Gündem

28 Şubat ANAP ve DYP'yi bitirdi, AKP'yi iktidar yaptı

28 Şubat sürecini parlamenter olarak yaşayan Bülent Akarcalı, tartışılan dönemle ilgili olarak sorularımızı yanıtladı

28 Şubat 2010 02:00

SÖYLEŞİ / KÖKSAL ARAS


28 Şubat yaşanmasaydı Ak Parti tek başına iktidar olamazdı. 28 Şubat’ın tek amacı Erbakan kadar Çiller’i bitirmekti. 28 Şubat ANAP ve DYP için sonun başlangıcı oldu.. Siyaset ihanet edenlere sanş tanımıyor. Mesut Yılmaz genel başkanlığa gelmesini sağlayan arkadaşlarına ve Turgut Özal ihanet ettiği için koca bir partiyi bittirdi ; Özal’a en ağır lafları söyleyen Cindoruk’u Anavatan genel merkezinde Özal’ın koltuğuna oturttu..."


Bu gözlemler, Türk siyasi tarihinde 5 dönem milletvekili seçilen, ANAP iktidarında Sağlık Bakanlığı yapan, bir dönem ANAP Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenen, son yerel seçimlerde AKP'ye geçerek Çankaya Belediye Başkan adayı olan Bülent Akarcalı'ya ait. 28 Şubat sürecini parlamenter olarak yaşayan Akarcalı, tartışılan dönemle ilgili olarak Köksal Aras'ın sorularını yanıtladı. Akarcalı ile Aras'ın yayımlanmak üzere T24'e gönderdikleri söyleşi şöyle:

- 28 Şubat süreci de, 12 Eylül 1980 darbesi gibi koşulların olgunlaşması beklenen bir süreç mi?


Süreç aslında tamamen değişikti. O sürecin neden Erbakan hükümetine ve Refah Partisi’ne yapıldığı kadar acaba Tansu Hanım’a karşı yapıldığını da düşünmüyoruz. Tansu Çiller beklentilerin dışında bir şekilde Doğru Yol Partisi’nin başına geldi. Süleyman Bey’in Doğru Yol için yaptığı tasarımda Tansu Hanım değil, İsmet Sezgin ve DYP’nin eski ekibi söz konusuydu. Oysa ki DYP’nin genç takımı eskileri uzaklaştırarak Tansu Hanım’ı seçti. Doğru Yol’un özellikle İstanbul’da yaşayan Karadeniz kökenli yöneticileri hemen Yılmaz’ın çevresinde toplanıp ‘Sen bu hanımı kısa sürede yok edersin’ anlayışıyla onu da Tansu Çiller’e karşı yönlendirmişlerdi. Böylece Anavatan’ın da içine sürüklendiği bir Çiller husumeti ekibi oluşmuş oldu. Dolayısıyla 28 Şubat’ta Silahlı Kuvvetleri kışkırtma olayı içerisine bu faktörün geldiğini de ciddi bir şekilde analiz etmek gerekir. Şimdiye kadar bu yönde bir araştırma olmadı. Çünkü herkes doğrudan doğruya Erbakan’a ve Refah Partisi'ne yapılmış bir hareket olarak gördü 28 Şubat’ı. Refah Partisi’nden kimi milletvekillerinin ciddi yanlışlıkları olması da bu senaryoya adeta gerekçe oluşturdu. Ama meseleye bu şekilde bakmakta yarar var. 28 Şubat’ın bu yönü ile 12 Eylül ile uzaktan yakından bir benzerliği olmadığını düşünüyorum.



Amacın içinde Çiller'i bitirmek vardı

- Refah Partisi içinde kimilerine göre orduyu rahatsız eden bazı söylemler dile getirildi. Bu söylemlerin 28 Şubat’ın yaşanmasındaki etkisi ne kadardı?


