T24- “Mesele onur, gurur meselesi değil. Eğer çözüm istiyorsak, önce PKK silah bıraksın demek yanlış. Her iki taraf da birlikte, önkoşulsuz silah bırakmalı”. Bu söz, 41 yıl boyunca istihbarat görevinde bulunmuş, 3 yıl Diyarbakır’da gözüne uyku girmeden görev yapmış eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e ait...Bir örnek veriyor ardından; “Hakkari’de küçücük çocuklar ellerinde taşlar tek bir yabancıyı şehre sokmuyor. Bu kuşağı kaybedersek, gelecek kuşak herhangi bir çözümü kabul etmeyecek. İşte o zaman Türkiye’nin de bir Filistin sorunu olacak. Çözümü, geriye dönüşü, barışı olmayan...”
Oslo görüşmelerinden haberdar mıydınız?
Türkiye kamuoyu Öcalan’la görüşmeleri bugün artık biliyor. O görüşmeler kitaplaştırıldı, medyada yer aldı. Bu konuda benim de çok beyanım oldu. Ama sanıyorum 2010 yılları başlarında yapılan Oslo görüşmeleri kimse tarafından bilinmiyor. Benim de bilmem mümkün değil, MİT’ten 2005 yılında emekli oldum. Bilsem de açıklama şansım yok ama bilmiyorum.
Peki zabıtları okuyunca ne düşündünüz, şaşırdınız mı?
Hayır, şaşırmadım. Çünkü olması gereken bir görüşmeydi. Sonuçta başarılı olup olmaması ayrı ama böylesine çok önemli bir sorunun çözümüyle ilgili bir çalışma olması gerekir. Özellikle silahların bıraktırılması meselesini muhataplarıyla görüşeceksiniz ki hangi koşullarda, nasıl bir sürecin çalışacağını ortaya çıkarabilesiniz. Kolay bir iş değil bu. 30 senedir dağda süren bir süreç var ve bu mesele sadece dağdaki militanlara bağlı da değil. Bu silahlı gücün etkilediği legal, yarı legal alanlar var, gerek Türkiye’de, gerekse Avrupa ve Ortadoğu’da bu silahlı örgüte bağlı birçok kuruluş var. Böylesine karmaşık bir yapının silahlarının bıraktırılması meselesi çok önemli ve bu da koşullara, o koşulların yaratılmasına ve sürece bağlı. O bakımdan bu görüşmelerin yapılmış olmasından memnuniyet duydum.
Peki sizin o görüşmelerden çıkardığınız sonuç ne oldu?
Oslo’daki son buluşmanın içeriğine baktığım zaman şunu görüyorum; bir diyalog ortamı gelişmiş. Ama karşılıklı bir güven yaratma çalışması var. Ve anlaşılıyor ki devlet heyeti karşı tarafın neyi talep ettiğini doğru şekilde anlamaya çalışıyor ve bir de ateşkes meselesine önem veriyor, ki doğrusu da o... Burada bu görüşmeler neticesinde Öcalan tarafından üç protokol hazırladığını, ancak bu protokollere siyasi iktidardan henüz bir cevap gelmediğini öğreniyoruz. Murat Karayılan da, Ahmet Altan’a hitaben yazdığı ve Taraf’ta yayımlanan mektubunda bu protokollere cevap verilmemesi konusunu öncelikli bir mesele olarak kaydediyor...
Karayılan’ın mektubu ne diyor?
