Yaşar Ulutaş*
Her şey, içinde hiçbir kötü sözcük bulunmayan, seksen iki kelimeden oluşan altı cümlelik “Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur” başlıklı açıklama ile başladı. Tüm dünyada savaşlar olabildiğince acımasız bir şekilde yaşanmaktayken yaşatmak için ant içmiş bir mesleğin temsilcileri iktidarları uyardığı için bir sabaha karşı yedi şehirde gözaltına alınıp Ankara’da toplandı. Oysa ki ne kadar da zarif bir açıklama idi...
“Biz hekimler uyarıyoruz:
Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur.
Her çatışma, her savaş; fiziksel, ruhsal, sosyal ve çevresel sağlık açısından onarılmaz sorunlara yol açarak büyük bir insani dramı da beraberinde getirir.
Yaşatmaya ant içmiş bir mesleğin mensupları olarak, yaşamı savunmanın, barış iklimine sahip çıkmanın birincil görevimiz olduğunu aklımızdan çıkarmıyoruz.
Savaşla baş etmenin yolu, adil, demokratik, eşitlikçi, özgür ve barışçıl bir yaşam kurmak ve bunu sürekli kılmaktır.
Savaşa hayır, barış hemen şimdi!”
24 Ocak 2018 günü on bir kişiden oluşan Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi kendi web sitesinde “Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur” başlıklı açıklamayı yayımladı. Bu açıklamanın ardından 26 Ocak 2018 günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın (RTE) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) genişletilmiş il başkanları toplantısında TTB için “terörist seviciler” ifadesini kullanmasının ardından TTB, Hükûmet’in ve ak-trollerin boy hedefi haline geldi. Bunun üzerine TTB, “TTB Merkez Konseyi bu süreçte bir hekim birliği tutumu ve sorumluluğuyla görüşlerini ifade etmiştir. Savaş, çatışma, terör operasyonu ve benzeri durumlarla ilgili hekimlik değerleri ve yıllar boyunca geliştirilen tutum bildirgeleri hiçbir farklı yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. TTB Merkez Konseyinin 24 Ocak tarihli açıklaması bütünüyle bu birikime sadık kalınarak yapılmıştır.” ifadesini kullanarak ikinci bir açıklama daha yaptı.
İşaret fişeği atılmıştı bir kere, duyup ta durmak olur muydu?
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 28 Ocak’ta gazetecilere TTB hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söylerken bir yandan da iktidar ortağı politikacılar, vesayet altındaki medya ve ak-troller sosyal medya aracılıyla sürekli olarak TTB’ye saldırıyordu.
Yedi değişik şehirde yaşayan TTB Merkez Konseyi üyeleri doğal olarak tüm bu olup bitenleri yakınları ve tabip odaları aktivistleri ile sürekli tartışıyorlardı. Olayların gidişatından bir göktaşının gelmekte olduğu anlaşıyordu. Oysa ki, TTB avukatları savcılığa giderek gerekli görülürse Merkez Konseyi üyelerinin ifade vermeye hazır olduklarını bildirmişlerdi.
Tarih tekerrür mü ediyor?
Annemizi kaybettikten sonra biz ailece tüm kardeşler haftanın son günü olan cuma akşamları babamda toplanır onunla sohbet ederdik. Babam Pazarören Köy Enstitüsü mezunuydu, sonradan da Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünü bitirmişti. Kayseri’de ilköğretim müfettişiyken 1970’te Muş’a beden eğitimi öğretmeni, 1980 ihtilalinde ise Adana’da ilköğretim müfettişiyken Kozan Lisesi’ne rehberlik öğretmeni olarak sürgün edilmişti. Kısacası halden anlardı. Babam, eskilerin tabiriyle ajansı kaçırmazdı bu nedenle haberlerden hakkımızda olan biten her şeyi yakinen izlemiş ve herkes gibi o da bizler için endişelenmişti. Biliyordu ki RTE’nin diline doladığı, mahkemelerin gazabından kurtulamıyordu. 26 Ocak Cuma akşamı yine babamda toplanmış son olayları konuşuyorduk. Bir ara babama şakayla karışık “baba bu akşam ben eve gitmeyip sende kalacağım” dedim. Neden diye soran babama, bizi her an alabilirler birkaç gün sende kalayım demiştim. Cılız bir şekilde olur diyen babamın sesinden hüzünlendiğini anlamıştım. Akşamın sonu geldiğinde eve gitmek için oturduğum yerden kalkıp hazırlanmaya başlayınca “Hani burada kalacaktın” dedi. Ben de baba, biz kötü bir şey yapmadık ki neden korkalım hem alacaklarsa ne zaman olsa alırlar deyip babamın yaşadıklarını benim yaşayacağıma olan inancımla evimin yolunu tutmuştum.