Evet o söylemler işin gerekçesini oluşturdu. Fakat burada asıl amacın içinde sadece Sayın Erbakan’ı ve Refah Partisi’ni uzaklaştırmak değil Tansu Çiller’i de bitirmek vardı. 28 Şubat bu yönüyle şimdiye kadar hiç düşünülmedi. İçinde yaşamış birisi olarak bunu çok net bir şekilde gördüm. Özellikle 1993’de Tansu Hanım Genel Başkan olduktan sonra Doğru Yol’un İstanbul kanadından kimler koptu, o Karadenizli ekip nasıl Yılmaz’ın çevresinde yer aldı ve bununla birlikte Mesut Bey’in yakınında olmayan Eyüp Aşık. Sayın Aşık, Mesut Bey’in Genel Başkan olmaması için muazzam bir gayret sarf etmişti. Bütün Karadeniz’de olmadık iddialarda bulunmuştu Mesut Yılmaz aleyhinde. Ama bakıyoruz 28 Şubat sürecinden sonra Eyüp Aşık bakan olarak 28 Şubat’ın en büyük savunucu oldu. Eğitimin 8 yıla çıkarılmasında, imam hatip okullarına etki etmeyeceği müdafaayı ANAP Meclis Grubunda Aşık yapmıştı. Dediğim gibi ANAP kökenli olsa da, daha sonra da DYP ile de yakın ilişki kurduğu için İstanbul’daki o Karadenizli DYP ekibinin yapısı içinde bu şekilde hareket etmişti.



İş dünyası Erbakan'a bir şans tanıdı


- Genellikle ordu tehlike çanlarını bir irtica, bir de rejim sıkıntısı olarak dillendirdi. 28 Şubat sürecinde öne çıkarılan bazı ‘sahte şeyhler’ yıllar geçtikten sonra gazete manşetlerinde görüldü. Hedefteki irtica perdesi altında yapılmak istenen neydi?

İlk önce İstanbul dediğimiz o sermayenin döndüğü, (bunun içinde medyada var, iş dünyasının önemli çevreleri de var) o çevre, Erbakan’a bir şans tanıdı. Hatta Sakıp Sabancı’nın bile bu konuda açılımı da olmuştu. Sabancı’nın Erbakan’a sempatik yaklaşan mesajları vardı o dönem. Fakat bir süre sonra İstanbul’da Ankara’ya hakim olmak isteyen ekip, hakimiyetini kaybettiğini gördü. Özellikle Erbakan’ın geçmişten kaynaklanan milli ekonomi, dışarıya bağımlılığı azaltmak için yaptıkları, tamamen dışarıya bağlı İstanbul’u fevkalade ürküttü. Tansu Hanım’ı da zaten, alınmasın ama, başta Süleyman Demirel olmak üzere DYP’den bir sürü insan partinin başından mümkünse uzaklaştırmak istiyordu. Erbakanla yaptığı koalisyon buna çanak tuttu.


- Öyle de olmadı mı?


Evet. Bu o aslında o kadar ilginç ki, Tansu Hanım’dan sonra DP adıyla DYP’nin başına oturan Cindoruk oldu. İşte dipte kalmış olan ihtilafların delilleri ortaya çıkıyor. Mesut Bey de buna çok güzel alet oldu. O sayın Cindoruk ki, 1990’larda siyaset yapıyorum diyerekten, rahmetli Turgut Özal’a en ağır lafları söylemiş kişi, şimdi Mesut Yılmaz Bey’in icazetiyle Anavatan genel merkezinde Turgut Özal’ın oturduğu salonda oturuyor..


28 Şubat’ın Türkiye’ye neler kaybettirdiğini düşünüyorsunuz?

Öncelikle belirteyim ki bana göre Türk Silahlı Kuvvetler 28 Şubat’ta da hem iktidarı hem de DYP yi ele geçirmek , bu imkânlarını elde etmek isteyenlerin kurbanı oluyor. Çünkü Silahlı Kuvvetler üzerinden iktidar mücadelesi yapıldı. İktidar mücadelesinin çirkinlikleri de silahlı kuvvetlerden gizleniyor



28 Şubat’ın fazla bir şey kaybettirdiğini söyleyemem. Zaten son derece istikrarsız, suni koalisyonların olduğu bir dönemdi. Aslında kazanç da sağlandı 28 Şubat’tan. Türkiye’nin çeşitli çevreleri ciddi dersler çıkarttı. Silahlı Kuvvetler bile ders çıkarttı. Fakat Anavatan Partisi’nin sonunun başlangıcı olmuştur. Doğru Yol partisi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. 1999 seçimleri ile Ecevit ortaya çıktı, belki onlar için kısa süreli kazançlar olmuş olabilir ama uzun vadede kaybeden merkez ve sağ geçinen partiler oldu.

