Editör'den
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusunu anlatan bir yazı onu doruk noktaya getirdikten sonra bitmeli. "O zaten en tepede olmayı, yaşayan efsane sıfatını çoktan kazandı, O futbolun tanrısı" demeli…
Diego Armando Maradona fotoğrafları için tıklayın
Maradona’nın Latin Amerika halklarının mücadelesinde yer almasından mı başlamalı? Venezüella Başkanı Chavez ile birlikte kürsüye çıkarak ABD Başkanı George W. Bush için, “Bizi ayakları altında çiğnemek istiyor. Gururumuzu her zaman koruduk, şimdi de ona kendimizi ezdirmeyeceğiz” demesiyle mi, konuya girmeli? En zor günlerinde ülkesinin kapısını kendisine açan Fidel Castro’ya duyduğu sonsuz vefa duygusunu mu ele almalı? Vatandaşı Che’yi, fotoğrafını koluna dövme yaptıracak derecede sevmesine mi; işgalci ruhtan, sırtına “Stop Bush” yazılı tişörtü geçirecek kadar nefret etmesine mi, Papa’ya "fakirleri çok düşünüyorsan Vatikan'daki altınlarını sat" sitemine mi değinmeli?
Yoksa o bir futbol virtüözüdür, ondan daha iyisi dünyaya gelmemiştir, attığı goller, verdiği paslar, topla yaptığı unutulmaz cambazlıkları vardır, diyerek futbol meziyetleri ile varolmuştur, şeklinde mi giriş yapmalı?
Peki, mafya ilişkisine bulaşmadan, araba tutkusuna, kokain bağımlısı olmasına ve dahasına dokunmadan bu işin içinden nasıl çıkmalı? Maradona’yı nereye koyacağımıza dair kararlılığımız henüz yazının başında belirtmemize karşın, nemenem bir iç çelişkiyse her şeye değinme ihtiyacı hissediyor insan …
HAYATINDAN MI BAŞLASAYDIK?
Böyle bir adamın hayat hikayesini anlatarak başlamak en başta ona haksızlık olacaktı. Sondan başa doğru gitmek, onun sıra dışılığını vurgulamak açısından daha önemliydi. Ama Arjantin’in bu ele avuca sığmaz kahramanın yükselişine tanıklık etmemek olmaz,:
30 Ekim 1960'ta Arjantin'in başkenti Buenos Aires'in kenar mahallerinden biri olan Lanus'ta doğan Maradona, 15’inde, Cebollitas takımının 16 sırt numaralı formasını giyer. 1977'de, daha 17'sine basmadan Macaristan'a karşı milli formayı kapar. İnanılmaz yeteneklerinden dolayı ‘altın çocuk’ olarak çağırılmaktadır. Arjantin'in en genç milli futbolcusu olmayı başaran altın çocuk, iki sene sonra Dünya Gençler Şampiyonası’na takımına şampiyonluğu kazandırır. Daha sonra Boca Juniors’a transfer olan Maradona, Güney Amerika’da yılın futbolcusu seçilmesiyle Avrupa klüplerinin dikkatini çekmeyi de başarır. Barcelona gibi İspanya Ligi’nin dev bir takımında top koşturmaya başlayan Maradona bu kısa macerasının ardından İtalyan’ın çok da başarılı olmayan bir takımına, Napoli’ye geçer. Burada adeta yeniden doğan ve bu kent takımına ardı ardına başarılar kazandıran Maradona’nın, her yıldızın gönlünde yatan aslanın yelelerini okşarken ki sözleri dikkat çekicidir; “İki hayalim var, birincisi dünya kupasında oynamak, ikincisi o kupayı kazanmak.”
Bir futbolcu için doruk noktası denilebilecek yerdir, tüm dünya ülkelerinin takımlarının katıldığı bir turnuvada, ‘hepsinden daha iyiyim’ kupasını eline alabilmek, ve bunu hayal etmenin kendine güven anlamına da gelebilecek telaffuzu; “Benim adımın söylendiği ve insanların bunun ne anlama geldiğini bilmediği bir gün asla olmayacak…”
Dahası 1986 da bunu başarmış olmak.. 1990’da final maçında son anda kupayı kaçırmak… ağlamak…
O HER ZAMAN ZİRVEDE
Sonrası… sonrası yok! Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusunu anlatan bir yazı onu doruk noktaya getirdikten sonra bitmeli. “O zaten en tepede olmayı, yaşayan efsane sıfatını çoktan kazandı, O futbolun tanrısı” demeli…
Boca Juniors’ın maçlarını oynadığı La bombonera’da büyükçe bir boardda yazdığı gibi: Boca es mi religion, Maradona es mi dios, La bombonera es mi iglesia (Dinim Boca, Tanrım Maradona, Mabedim La bombonera…)