Ben de oraya gelecektim... Karayılan, o mektupta “Bütün bu sürece bakıldığında AKP’den ve devletten yana bir çözüm zihniyeti sergilenmedi. Özerklik, anadil hakkı ve Önder Apo’nun serbest bırakılması gibi temel istekler bir yana bize yumuşak bir mesaj bile verilmedi” diyor ve şu noktaya geliyor: “Tarihin her döneminde, Kürt halkının devletler tarafından kandırılıp oyuna getirilmesi adeta bir kader haline gelmiştir. Öyle ki benim küçük yaşlarda köyün yaşlılarından duyduğum ‘Devlet eşek de olsa, binme’ sözü çok ilginçtir. Yine bizden önceki son Kürt direnişi olan Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza’nın, ‘Sizin hilelerinizle baş edemedim bu bana ders olsun, ben de sizin önünüzde diz çökmedim o da size dert olsun!’ sözünü de hiç unutmayız” diyor.
Evet... Hâlâ karşılıklı bir güven sorunu var. Dikkat ederseniz, Karayılan gibi Kürt siyasi hareketinde PKK’nın en tepesindeki şahıs bugün meseleleri yorumlarken hâlâ Seyit Rıza dönemindeki halk deyimini kullanıyor. Bu bize Kürt halkındaki bu güvensizliğin boyutunu ve nereye dayandığını gösteriyor. O bakımdan daha önce de hep vurguladığım gibi içinde bulunduğumuz şartlarda güven yaratıcı önlemler çok önem kazanıyor. Tabii ki böylesine adımlar karşısında PKK’nın da devlete karşı güven yaratıcı adımlar atması öncelikli bir mesele. Tabii ki bu adımlar içinde ateşkesin sürekliliğe sahip şekilde yeniden başlatılması meselesi bizim öncelikli konularımız arasında. Bu yüzden de Oslo görüşmeleri çok önemli...
Geçen hafta Hasan Cemal’le konuşmuştum. O diyor ki; “PKK ‘ama’sız, önkoşulsuz, tek taraflı silah bırakmalı...”
Bugün Türkiye siyasetinde hem siyasi iktidar tarafında hem de diğer siyasi partiler tarafında, ‘PKK tarafından koşulsuz ateşkes şartları yaratılsın, silah bırakılsın, ondan sonra görüşmeler başlasın’ gibi bir düşünce var. Bu talep edilebilir ama bu ülkenin objektif ve sübjektif şartlarının çok doğru değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca PKK gibi 30 senedir silahı elinde bulunduran bir örgütün içinde bulunduğu psikolojik şartların ve çok derin güvensizlik yapısının kırılması öyle basit ve kolay bir olay değil. O bakımdan Murat Karayılan’ın Ahmet Altan Bey’e yazdığı mektubun eleştirilebilecek birçok yönü var ama orada ben Karayılan’ın çözüm arayışını, barış isteğini gördüm, bu çok önemli ve beni çok mutlu etti. O mektubu ben Ahmet Altan Bey’e yazılan özel bir mektup olarak almıyorum. Türkiye’ye, Türkiye siyasetine, iktidara yazılmış bir mektup o... Ve o mektubu, bir silahlı hareketin kendimize yönelik eleştirel boyutları içinde değil de, bir barış iradesinin oluşması isteğini dikkate alarak okursak, tabii ki onların marjinal taleplerine de kenetlenmeden, böylesine bir barış ortamının oluşabileceğinin emarelerini verdiğini görürüz Karayılan’ın...
Habur küçük bir adımdı
Ama hâlâ şiddete devam ediyorlar? Üstelik sivilleri de hedef alıyorlar artık...
Şunu ifade etmek istiyorum; örgüt devlete karşı güvensizliği sebebiyle silahı hâlâ bir güvence olarak görüyor. Karayılan, silahı bıraktıkları takdirde hiçbir adımın atılmayacağını ifade ediyor. “Çünkü bugüne kadar çok kandırıldık. Sadece Türkiye tarafından değil, bütün dış güçler tarafından” şeklinde bir genellemesi var Karayılan’ın. O bakımdan bu güvensizliği ortadan kaldıracak hareketi Türkiye siyasetinden, siyasi iktidarından bekliyor. Böylesine bir sürecin içinde, görüşmeler kesilmesine rağmen... Öte yandan Sayın Başbakan da zaten, “Öcalan’la ilgili görüşmeler ihtiyaç duyduğumuz zaman başlayabilir” derken bu sürecin başlayabileceğinin işaretini veriyor. BDP ile diyaloğun her zaman kurulabileceğini ifade ediyor. Ama ben Türkiye siyasetinin daha radikal, ezber bozucu adımlar atmasının çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Habur gibi mi?