Kökeninde eski Demokrat Parti olan ANAP ve DYP seçmeni, 27 mayıs 1960 da olanları unutmadığı için 28 Şubat süreci işbirlikçilerini daha sonra siyasi hayattan sildi. Öte yandan 28 Şubat yaşanmasaydı 2002'de Ak Parti tek başına iktidar olamazdı belki de.


- Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, kendisine ait olduğu belirtilerek yayımlanan ses kayıtlarına göre, “28 Şubat sürecinde Mesut Yılmaz’a altın tepsi içinde iktidar verdiğini” söyledi. Siz Yılmaz’ın Karadayı ile böyle bir pazarlığa oturmuş olduğunu düşünüyor musunuz?


Bu aslında siyasette belirli bir mevkiye gelmenin de faturasıdır. Siyasette ya bileğinizin gücüyle bir yere gelirsiniz Turgut Özal gibi, zamanında Süleyman Demirel gibi ve Tayyip Erdoğan gibi. Ya da birileriyle gelirsiniz. Sonra o birilerine de ihanet edersiniz. Mesut Yılmaz 1991’de Genel Başkanlığa Turgut Bey’in müsamahası ve arkadaşları sayesinde gelmişti Ondan sonra ihanet ettiği kişiler arkadaşları ve Turgut Bey oldu. Aynı şekilde 28 Şubat’da Başbakanlığa Silahlı Kuvvetler’in icazetiyle sunulan altın tepsiyle geldi. Bir süre sonra elini omzuna koyaraktan yüksek rütbeli subayları alay ederek tarif edercesine tavırlar alan da kendisi oldu. Bu siyaset de ne olursa olsun geldiğiniz yerin ödenen faturasıdır. Yine bugün aynı şekilde ayakta durabilmek için ödenen faturalar oluyor.


28 Şubat'ın zemini bugün yok


- Bugünkü iktidar ve siyasi sürece baktığınızda 28 Şubat öncesi zemini görebiliyor musunuz?


Hayır, kesinlikle böyle bir şey yok. Çünkü bir yerde Türk Silahlı Kuvvetleri demokratik düzene bağlılığını yaşadığı en zor şartlara rağmen gösteriyor ayrıca bu kuruma da ciddi bir şekilde haksızlık ediliyor, şundan dolayı; silahlı kuvvetler sürekli kışkırtılan bir müessese. Yani silahlı kuvvetler dışında Türkiye’de siyaseti etkileyecek bir başka güç yok. Eskiden TÜSİAD protestosu oluyordu, İstanbul basınının Simavi ve Dinç Bilgin’lerin de devrede olduğu dönemlerde etkileri vardı. Basın, TÜSİAD, üniversite ve iş çevreleri bürokrasinin içindeki kesimlerin güçleri Ankara’ya yetmediği için Silahlı Kuvvetleri çağırıyorlardı. Silahlı Kuvvetler mensupları da insan. Ayrıca kapalı bir dünyada yaşıyorlar. Basın ve siyaset dünyasını tanımıyorlar, en önemlisi halktan da uzak yaşıyorlar; lojmanları, servis otobüsleri, Ordu evleri, sinemaları, düne kadar Ordu Pazarlarıyla alış verişleri, tatil köyleri, hatta üniversiteye giden çocuklarının yurtları bile ayrı. Türkiye’de yaşıyorlar ama Türk halkıyla kesinlikle içi içe yaşamıyorlar artık. Bir yerde siz yurtdışında yaşadığınızı ve ülke ile ilgili yalnızca TV’ den haber aldığınızı düşünün. Dolayısıyla edindikleri bilgilerin çoğu medyanın çarpıtarak kendilerine iletmiş oldukları bilgiler oluyor. Bir de “sen aslansın, sen kahramansın” diyerek pohpohlanıyorlar. Bunun da psikolojik etkisi oluyor.

