Ali Topuz
(Radikal, 3 Nisan 2012)
Rivayete göre Büyük Arap şairi Maarri (973-1057) mezar taşına şöyle yazdırmış: “Burada babamın cinayeti yatıyor!” Ne demek istemiş olabilir?
**
Sabah, bir gencecik hayat için, kalbinin artık dayanamayacağı nasıl bir ağırlık taşıyor olabilir? Nasıl bir sabah olabilir kalp durduran bir sabah? Sabah nasıl bu hale gelmiş olabilir?
Damla Orhan 1 Nisan 2012 pazar sabahı sabah kalp krizinden öldü. Ömrünün de sabahındaydı daha, 17 yaşında. Kendisini diğer yaşdaşlarından, kardeşlerinden ayıracak, onlardan üste ya da alta atacak, buz gibi soğuk, taş gibi anlamsız bir suratla “başardın” ya da “başaramadın” denilecek bir sınavdan önce. Ölmese, Yükseköğretim Giriş Sınavı’na girecekti, YGS’ye.
Bebekken başlayan vahşi yarış
Altı yaşından beri sınavdan sınava koşarak büyüdü zaten. “Eğitim ve öğretim” denilen, cakalı, parıltılı, efsunlu laflarla pazarlanıp duran, her yanı her düzenlemeyle bir daha bozulan, ahmakça ve alçakça bir yarış makinasından başka bir şeye benzemeyen bir sistemde. Binasından müfredatına, araç gereçlerinden öğretmenlerine kadar herkesin, her şeyin aklı, ruhu, bedeni örselemesi için ayarlanmış bir sistem. Ahmakça anlatılar, ahmakça kurgular, ahmakça ezberlerle. Sözüm ona matematik, sözüm ona tarih, sözüm ona edebiyat, sözüm ona coğrafya, sözüm ona din ve ahlak bilgisi… ve sözüm ona ölçmeler, ödev, sınav, ne bilgiye ne zekâya hitap eden binlerce soruyla gencecikken ezilmiş ömürler.
Evet, ne bilgi, ne zekâ ne başka bir şey, YGS’nin de oraya gelene kadarki sınavların da peşinde olduğu tek şey var: Kurnazlık dolu soru öbekleriyle gençleri eleyip duran elekler örmek. Damla Orhan çok ağır bir yanıt verdi dünkü sınava. Aklını, ruhunu, bedenini zalim bir örsle dövüp duran sisteme yanıt olarak yaşamını verdi. Onun korkusunu, acısını tahmin bile edemeyiz. Hangi genç ölümü ettik ki onu da edelim? Nazım Hikmet 20. Yüzyılda ölüm acısının bir yıl bile sürmediğini söylüyordu, şimdi bir ay sürüyor mu, kuşkulu. Milyonu aşkın kardeşinin kalbindeki fırtınaydı onu alıp götüren. Onun ölümü, o sınavlardan sağ çıkmış çocuklarımızın kalplerine nasıl bir dağ vurulduğunu gösteriyor.
Rekabet norm olunca
Biz şimdi Damla Orhan’ın açtığı sınavla baş başayız: Bu yarışçı mantıkla nereye kadar gidilir?
Yarış nedir? Bir konuma başkasından önce ulaşma düzeneği. Rekabet. Doğal bir durum. Doğa rekabet doludur. Başkasından önce bir konuma ulaşamayan ölür. Liberalizm bunu toplumsal ilkeye çevirir. Rekabetin toplumu, ekonomiyi vs. ayakta tuttuğunu iddia ve vaaz eder. Doğadaki rekabetçilik, argümanlarının gelip gelip dayandığı en temel yer olur. Evet, doğada rekabet var. “Rekabet var ama kadar da dayanışma da var” diyen Kropotkin’e gitmeyeceğim hayır, o rekabeti kültür alanında sürdürmenin ne kadar uygun olduğunu soracağım. Doğada öldürme de var çünkü, ama biz öldürmeyi “cinayet” olarak tanımlayıp reddediyoruz, örneğin. Rekabetin doğada olması, ne tek başına rekabetçi toplumsal düzenlemeleri, ne rekabetçi mantığın insan ruhuna, davranış kalıplarına yerleştirilmesi çabalarını açıklar.
Doğadaki rekabeti, Avusturyalı bilgin Konrad Lorenz şöyle tanımlıyor zaten: “Bir hayvan türünün varoluşunu tehdit eden şey, hiçbir zaman onu besin olarak kullanan “düşmanı” değil, belirtegeldiğimiz gibi, rekabettir her zaman.” (Konrad Lorenz, İşte İnsan, Saldırganlığın Doğası Üzerine, Cumhuriyet Kitapları.) ve aynı kitapta ekliyor: “Günümüze hakim olan ticari toplum düzeninin, insanlar arası rekabetin gerçekten de o şeytani, lanet etkisiyle tam da aksi yönde bir insan türünü ayıklayıp ortaya çıkarabileceğinden korkmakta haklıyız.”
İlk sınav, son sınav
İlk sınav, Habil ile Kabil’in sınavıydı. Ürünlerini sunmalarını istenen an, birinin seçilip diğerinin seçilmeyeceği kesinleşmişti zaten. Seçilenin biricikliği, seçilmeyenin kalbine ağır bir yük olarak binecekti. Bindi de nitekim ve seçilmeyen, seçileni öldürme yoluna girdi.
Biz bu meseli düşünürken öldürme anının yorumuyla oyalandık hayli zaman, hayli kuşaklar boyunca; fakat yarışın başlatıldığı anı unutmamalıyız. Şimdi oraya bakma vakti, yarışın başlama anına: İster doğaya bakarak, ister kültürel sferdeki unsurlara bakarak rekabetin toplumsal norma çevrildiği her yerde, ucunda ölüm olan bir oyunu benimsiyoruz demektir. Oysa doğaya ya da şimdiye kadar öyle olagelmiş olana bakarak vereceğimiz her karar, bizim doğadan ya da öyle olagelmiş olandan ayrılmama kararımız olur sadece. Olduğu haliyle insanlığa uygun belki bu, ama olabileceği haliyle insanlığa hiç uygun değil. “Doğa”ya yakın, “doğada da bulunan”, öldürme de dahil, ölümcül rekabet dahil, şeyleri kabul ederek değil, reddederek, aşarak insan öyküsünün devam etmesi mümkün olur.
**
“Babaları” suçlamak belki yerinde, ama bize yol açacak değil, Maarri’nin derin nüktesine rağmen. Ama çocuklarımızın daha fazla cinayet kurbanı olmasını istemiyorsak, öldürmeyi ve rekabeti toplumsal norm haline getiren aklı, anlayışı, sistemi ve onun bekçilerini derkenar etmemiz şart. Gecikmeden. Damla Orhan sınav sorularına yanıt vermedi, bize çok ağır bir soru sorarak, ölümünü sorarak gitti.
Onun mezar taşına da yazmalı: Burada kapitalistleşme yarışında nefes almayan bir toplumun cinayeti yatıyor.