Habur bana göre daha küçük... Ben ezber bozmayı şöyle düşünüyorum; kendimizi Başbakan’ın yerine koyalım ve biraz gerçekler üzerinden rüya görelim. PKK’ya endeksli olmadan atılabilecek adımlar var bugün. Türkiye toplumu bu adımlara ihtiyaç duyuyor.
Ezber bozucu adımlar atılmalı
Nedir bunlar?
Birinci sorunumuz neydi? Güven artırıcı önlemlerdi... Şahsen ben Sayın Başbakan’ın yerinde olsam, ki onun etkili gücüne ben de inanıyorum, yüzde 50 gibi bir oy potansiyeline sahip, böylesine bir halk desteğini bugüne kadar hiçbir siyasi iktidar arkasına alamadı ve Başbakan’ın güçlü bir iradesi var, sevilen bir insan, bugüne kadar çok önemli değişimler yaptı... O halde ben olsam bir grup toplantısında her zaman yaptığım gibi Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu demokratik dönüşümün işaretlerini verirdim... Ve Türkiye’nin demokratikleşme dönüşümünün yeni anayasanın inşasıyla birlikte, evrensel değerler çerçevesinde yapılacağını ve en önemli meselemiz olan Kürt meselesinin de bu evrensel değerler çerçevesinde ele alınacağını, artık silahların bıraktırılması sürecinin başlatılması gerektiğini ve çözüme PKK silahlı hareketinin de bu koşulları yaratmada yardımcı olması gerektiğini ve bunun için siyasi partilerle tek tek görüşeceğimi, azami müştereklerde bir ortak akılla bir genel çerçeve çizmeye çalışacağımı ifade ederdim. Ve arkasından siyasi partilerle görüşerek bu temel demokratik parametreleri ortaya koyardım. Onun arkasından da parlamentoda siyasi partilerin azamisinin desteğini alarak, Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Seçim Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu gibi sorunlu olan ve bugün tüm siyasi partilerimizin de üzerinde birleştikleri değiştirilmesi gereken kanunlar üzerinde çok süratli bir çalışma yaparak, seçim barajının düşürülmesi, tutuklu milletvekillerinin serbest kalması, hatta ifade hürriyeti çerçevesi içinde kalan hususları terör örgütü kapsamına sokan yanlış uygulamaları ortadan kaldırmak gibi kanun tekliflerini Meclis’e getirip bunların çıkarılmasını sağlardım...
Anayasa değişikliğini hiç beklemeden?
Hiç beklemeden. Acil olan, Türkiye’nin demokratik taleplerine cevap verecek adımları atınca Türkiye iklimi çok değişir. Bunlar PKK’nın hiçbir talebiyle bağlantılı hususlar değil. Ama PKK’nın hak taleplerini etkileyen, ateşkese süratle geçilmesini sağlayan hususlar.
O zaman silahların bırakılması konusunda da ilk adımı yine Başbakan mı atmalı?
Artık kim olursa... Ama “Önce PKK önkoşulsuz silah bıraksın” değil. Bu onurdan, gururdan, devlet şöyle adım atar, böyle atmaz gibi önyargılarımızdan kurtulup bir tek çocuğumuzun dahi ölmemesi için atılacak her adımı önce kim atarsa atsın. Ama siyasi iktidarın önceliği burada çok önemli. Çünkü güç onun elinde... Bence silahlar birlikte bırakılmalı.
Tamam ama ‘Devlet silah bırakır mı?’ diyenler çok olacaktır...