Milliyet köşe yazarı Hasan Cemal kendi kitabında 70’lerde 80’lerde silahlı kuvvetleri nasıl kışkırttıklarını anlatmıştır bu ülkede. Hasan Cemal tövbe etmiş birisi, ama diğerleri değil ve hâlâ kışkırtmalarla siyasi fahişeliğe devam edenler var.


- 27 Nisan bildirisinden sonra geçen zaman ve değişen şartların ardından Yaşar Büyükanıt’ın 32. Gün'de “O bildiriyi ben kaleme aldım” açıklaması tartışma yarattı, “muhtıra” nitelemesi yapıldı. Bugün Büyükanıt, o bildiri için “muhtıra değildi” açıklaması yapıyor. Büyükanıt’a geri adım attıran ne oldu?


Geçen zaman içersinde kendisine destek veren, önemli sandığı, güçlü sandığı, adam sandığı kifayetsiz muhterisleri tanıdı Yaşar Büyükanıt. Ben bunlara kanarak bu işi yaptım, dedi herhalde. Ankara’da topu topu 8-10 tane gazeteci bu işlerin içinde. Sürekli olarak silahlı kuvvetlerin de sadece 3-5 tane gazeteci ile temas kurması, politikayı siyaseti onların gözüyle görmesi. Ben 20 yıl Ankara’da siyaset yaptım ve çok da sosyalimdir. Ama tüm gayretime rağmen bir tane subayla ailece dostluk, arkadaşlık kuramadım. Ankara’da sivillerin, subaylarla tek temas kurabildikleri yerler resepsiyon-davet gibi yerlerdir. Buralarda da ilişki çok kısa süreli ve sunidir. Sivillerin, kapalı yaşayan Silahlı Kuvvetler mensuplarına normal, sağlıklı bir sosyal ilişki için erişme olanakları yoktur. Silahlı Kuvvetlere mensup üst düzey komutanların kurdukları ilişkiler ise çok kısıtlı; az sayıda k “gazeteci, işadamı, spor kulübü başkanı” vs gibi insanlarla iletişim kuruyorlar. İnanılmaz ölçüde bir kapalı dünyada yaşıyorlar. Dışa açıldıkları imkan olan resepsiyon ve davetlerde de hepsinin sırtı sıvazlanıyor, sen şöyle büyüksün, şöyle iyisin gibi ve o insanlarda biz neymişiz havasına giriyor. Meseleye bu açıdan bakılırsa, sorunu anlamak kolaylaşıyor.





- Anayasa Mahkemesi’nin son yıllarda verdiği kararlar çok tartışıldı 367 gibi, bugün yargı reformu kapsamında mahkemenin yapısının değişmesi gündemde. Siz mahkemenin bugünkü işleyişini nasıl buluyorsunuz?


Bir kere ben kendimi bildim bileli siyasi partilerin kapatılmasına karşıyım. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin davalara salt anayasa hukuku açısından yaklaştığına hiçbir güvenim yok. Bizzat yaşadığım iki örnekle nedenini anlatayım.


Bütçesindeki 2.5 TL fark için Yeşiller Partisi kapatıldı

1980ler de, ufacık bir Yeşiller Partimiz ve başında da son derece tonton bir Genel Başkanı vardı. Avrupa Parlamentosu ve Konseyi gibi yerlerde ‘’bakın bizim de Yeşiller Partimiz var ‘’ dememizi de sağlardı. Anayasa Mahkemesi bu partiyi bugünkü parayla bütçesinde tam 2.5-iki buçuk tl fark var diye kapattı. O yıllarda Mahkemede görev yapan yargıçların çoğu hala sağ, buyursunlar inandırıcı açıklama yapsınlar. 2.5 tl için bir siyasi partiyi kapatmanın neresi demokratik anayasa hukukunda olur.