Dostlar meclisinde gülümseten gerçekler
Pazartesi günleri üyesi olduğum Adana Tabip Odası (ATO) Yönetim Kurulunun haftalık toplantı günleriydi. TTB Merkez Konseyi üyelerine karşı yapılan açıklamalar ve sosyal medyadaki linç ATO yönetim kurulunun da gündemi olmuştu. Onun için geniş katılımlı bir toplantı yapılmıştı. Gergin geçen toplantının ardından biraz gevşemek ve konuşmalara devam etmek için topluca yemeğe gidilmişti. RTE ve İçişleri Bakanı’nın demeçleri çerçevesinde espriler yapılıyor neşeli olmaya çalışılıyordu. Bir ara arkadaşlardan bir tanesi “Hazırlıklı ol Yaşar bir gece ansızın almaya gelebilirler” dediğinde ben de zaten hazırlıklıyım geceleri pantolonumla yatıyorum dediğimde ortalık kahkahaya boğulmuştu. İnsanlar espri yaptığımı sanmışlardı ama bu gülümseten bir gerçekti.
Eşimi tembihlemiştim ama...
Günler her an kapımızın polis tarafından çalınacağı endişesi ile geçiyordu. Bu arada eşimi de “kapı çalınırsa mercekten bakmadan sakın kapıyı açma” diye sıkı sıkı tembih etmiştim. Tek amacım gözaltına almaya gelen olursa avukatımı ve arkadaşlarımı haberdar edecek birkaç dakika zaman kazanmaktı. 30 Ocak sabahının erken saatlerinde henüz gün doğmadan kapı zilinin çaldığını duyuyor gibiydim ama rüya mı gerçek mi anlayamamıştım. Arkasından konuşma sesleri de gelince rüya olmadığını anladım. Kalkıp kapıya doğru gittim eşim polis olduklarını söyleyen 3-4 sivil insanla konuşuyordu yanlarına apartman görevlisini de almışlardı. Eşim sabah uyku mahmurluğu ile sanki hiç tembihlememişim gibi beni uyarmadan kapıyı açmıştı. Arama yapacaklarını söylediler. Kimlik ve arama emrini sordum, hemen gösterdiler. Bir yandan bir polis kamerayla sürekli çekim yapıyordu. Avukatımı arayacağımı o gelmeden aramayı başlatmamalarını, avukatımın evinin bana çok yakın olduğunu söyledim. Aramama izin verdiler ama onun gelmesini beklemeden evi aramaya başladılar, ilk yaptıkları iş tüm elektronik eşyalarıma ve telefonuma el koymak olmuştu. Yoğun bir telaş içindelerdi sanki arkalarından kovalayan var gibi sürekli “çabuk çabuk” diyorlardı, bunun nedenini ilerleyen saatlerde anlayabildim. Yedi şehrin emniyet müdürlükleri yarış halindeydi. Gözaltını önce bitiren sabahın ilk haberlerinde medyada yer alacaktı. 20 dk. kadar sonra avukatım geldiğinde aramaya eşlik etti. Arama bitince arama tutanağını ona da imzalatmak istediler fakat kendisi gelmeden aramanın başlatıldığı aramanın ilk 20 dk. bulunmadığı için imzalamayacağını beyan etti. Emniyet götüreceklerini dışarıda havanın soğuk olduğunu sıkı giyinmemi söylediler. Bu ifadelerden Ankara’ya götürüleceğimi anlamak güç olmamıştı.