Devlet çok güçlü, PKK ile devleti mukayese edemezsin. Ama bir realiteyle de karşı karşıyayız, böylesine bir süreci artık yaşamak istemiyoruz. “Ben operasyon yapmayacağım, Kandil’e gitmeyeceğim” demek devleti asla küçültmez... Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücüyle, imkanlarıyla zaten bir örgütü hiçbir zaman yan yana koyamazsınız. Ama o örgüt içindekilere de kazanılması gereken vatandaşım diyerek bakmamız gerekiyor.
MİT’te göreve başladığımda Kürt’e ‘Kürt’ demezdik!
Neredeyse her gün bir can yakan haber geliyor. Şehitlerin sayısını biliyoruz, ama dağda kaç kişi öldüğü muamma... Ateş düşüyor evlere, Türkiye’nin dört bir köşesinde... Gündem sürekli değişiyor, en kötüsü belki de bu ölüm haberlerini kanıksıyoruz. Neyse ki kanıksamayan pek çok kişi var hâlâ... Bir hafta önce söyleşi yaptığım Hasan Cemal öyle... Bugün sayfalara taşıdığımız eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş de... Öneş sahadan biri, tam 41 yıl MİT’te görev yapmış. Daha MİT, MİT olmadan Milli Eğitim Hizmetleri Başkanlığı döneminde başlamış bu kurumdaki görevine...
Ankara’daki evinde yaptık söyleşiyi. Ben biraz casus romanı tadında bir hikâye beklercesine girdim sohbete. “Nasıl oldu da MİT’te çalışmaya başladınız?” diye... Pek öyle casus romanı heyecanı yok işin içinde ama yine de ilginç bir hikâye... Ya da Öneş heyecanlı kısımlarını kendine saklıyor! Zira daha konuşmanın başında “MİT’in operasyonel çalışmalarıyla ilgili konulara girmem” şartını üzerine basa basa söyledi!
Amacı hukukçu olmakmış aslında. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirmiş, İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş. Ama Sivas’ta yedek subaylığını yaparken, hayatı değişmiş. Karargâh komutanı Fuat Doğu’ymuş, yani o tarihlerdeki Milli Eğitim Hizmetleri Başkanı. Emir subayı da Cevat Öneş! Terhis olmasına günler kala yanına çağırmış, “Ankara’ya gel, görüşelim. Birlikte çalışalım” demiş. Güveni, saygısı tammış Fuat Doğu’ya, ki 45 yıldır evli olduğu eşi Günşen Hanım’la nişan yüzüklerini de o takmış. Bu sebeple düşünmeden kabul etmiş görevi Cevat Öneş.
“Ben üniversitedeyken MİT dendi mi, insanın tüyleri ürperirdi. Siz hiç çekinmediniz mi?” diye soruyorum. “O zamanlar Kürt kelimesini bile kullanamazdık. Kürt’e ‘Kürt’ demezdik. Kravatı kırmızı diye, çorabı kırmızı diye komünist addedilip tutuklananların olduğu günlerdi... İnsanlar MİT’in, hatta herhangi bir karakolun yanından geçmeye bile korkardı. Yani sizin zamanınızdan çok daha korkutucuydu” diyor. Ben ilk cümlesine takılıyorum. “Kürt’e Kürt demezdiniz peki ne derdiniz” diye soruyorum bu kez. Gülerek yanıtlıyor: “O zamanlar Kürt yoktu ki zaten! Kürtlerin kökeni Türk’tü!”
O korku ve yasak günlerine rağmen 1966 yılında MİT’te göreve başlamış. Ve bu kararından 41 yıl boyunca bir kez bile pişmanlık duymamış. 60’larda solun yükselişi, 70’lerin çatışmalı ortamı, 80’lerde darbe süreci, 90’larda Kürt ve irtica meseleleriyle igili yüzlerce olayın içinde olmuş. Peki hiçbir ideolojik tercihi olmaz mı insanın, böyle bir görev yapsa da... Kendi tanımıyla ideolojik bir taraftarlığı olmasa da değişimci, modernist, insan haklarını öne çıkaran bir yapısı olmuş her zaman. “Sağda değildiniz yani?” diyorum durumu netleştirmek için, “Evet, sağda olmadığımı söyleyebilirim” diyor.