Sağlık Bakanlığım esnasında, Mustafa Kalemli’den devir aldığım ve rahmetli Adnan Kahveci’nin de çalışmalarıyla hazırlanmış çok ciddi bir sağlık reformu yasası vardı. Rahmetli Erdal İnönü Ana Muhalefet Partisi olarak yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Ben de Bakan olarak Anayasa Mahkemesi’ne savunmaya çağrıldım. Savunmaya giderken de Anayasa Mahkemesi’nde, kutsal bir mahkemeye çıkarcasına hayatımın hazırlığını yaparak gittim. İnanılmaz bir hayal kırıklığına uğradım. Devletin bir Bakanı gelmiş orada heyecanla, bilgiyle, saygıyla anlatıyor savunurken, bir süre sonra Mahkeme Başkanına; “Sayın başkanım biraz daha ağır konuşsam da uyuyan üç üyeyi uyandırmasam!..” demek zorunda kaldım.

Böyle bir şey olabilir mi? Aleni olarak üç üye uyuyordu. Sonra da güya bir karar alınıyor. Aslında karar falan alındığı yok. Karar önceden verilmiş biz de formaliteden gidip savunma yapıyoruz. Hukuk yok önceden verilmiş idari veya zoraki bir karar var. Kayıtlarında vardır, başkan da hayatta o mahkemedeki üyelerde hayatta, isterlerse yüzleşebilirim. Ondan sonra oturup kendilerine göre gerekçe hazırlıyorlar. İstiklal mahkemelerindeki gibi “sanığın önce idamına sonra da şahidin dinlenmesine karar verilmiş’. Sağlık reform yasası da aynı akıbete uğruyor, ‘’yasanın reddine sonra da bakanın dinlenmesine’’ diye resmen karar veriliyor. Ben bugünkü Anayasa Mahkemesi’nin bu yapı içinde bu anlayış içinde siyasi konularda hukuka uygun karar vereceğine inanmıyorum. O Anayasa Mahkemesi üyelerinin kendilerini tamamen toplumdan soyutlayarak yaşamaları gerekirken Ankara’da resepsiyon çiçekleri gibi her resepsiyonda bulunmaları o resepsiyona katılan bir avuç kitlenin baskısı altında kalması bağımsızlıklarını ortadan kaldırıyor. Aslında Silahlı Kuvvetler’ in toplum ile iç içe yaşayıp Yargıç ve Savcıların kendilerini halktan soyutlayarak yaşamaları lazım.


- AKP'ye bir kapatma davası hazırlığı konuşuluyor. Siz böyle bir ihtimal görüyor musunuz? AKP'ye kapatma davası açılırsa ne olur? Hükümetin geleceği hakkında nasıl bir öngörüde bulunabilirsiniz?


Ak Parti’ye açılacak bir kapatma davası seçim arifesinde Ak Parti’nin lehine çalışır. Komplo senaryosu düşünürsek Baş Savcı’ nın dava açmasını parti içinden de destekleyenler çıkabilir!!

Türk seçmeni, seçim dışında elimine edilmek istenen Siyasi Parti ve Liderlere hep sahip çıkmış, seçim ile gönderdiğini ise geri çağırmamıştır; seçim ile sildiği Mesut Yılmaz’ı, Tansu Çiller’i, Murat Karayalçın’ı geri çağırmadığı gibi. Diğer taraftan seçim dışı yok edilen Menderes’i unutmamaktadır. Seçim dışı devreden çıkarılan Süleyman Demirel’i unutmadı. Seçim dışı devre dışı bırakılan İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı da unutmuyor ve onlara siyaseten sahip çıkıyor. Dolayısıyla Türkiye’de kafası işleyen insanlar bunu düşünmeli. Siyaset adamını, halkın içinde olan siyasetçiyi seçim dışı yollarla yok edemezsiniz. Öldürseniz, assanız bile kalbinde ruhunda yaşıyor seçmenin.