Gözaltı süreci
Adana Emniyet Müdürlüğüne götürüldüğümde henüz mesai başlamadığı için bir süre işlemlerin yapılmasını bekledikten sonra bodrum kattaki nezarethaneye indirildim. O gün Adana merkezli bir tarikata karşı operasyon yapılıp birçok üyesi gözaltına alındığı için bütün hücreler doluydu. Sonunda beni tarikat üyesi birisiyle aynı hücreye koymaya karar verdiler. Hücre 2x2 m2 büyüklüğünde ve bir de tuvaleti vardı. Ben hücreye girdiğimde diğer kişi tuvaletteydi. Ben 2 metrelik tahta bankın bir ucuna oturdum. Tuvaletten çıkan tarikat üyesinin beni görünce oldukça endişelendiğini fark etmiştim. Polis olmadığımı, onunla ilgili hiçbir şeyi merak etmediğimi, hücreyi bir süre birlikte kullanmamız gerektiğini ve endişelenmemesini söylemem onu oldukça rahatlatmıştı. Sonra da tek kelime bile konuşmamıştık.
Medyaya bilgi sızdıran polis memuru
Ara sıra bir sivil polis memuru gelip demir kapının yirmi santimetrelik sürgülü penceresinden TTB ‘nin kaç üyesi var? TTB MK kaç kişiden oluşuyor? Kaç tane tabip odası var? gibi sorular sorup arkasından da “İfade için değil meraktan soruyorum” demesine çok anlam verememiştim. TTB üye sayısı hakkında yanlış rakam vermiştim. Daha sonra verdiğim yanlış rakamın harfi harfine aynısını gazetelerden okuduğumda polis memurunun gazetecilerle iş birliği yaptığı, onlara bilgi taşıdığını anlamıştım. Bu arada tanıdık tanımadık 10’dan fazla avukat ziyaretime geldikçe beni görüşme odasına götürüp getiriyorlardı. Hepsiyle aileme ve arkadaşlarıma iyi olduğum, beni merak etmemeleri gerektiği haberini gönderiyordum.
Medya mensupları iyi görüntü alsınlar diye sahne hazırlanıyor
Öğleden sonra hadi gidiyoruz dediler. Hava güneşliydi ama ocak ayında Toroslara yağan karın üstüne bir de kuzey rüzgârları eklenince hava oldukça soğumuştu. Kabanımı giydim, sağımda ve solumda birer polis memuru koluma girmiş vaziyette bir hayhayla zemin kata çıktık. Nedense kelepçeye gerek görmemişlerdi. Dış kapıya yaklaşınca bir polis memuru bir dakika bekleyin diyerek, bizi kapıda durdurup dışarıya çıktı. İyi görüntü almalarını sağlamak için gazetecilere haber vereceğini anlamak zor değildi. Ama benim de ona karşı tedbirim hazırdı. Hadi çıkıyoruz demeleriyle kabanımın cebine koyduğum bereyi çıkarıp burnuma kadar indirmem bir olmuştu. Böylece, en hızlı davranan Adana Emniyet Müdürlüğünün televizyonlarda yer alan görüntülerinde ailem bile beni tanımakta güçlük çekmişti.
Ankara’ya yolculuk başlıyor
Bir polis otosuyla havaalanına giderken yanımda oturan polis memuru sürekli bana ve TTB’ye laf sokuşturup duruyordu siz hiç bizim açıklamayı okudunuz mu diye sorduğumda şaşırtıcı olmayan bir şekilde hayır cevabını aldım. Cep telefonundan internete girip bakabileceğini söyledim. Açıklamayı okuduktan sonra beni Ankara Emniyet Müdürlüğü elemanlarına teslim edene kadar ne havaalanında ne uçakta ne de Esenboğa Havalimanı’ndan Ankara Emniyet Müdürlüğüne gidene kadar bir daha o konuya değinmedi. O’da açıklamanın masumiyetini anlamıştı ama emir büyük yerdendi...