Kısa hayat hikâyesini dinledikten sonra meselemize dönüyoruz. 1989’da Kürt meselesiyle haşır neşir olmaya başlamış Cevat Öneş. Bir gün Teşkilat Müsteşarı çağırmış ve “Hazırlan, Diyarbakır’a gidiyorsun” demiş. Apar topar tutmuş Diyarbakır’ın yolunu... “Bir yaz günüydü.
Diyarbakır’da uçağın kapısı açıldı, bir sıcak dalgası çarptı yüzüme. O zamanlar Olağanüstü Hal var. Tüm koşullar olağanüstü... Yolda giderken havanın sıcaklığı kadar başka bir sıcaklığı da hissettim” diye başlıyor anlatmaya. Diyarbakır’da kaldığı üç yıl boyunca hemen her gece uykusuz geçmiş. “Görevdeki arkadaşlarımın sağ dönüp dönmeyeceği, bir saldırıya maruz kalıp kalmayacağı meçhuldu. Her an bu riskle yaşadık” diyor.
O tarihte saptadığı çok önemli bir nokta olmuş, teröre rağmen Kürt-Türk diye bir ayrışma yokmuş. “Herşeye rağmen Diyarbakır sokaklarında korumasız gezebiliyordum” diyor Öneş. Birkaç yıl önce Hakkari’ye bu kez görev için değil, politik bir çözüm peşinde gittiğinde ise bambaşka bir tabloyla karşılaştığını söylüyor üzülerek; “Ekopolitik toplantısını Hakkari’de yaptık. Biliyorsunuz, Kürt meselesini barışçıl çözüme kavuşturmak için farklı siyasetten insanların bir araya geldiği bir oluşum bu.
Dindar da var içimizde, eski PKK’lı da, ülkücü de, ulusalcı da... Benim gibi eski bir istihbaratçı da! Ne yazık ki o gün gördüğümüz tablo çok acıydı. Kürt çocuklar ellerinde taşlarla tek bir yabancıyı şehre sokmuyorlardı. Sanki Filistin’deydik!”
Güvensizlik çok derinleşti!
Cevat Öneş, sorunun geldiği boyutun farkında. Geri dönülmez bir noktaya ha geldi ha gelecek!.. “İşte son iki ayda 27 yılı yeniden yaşadık. Şiddet aniden tırmandı. İki taraf da artık birbirine çok güvensiz. Güvensizlik çok derinleşti...
O elinde taş olan çocukların, gençlerin rehabilitasyonu çok zor. Bir kuşak sonra ise imkansız hale gelecek. Ve tek çözüm var, bunun ise silahla olması mümkün değil” diyor. Bir istihbaratçı bu saptamayı yapan... “Hasan Cemal, ‘Kürtlerin bir kısmı bana çok kızıyor ama PKK önkoşulsuz, ‘ama’sız silah bırakmalı, tek taraflı ateşkes ilan etmeli’ diyor. Bu bir çözüm mü?” diye soruyorum çözüm için ipucu aramak amacıyla... Çok net, açık ve biraz da şaşırtıcı bir cevap veriyor Öneş; “Hayır. ‘Önce PKK silah bıraksın’ demek doğru değil. Hükümet onuru, gururu, önyargıyı bir kenara koymalı. Silahlar birlikte bırakılmalı!”
Bu formül bugüne kadar denenmedi. Denersek göreceğiz. En azından kaybedecek bir şeyimiz yok. Kazanacak o kadar çok genç var oysa... Her biri onurdan, gururdan çok daha değerli!