oluştursun. İnsanlığa ümit ışığı olacak keşiflere ve icatlara yelken açsın. Özel mülkiyeti, parayı, ticareti kaldırsın. Bireyselliği öldürsün. Tüm beşerî kararları kolektifleştirsin. Adâleti ve tam eşitliği tesis etsin. Eğer özgür ve müreffeh bir toplum ortya çıkartırlarsa tüm insanlık onların izinden gider, hayatın lüzumsuz külfetlerinden kurtulur, Gezi'ye, yani yeryüzü cennetine koşar. Az şey mi bu?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Mustafa Mutlu – Vatan
Merdiven!
Eğitim, bir ulusun “geleceğini” şekillendirir...
Ne ekerseniz, onu biçersiniz...
Sorarım size; bu tür “eğitmenler” çocuklarımızı ve ulusumuzu nasıl bir geleceğe taşır?
Yan yana, arkadaşça, paylaşarak, birlikte üreterek, sorunları beraber aşarak değil; birbirine hep “kız” ya da “erkek” olarak bakan ve sürekli bu konuya odaklanan çocuklar, büyüdüklerinde nasıl birer insan olur?
Birbirlerine nasıl anlayış gösterir, nasıl dayanışır?
Pedagoji eğitimi almış bir “öğretmen”, nasıl olur da eğitimlerinden ve geleceklerinden sorumlu olduğu gençlerin her şeyden önce birer “insan” olduğunu unutur?
İmza attığı bu tür uygulamalarla, gençlerin geleceğini karartacağını nasıl görmez?
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Ruhat Mengi – Vatan
Son kararı halkın izlemesi önleniyor!
Dün İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu “Pazartesi günkü duruşmaya seyirci alınmayacak. Silivri’de toplananlar da ‘kanunsuz gösteri’ olarak değerlendirilecek. Mahkeme sürecinin huzur içinde tamamlanmasını bekliyoruz” dedi. Vali’nin bunları söylemeye hakkı yok.. “Kararı davanın yürütüldüğü İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi verdi” diyor, eğer hukuk varsa mahkemenin de hakkı yok.
Neden, çünkü yargılamalar “aleni yapılmak zorunda”.. Anayasa’nın 141’inci maddesine ve buna göre çıkarılmış CMK 182’ye göre “halkın yasal olarak izleme hakkı” var, duruşmalar halka açık ve mahkeme ancak “açık duruşma sırasında ve ciddi bir engel, tehlike görülmüşse” sınırlama getirebilir, önceden böyle bir karar veremez, tutuklu yakınları,gazeteciler, siyasetçiler girecek diye kafasından seçim yapamaz.. Aynı şekilde Silivri’ye gelenlerin “seyahat özgürlüğünü, toplantı özgürlüğünü kısıtlayıcı karar” da veremez.
Dün konuştuğum hukukçuların açıklaması böyle.. Eğer Anayasa’ya ve yasalara uyulmayacak, valiler-hakimler canının istediği kararı verecekse “yeni anayasa”ya ne gerek var? Bırakın yenisini, eskiyi de kaldıralım, eski Teksas yasaları yeter de artar bile.. Bu kadar hukuksuzluğun yaşandığı davalarda, hele de yıllar sonra karar duruşmasında halkın izlemesi, desteklemesi önlenemez!
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Haluk Çetin – Taraf
AKP’li olmayanlar statlara alınmasın
AKP karşıtı her protesto barışçıl ve yasal da olsa iktidar mensuplarına göre siyasal, ideolojik ve yasaklanması gerekiyor.
Anayasal bir hak, barışçıl ve şiddetten uzak protesto olarak başlayan Gezi Parkı eylemlerinin devlet terörüyle ne hâle getirildiğini, gaz kapsül silahlarının uluslararası standartlara açıkça aykırı olarak hedef gözetilerek kullanıldığını, sivil görünümlü eli sopalıların saldırılarını ve bunun sonucu dört gencin öldüğünü onlarcasının yaralandığını, gözaltına alınıp tutuklandığını hep birlikte yaşadık.
Faşist askerî darbe ürünü YÖK düzenini ve paralı eğitimi protesto eden gençlerin bile terörist sayılıp cezaevlerine atıldığı ve çok ağır ceza istemleriyle yargılandıkları bir ülkede yaşıyoruz.
Bakan açıkça AKP karşıtı slogan ve tezahüratlara karşı düzenleme yapılacağını söyleyemiyor, ancak öncelikle Federasyon ve kulüp yöneticilerine mesaj veriyor.
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
Umur Talu – Habertürk
Bulut olur, toz olur , gaz olur, gazoz olur!
Dün “eski devir”de bir “muhabir”in vefasız kovuluşunu yazmıştım.
Sonra Milliyet’teki “av”da son haber geldi; epeydir “mecburi izin”de olan Can Dündar’ın da işine son verilmişti.
Top federasyonu başkanı ile tüp federasyonu başkanı patronlar “likit gaz” sıkmıştı.
Tabii sadece onlar yapmıyor; haksızlık olmasın.
Öncelikle, yıllar önceki sessizliği de, Hasan Cemal olayında tavrını da eleştirdiğim Derya Sazak’ı, son vakadaki mertliğini selamladım. Yine selamlarım.
“İntikam, kin, nefret”in nasıl bir inançla bağdaştığını ise hiç anlayamıyorum.
“Soy kütüğü” tutabilen müthiş cumhuriyetimiz, hemen öncesi devir gibi, “soysuzlar”ı epey kırmıştı, muhteşem demokrasimiz de “kendine oysuz” saydığını kazıyor; kafada sandık kırıyor.
Şöyle bir yanlış da yapmayalım: Hep kendi başımıza geliyor sanıyoruz. Hele şöhretler!
Oysa intikamla yahut safra sayıldığı için her zaman çok sayıda “isimsiz” gazeteci işinden, üç kuruş gelirinden ediliyor kolayca. Kimsenin de umurunda olmuyor!