Ve Ankara…
Filmlerde hep gördüğümüz bir manzara vardı, gözaltına alınanları bir duvarın dibine yerleştirip karşıdan ve yandan fotoğraflarını alırlardı. Benim fotoğraflarım da Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde alındı. Ardından sağlık muayenesi için hastaneye ve sonra gözaltı merkezine götürüldüm. Milli Piyango İdaresi tarafından yaptırılmış ama sonradan emniyet müdürlüğüne devredilerek gözaltı merkezine dönüştürülen kapalı spor salonuna götürüldüğümde orada Ankara ve İstanbul’dan gözaltına alınmış olan TTB MK üyesi arkadaşlarla bir araya gelmiştik. Kapalı spor salonunun parkeleri kir pas içinde eski, ince bir halıfleks ile kaplanmıştı. Ayakkabılar, ayrı bir bölüme çıkarılıp salonda çoraplarla dolaşılıyordu. Tribünler polis memurlarına aitti. İçeride bir kısmı volta atan bir kısmı duvar kenarlarında kuru zemine oturmuş 250-300 kişi vardı. 40-50 kişilik IŞİD tarzı kıyafetli ve onlar gibi sakal bırakmış Suriyeli, FETÖ’cüler ve TTB açıklamasına destek olup beyanat veren/eylem yapan demokratik kitle örgütleri/ sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri vardı. İki kişiden fazlasının yan yana gelmesi ve konuşmak yasaktı. Kuralları çiğneyen olursa tribünlerdeki polis tarafından uyarılıyordu. Bir arkadaşımla salonda ileri geri volta atarken, sonradan özel bir üniversitede araştırma görevlisi olup FETÖ’den atıldığını öğrendiğimiz genç bir vatandaş yanımıza gelip siz TTB’densiniz değil mi diye sorunca şaşırmıştık. Sizi televizyonlarda görmüştüm diye ekleyince rahatlamıştık.
Ezilme korkusu
Akşam bizi bodrum kattaki 4-5 m2 lik zaten dolu olan nezarethanelere paylaştırdılar. Bir arkadaşımla ben iki gencin olduğu bir hücreye düşmüştük. Üniversite öğrencisi olan gençler bir protestoya katıldıkları için getirilmişlerdi. İki uzun duvar kenarında tahta banklar ve ortada da ancak 50-60 cm bir boş alan vardı. Gece saat 22:00 civarında polisler, gelin yataklarınızı alın dedi. Hücreye bizden önce gelmiş olan iki genç süngerlerini alıp bankların üzerinde uyku pozisyonuna geçtiler bize de yerler kalmıştı bankların ortasına yere diğer arkadaşım, kapının kenarına, onlarında ayak uçlarına diklemesine ben sünger döşeğimi koydum ama hücrenin kapısı demir parmaklık olduğu için soğuk geliyordu. İkinci bir battaniye alıp diklemesine üçe katladım demir parmaklıkların birinin önünden birinin arkasından geçirerek soğuk gelen yere bir bariyer örerek uykuya daldım. Tuvalete gitmek isteyen olursa polisi çağırıyor kapılar açılıyor öylece tuvalete gidiliyordu. O gün yanlışlıkla ezilmemeyi umut ederek uyudum.
Komşu hücreler...