Bırakın seçmen kararını versin. Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmeyen varsa bıraksın bu işleri seçmen halletsin. Çünkü seçmen onu getirdi oraya. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kapatılan Ak Parti, yarın Pak parti olarak çıkacak ve belki daha da fazla oy alacak.


- Anayasa Mahkemesi’nin kararı ne yönde olur böyle bir konjonktürde?


Siyasi partilerin kapatılması konusunda artık Anayasa Mahkemesi’nin güvenilirliği kalmadığının kendilerin de farkında olduğuna inanıyorum. Orada görev alan yargıçlarımızda, herkes gibi olayların, Türkiye gerçeklerinin farkında. Ama yine de Mahkeme şu anda siyaset ve devlet adamlarına, siyasi partilere yönelik olarak güven tazelemelidir ; bir taraftan kapatmadı diye üzerinde baskı olduğu için, diğer taraftan kapatamazsın diye baskı olduğu için.

Öte yandan gerek savcının, gerekse Anayasa Mahkemesi’nin uyduğu kurallar TBMM’den çıkmış yasalar. Eğer savcı ve Anayasa Mahkemesi TBMM haricindeki başka yerlerde oluşmuş kurallarla hareket etmiş olsaydı siyasi partiler ne yapsın diyebilirdik. Siyasi partilerin bugüne kadar gerekli düzenlemeleri yapmamış olması da kendilerinin ciddi bir yanlışlığıdır. Eğer bugün Ak Parti çok hızlı bir şekilde herkesin katılımını sağlayarak Siyasi Partiler, Seçim Kanunu, Meclis İçtüzüğü ve Anayasa'da yeni yaklaşımlar sergiler, özellikle yönetmelik şeklinde olan Siyasi Partiler Kanunu'nu siyasi partilerin kendilerine özgürlük tanıyacak şekilde düzenlerse harika bir iş yapmış olur. Çünkü mevcut yasalar geçmişten kalan zorbacı sivil-askeri bürokrasinin ve yargının siyaseti denetimi altında tutmasını sağlamaktadır. Siyasi partilerde maalesef bu hususlarda yeteri kadar kararlı ve cesaretli olamıyor. Siyasi Partilerin yöneticilerinin milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu da bu bürokrasiden gelme. Kendi çemberlerini kıramıyorlar, eski vali eski müsteşar, akademisyen, sürekli devletin denetimi altında yaşamışlar, devletin denetimi dışında kendi varlıklarını pek oluşturamamışlar. Mevcut yapı dışında bir yapıyı tasavvur edemiyorlar . Oysa Tayyip Erdoğan’a bakın, devlet aracılığıyla, terfi-atama yöntemiyle geldiği makam yok. Kendi imkânları ile ve özellikle seçimle geldiği makamlar var. Başarısı da bundan kaynaklanıyor.


- Bu bağlamda HSYK'nın Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’i gözaltına alıp mahkemeye sevk eden ve tutuklanmasına neden olan özel yetkili savcı Osman Şanal ve ilgili diğer savcıların özel yetkilerini kaldırması tartışılıyor. Danıştay ve Yargıtay’ın bu işleme destek mesajlarını nasıl okumak gerekiyor? Sizce bir yargı reformu yapılacaksa nereden başlanmalı?


'Türkiye tembeller ülkesi'

Vücudun bütün hücrelerinden başlanmalı. Şu anda yapılması tartışılan 120-130 kilo ağırlığında olmuş hantal, vücudunda her türlü sorunu bulunan bir kişinin, yalnız ve yalnız saç , sakal tıraşı ve yüzünün makyajı ile ilgilenmesi kadar gerçekçi bu yaklaşım.

Ben 3 dönem TBMM'de hem Anayasa, hem de Adalet Komisyonu'nda görev aldım.

Bu süre zarfında da hiçbir zaman Yargıtay’ın, Danıştay’ın açılışlarda yaptığı büyük konuşmaların yanında yargıda köklü bir reform için örneğin TBBM Adalet veya Anayasa Komisyonlarına gönderdikleri veya ilettikleri bir öneriye, talebe rastlamadım.