Yan koğuşlarımızda IŞİD’li Suriyeliler, karşıdakinde FETÖ’cü bir havacı tuğgeneral vardı. Suriyeliler Türkçe bilmediği için iletişim kuramıyorduk fakat tuğgeneralle konuşma şansımız olmuştu. İki yıla yakın bir süre Sincan Cezaevi’nde kaldıktan sonra yeni gelişmeler ışığında tekrar sorgulanmak üzere Emniyet Müdürlüğü’ne getirilmişti. Genellikle sabaha karşı saat 2-3 sıralarında sorguya götürüldüğünü, kendinin ikinci bir cep telefonu olduğunu onu istediklerini, aslında başka bir telefonunun olmadığını, cevabını bilmediği daha bir sürü soru sorduklarını ama kendisinin suçsuz olduğunu söyleyerek sürekli bir kendini aklama çabası içindeydi. Kadınlar, çaprazımızda bulunan daha büyük bir hücrede 5-6 kişi kalıyorlardı, koğuşlarında eğlence kaynağı olan bir de bebek vardı.
Diş macunu sorun oldu
Gece yarısına doğru Van, İzmir ve Diyarbakır’daki TTB MK üyeleri de gelince kadro tamamlanmış oldu. Polisler yeni gelen bir arkadaşımızın diş macununu içeri almamışlardı. Tamda o sırada dişini fırçalamaya çıkan diğer bir arkadaşımızı gören yeni arkadaş polisle sıkı bir ağız kavgasına girişmişti.
Pet su şişesi etiketinden ayakkabı bağcığı
Penceresi olmayan ve demir parmaklı kapıları bulunan hücreler kameralarla izleniyordu. Konuşmanın yasak olduğu nezarethanede bizim ekip gelince bazı kurallar biraz gevşetilmişti. Hücre arkadaşımız olan gençler “İyi ki geldiniz abi bizi iki kelime bile konuşturmuyorlardı” demişti. Ben soğuk olacağını düşündüğüm için nezarethanede üşümemek için botlarımı giymiştim. Ama daha önce hiç böyle bir deneyim yaşamadığım için botlarımın bağcıklarının emniyette alınacağını bilmiyordum. Bağcıksız botlarla yürümeyi denediniz mi hiç? Botlar ayağınızdan çıkar adeta onları sürüklercesine yürürsünüz. Onun da bir çözüm vardı. Verilen yarım litrelik pet su şişelerinin üzerindeki etiketleri çıkarıp ince ip haline getirerek botlara bağcık yapmıştım. Burada bir gece kaldıktan sonra ertesi gün akşama doğru, sanıyorum yan yana gelmesini istemedikleri kişilere yer açmak için bizleri tekrar spor salonuna çıkardılar.
Spor salonu deneyimi...
Spor salonu yine kalabalıktı. Ama burada yürüyüş yapma olanağımızın yanı sıra gökyüzünü de görme şansımız vardı. Yemekler Emniyet Müdürlüğü’nün anlaştığı bir restoran tarafından getiriliyor ve tribünlerde yeniyordu. Tribünler oyun alanından yüksek olduğu için kapalı spor salonunun boydan boya camlarından dışarısı da rahatlıkla görülebiliyordu. Tuvaletler ve duşlar tribünlerin altında soyunma odalarının olduğu bölümdeydi. Kapıları tam kapanmayan 3-4 tane tuvalet ve hiç kapısı olmayan 3-4 adet duş vardı. Parkelerin bittiği yere 4 çift tuvalet terliği konmuştu. Her tuvalete gidişimizde çoraplarımız abdest alan kişilerin bizden önce giymiş oldukları terlik nedeniyle ıslanıyordu. O ıslaklık ve kirlenme duygusu tüm ekibi rahatsız ediyordu. Ama bunun dışında rahatsızlık veren başka şeylerde vardı. Tuvalete gidenlerin sürekli kullandıkları koridorda bulunan duşların da perdesi yoktu. Nasıl duş alacağımızı kara kara düşünürken aklıma naylon çöp poşetleri geldi. Tribünlerde yemek ambalajlarını atmak için büyük çöp kovaları ve battal boy çöp poşetleri vardı ve yedekleri de çöp kovalarının yanında duruyordu. Aklıma bir fikir gelmişti, çöp poşetlerinin yanlarını açıp yemeklerden çıkan kürdanlarla birleştirerek duş perdesi yapabilirdim. Duşa gitmek için pet su şişesi ile polislere gidip içine bir miktar sıvı sabun ve bir yüz havlusundan biraz daha küçük boyutta olan kâğıt havludan bir tane alıyordunuz. Duş perdesinin montajı için önce ben duşa girdim yine kürdanlarla perdeyi yukarıdaki boruya monte ettim. Böylece duş sorunu da çözülmüştü. 5-6 adet tuvalet vardı ama tuvaletlerin ya kapısı yoktu ya da arkadan kilitlenmiyordu. Tuvalete girdiğinizde bir elinizle de kapıyı tutmak zorunda kalıyordunuz. Bir de tuvalet lambaları fotoselli olunca bir yandan da sürekli hareket etmeniz gerekiyordu.