Daha yeni TÜSİAD’ın yargı reformuyla ilgili yaptığı araştırmaları biz gazetelerden öğrendik. Dilerim TÜSİAD önce TBMM Adalet ve Anayasa Komisyonlarınla temasa geçer ve yargı reformuyla ilgili ne düşünüyorsunuz diye sorar. Geçmişte yaptığı gibi hayatında siyasi partilerin kapısından içeri girmemiş kişilere siyaset raporları hazırlatmaz,

Üniversitelerimizden de böyle bir çaba çıkmadı. 20 yıllık siyasi hayatımda, kurucusu olduğum Bilgi Üniversitesi dahil hiçbir üniversiteden Milletvekili- Komisyon olarak ciddi üç-beş sayfalık bir öneri dahi almamışızdır.

Türkiye bu konuda tembeller ülkesi. Temelden başlamak ve vücudu iyileştirmek yerine vücudun yüz kısmı olan YSHK ya yapılacak makyajla ilgileniyorlar kadar. O vücut hantallaşmış artık tüm göstergeleri tehlike işareti veriyor kimse buna bakmıyor. Yargı reformu iki tane savcının birbiriyle olan kavgasından çıkıyor ve barolar, şunlar bunlar ayaklanıyorsa bu utanç vericidir. Yargı reformu milyonlarca insanın mahkemelerde çile çekmesini önlemek için yapılmalıdır. Artık mahkemeler adalet dağıtamadığı için yapılmalıdır, yargıç ve savcıların yıllar önce feryat ettikleri gibi ‘’cüzdan ve vicdan arasında sıkıştıkları’’ için yapılmalıdır.

Bu da gösteriyor ki, meseleye yine elitçi-seçkinci yaklaşılıyor. Vatandaşı düşünen yok. Hak, hukuk, adalet dedikleri kendi aralarındaki hesaplaşma.

Kaldırımda 10 kişiyi ezdikten sonra elini kolunu sallayarak dolaşan adam ne olacak?

Mahkemeye çıkmadan iki-üç yıl içerde yatan ne olacak ? Neden Avrupa İnsan Hakları mahkemesinde en çok Türkiye Devleti, yani yargısı alayhine dosya var ve karar çıkıyor?

Halka yönelik ne yapılır, ne ediliri düşünen bir kişi yok bu yargı reformu içinde?

Sayın Cumhurbaşkanı sırf bu konuları görüşüyorsa o da bir tuzağa düşürülüyor. Ankara’da seçkinci bir grup ortaya gündemi atıyor ister Erzincan’daki haklı olsun, ister Erzurum’daki ne yazar? Çünkü yargıdaki esas sorun vatandaşın çektiğidir. Yargı derken bunun içine aptal kanunlar da geliyor. Zamanında bütün çiftçiler Bağkurlu olacak diye düzenleme yapıldı. Ondan sonra her çiftçiden prim tahsil edilmeye başlandı. Kimse araştırmadı, sormadı çiftçide ödeyecek para var mı diye. 10 binlerce çiftçi hapse girdi bu yüzden. Kimse kalkıp da hukuk nerde, bu zulümdür demedi diye bağırmadı. Bağıranların sesi duyulmadı. Oysa İstanbul’daki seçkin zümrenin, Ankara’daki o, siyasi, sivil-askeri bürokrat olsun, onların içine hâkimi, savcıyı, yargıcı da koyuyorum, onların başına bir şey geldiği zaman, Türkiye batıyor diye bağrılıyor. Hayır efendim Türkiye batmıyor. Türkiye batarsa bir tek bu vatandaş onlara sırt çevirdiği zaman batar.

Demokratik hukuk devleti, en sade vatandaşın hak ve hukuna, kendini en güçlü-saygın ve en üst mevkide görenle eş düzeyde sahip çıkıldığında vardır.

Aynen Bill Clinton’un ABD Başkanı olmasına rağmen, yalan söylediği için Savcıya terliye terliye ifade vermesi, her ABD elçiliğinin hangi sebeple ve hangi ülkede olursa olsun hapse düşmüş vatandaşınla birebir ilgilenmek zorunda olması gibi.