Günler volta atarak geçiyor
Günlerimiz salonda volta atmakla geçiyordu fakat salonun sert zemini ve çıplak ayakla yürümemiz nedeniyle herkesin baldırları ağrımaya başlamıştı. Bu yürüyüşler sırasında farklı insanlarla diyaloglarımızda oluyordu. Hele bir tanesinin öyküsü çok ilginçti; kamburu çıkmış, yaşlıca, kalın bıyıklı, üstünde bir kazak, altında bir içlik olan MTA’dan emekli ilkokul mezunu bir işçiydi. Neden gözaltına alındığını sorduğumuzda hiç de kendinden beklenmeyen bir hikâyesi olduğunu öğrendik. TTB MK üyelerinin gözaltına alınmasının ardından “Tayyip hadi alabiliyorsan Hipokratı da içeriye al” diye sosyal medya paylaşımında bulunmuştu. Bakın şu amcanın bilincine... Ne arayanı ne soranı vardı. Hikâyesini öğrenince TTB avukatlarının onun içinde gerekenleri yapmasını sağlamıştık.
Kirli yataklar, çiğ yemekler...
Volta atmanın dışında duvar dibinde tahta parkelerin üstünde otururken polislere çaktırmadan bildiğimiz fıkraları kısık sesle birbirimize anlatıp gülüşüyorduk. Geceleri fanatik birilerinin saldırısına uğrama kaygısı, salonu aydınlatan güçlü projektörlerinin geceleri de açık kalması ve çok gürültülü çalışan ısıtma sistemi nedeniyle derin bir uyku çekmek mümkün değildi. Ayrıca bir gece önce kimin yattığını bilmediğin, hijyenik olmayan ve belki de hiç temizlik yüzü görmemiş sünger ve battaniyelerle yatmanın huzursuzluğu da iyi uyku uyumanın önündeki engellerdi. Buna rağmen moraller hiç bozulmuyordu. Hatta bir arkadaşımız yenen iyi pişmemiş etlerden mi yoksa hijyenik olmayan döşek/battaniyelerden mi bilinmez gözaltından çıktıktan kısa bir süre sonra Toxoplasma Üveiti olmuştu. Oysaki, arkadaşlarımı özensiz hazırlanmış birçok yemekte olduğu gibi verilen köfte ekmeklerdeki köftelerin de çiğ olduğu, yememeleri gerektiği konusunda uyarmıştım. Bir arkadaşımla birlikte biz et bulunan yemeklerin etlerini yemeden sadece ekmekleriyle yetiniyorduk.
Gülmek devrimci bir eylemdir
Spor salonunun bir köşesinde sünger yataklar ve battaniyeler üst üste atılmış bir şekilde duruyordu. Yatma saati geldiğinde polislerin yatakları alabilirsiniz talimatı üzerine herkes bir sünger bir battaniye alıp uyumaya geçiyordu. Sabah saat sekizde de sünger ve battaniyeler eski yerlerine üst üste atılıyordu. Bir gece yine süngerlerimizi alıp uyumak için her zamanki yerlerimize geçmiştik aklımıza gelen fıkraların birkaçını anlatıp sessizce gülüyorduk. Bizim gülmelerimiz polis memurlarını rahatsız etmişti. Sonuçta gülmek devrimci bir eylemdi.
Gecikmiş adalet, adaletsizliğin ta kendisidir
Üç arkadaşımız, cuma akşamı ifadeleri alınarak serbest bırakıldılar. Geri kalan sekiz kişinin 30 Ocak sabahı başlayan gözaltı macerası ise yedinci günün sonunda 5 Şubat 2018 tarihinde ifadelerin savcı tarafından alınmasının ardından denetimli serbestlikle sona erdi. Sürpriz bir şekilde dava dosyasına 1 Eylül Dünya Barış Günü açıklamasının da dahil edilmesiyle yargılama sonucunda her iki açıklama için 10’ar aydan toplamda 20 ay hapis cezasına çarptırıldık. Normal şartlar altında, davanın en başında yargıçların “hükmün açıklanmasının geriye bırakılması” (HAGB) teklifini kabul etmediğimiz için bu cezayı hapiste geçirmemiz gerekiyordu. HAGB’na göre sanığın suç işlediğine dair bir hüküm verilmiyor suça ilişkin ceza da özel olarak ve şartlı erteleniyor. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı kapsamında 5 yıllık bir denetim süresi belirleniyor bu süre içerisinde kasıtlı bir suç işlenmezse dava düşüyor. Bizim davayı sonuna kadar götürme kararlılığımız olduğu için istinaf mahkemesine itirazda bulunduk. Aradan geçen üç yıla rağmen “Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur” başlıklı ve buna eklenen 1 Eylül Dünya Barış Günü açıklamamız nedeniyle hakkımızda verilen 20 aylık hapis cezasının istinaf sürecinde bir arpa boyu yol kat edilememesi hukukun içinde bulunduğu acı durumu bir kez daha gözler önüne seriyordu.
Bozulan düzenler...
TTB Merkez Konseyi’nin on bir üyesinden akademisyen olan dört üyesi hakkında bağlı bulundukları üniversiteler tarafından disiplin soruşturması başlatıldı. Üç üniversite cezaya yer olmadığına karar verirken bir tanesi olayı mahkemeye taşıdı. Bu dava halen devam etmektedir. Aile hekimliği yapmakta olan bir Merkez Konsey üyesi gözaltı sürecinin hemen arkasından 2 ay açığa alındıktan sonra aile hekimliği sözleşmesi fesih edildi. İdare mahkemesine açılan işe iade davası aleyhte sonuçlandı, karara bölge idare mahkemesinde itiraz edildi. İki yıla yakın bir zamandır dava dosyasının kapağı bile açılmadı. Diğer bir aile hekiminin sözleşmesi fesih edilip bir devlet hastanesinde çalışmaya başladı. Çalışma koşullarından hoşnut olmadığı için emekliye ayrılmak zorunda kaldı. Açmış olduğu işe iade davasını kazanmasına rağmen bir yılı aşkın bir süredir işe başlatılmadı. Bir başka aile hekiminin sözleşmesi fesih edildi, özel bir sağlık kurumunda çalışmak zorunda kaldı. Bir devlet kurumunda işyeri hekimliği yapan diğer üyenin işine son verildi özel bir hastanede çalışmaya başladı.
Gözaltı mı? Gözdağı mı?
Aslında tüm bu bizlere yapılanlar gözaltından çok bir gözdağıydı. Bu gözdağı bize değil tüm topluma yöneltilmiş bir tehditti. Fakat, Dünya Tabipler Birliği(WMA) ve Avrupa Hekimler Daimi Komitesi (CPME) başta olmak üzere yurt dışından birçok kurum/kuruluş; yine yurt içinden sendika, meslek örgütü, demokratik kitle örgütü, siyasi partiler/politikacılar ve bireysel olarak kişilerin güçlü ve sürekli destekleri bizler için moral/motivasyon kaynağı olurken erki elinde bulunduran iktidar karşısında güçlü bir toplumsal muhalefetin olduğunun da göstergesiydi.
* Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey eski üyesi