Söylem, dil içinde kodlanan toplumsal kökenli bir ideolojidir. Eleştirel söylem analisti Van Dijk, toplumda zihinsel denetimi sağlamak için söylemi denetlemek ya da bizzat üretmek gerektiğini ifade eder. Ancak söylemin, sübjektif ve psikolojik olan ‘bağlam’ (kimin söylediği, ne tür bir niyet ile söylediği, ne durumda kime söylediği vs.) içinde varlık gösterdiğinin de altını çizer. Dijk, söylemi kontrol etmenin ilk şartının, söylemin bağlamını denetlemek olduğunu vurgular. Toplumsal iktidarın ve seçkinlerin sözcüsü olan gazetecilerin haber kaynaklarıyla kurdukları ilişkiler, haberin üslubu, haberin sunumu, yapılan alıntılar, atılan başlıklar, haberdeki anlamı ve ideolojiyi oluşturan söylemin unsurlarıdır (1).
İdeolojiler dil ile belirlenir. Dili kullananların seçtiği sözcükler, sözcük öbekleri, konuşma biçimi, anlatımı hatta cümle kurma yetileri söylemin oluşmasında çok önemli bir etkendir (2).
Dijk, manipülasyonu, hakimiyet altındaki grupların, çıkarlarının karşısında elit gücün yeniden üretilmesinin söylemsel biçimi olarak tanımlar. Bu yeniden üretim de demokratik bir toplumda, sosyal eşitsizliği, toplumsal ve aynı zamanda da meşru olmayan sonuç olarak(yeniden) üretir. Van Dijk söylemsel manipülasyonun “bizim iyi şeylerimiz” in ve “onların kötü şeyleri” nin vurgulanmasında olduğu gibi genellikle ideolojik söylemin her zamanki yapılarını ve formlarını içerdiğini belirtir (3).
Pek çok araştırma, egemen sınıfın olayın aktörü olduğu olumsuz eylemlerde cümle yapılarının edilgen, olumsuzluğun güçsüz kesimlere ait olması durumunda ise etken kurulduğunu ortaya koymuştur. Birinci durumda olumsuzluğun gizlenmesi, ikincisinde ise öne çıkarılması amaçlanır. “Biz” olarak görülenlerin olumsuzlukları gizlenirken, “onlar” olarak görülenlerin olumsuzlukları etken cümle yapılarıyla sergilenir (4).
Van Dijk Söylemin ve İktidarın Yapıları adlı makalesinde; birçok iktidar sahibinin (ve konuşmalarının) haber medyasında yeknesak bir şekilde yer aldığını ve böylece iktidarlarının daha da onaylanabileceğini ve meşrulaştırılabileceğini vurgular. Seçmeci kaynak kullanımı, tekdüze haber temposu, ve haber başlığının seçimi yoluyla haber medyası hangi haber aktörlerinin kamuya yeniden sunulacağına, onlar hakkında neler söyleneceğine karar verir.
Medya siyasetçiler, profesyoneller ve akademisyenler gibi diğer seçkinlerle işbirliği içerisinde siyasi partiler, sermaye sahipleri ve/veya ordu ile olan ilişkilerini, söylemlerini ve editoryal denetimlerini belirlemektedir(5).
Medyanın olayları kendi çerçevelemesi içinde basitleştirdiğine, kişiselleştirdiğine, sembolleştirdiğine, olayları belirli boyutları ile çerçeveleyerek sunduğuna tanıklık ediyoruz. Özellikle terör, çatışma ve kriz zamanlarında devletin medyadan, kendi icraatını haklılaştıran ve meşrulaştıran bir tür “vatansever medya” beklentisi vardır. Aksi takdirde yayın yapan medya “vatan haini” olarak nitelendirilmekte ve hatta sesi kısılmaya çalışılmaktadır.
Gazete Başlıkları:
Hürriyet: “Vurduk”
Milliyet: “Sınır İhlaline Jet Yanıt”
Sabah: “Esad al sana Misilleme”
Vatan: “Uyardık dinlemedi”
Posta: “Misilleme”
Star: “Sınırı ihlal etti düşürdük”
Habertürk: “Esad’a Korsan Tokatı”
Yeni Şafak: “Önce Uyarı Sonra Füze”
Radikal: “2 kez uyarıldı 2.dk. vuruldu”
Sözcü: “Uçağımızı düşüren Suriye’yi sınırı geçme vururuz diye uyarmıştık, dediğimizi yaptık”
Yeniçağ: "Sınır İhlaline Füzeli Cevap”
17 Eylül gazete başlıkları ile, 22 Haziran 2012′de Suriye’nin Türk savaş uçağını “sınır ihlali” gerekçesiyle düşürmesinin bir misillemesi olarak gören yaygın medya ve yandaş medya savaş sever bir tutum sergilediler. Bilindiği üzere, sınır ihlalinde bulunduğu gerekçesiyle M-17savaş helikopterinin Malatya'dan kalkan 171. Korsan Filo'ya ait F-16'lar tarafından Yayladağı yakınlarında füzeyle düşürülmesinden esinlenen bazı gazeteler "Misilleme", "Korsan tokadı" gibi ifadelere yer verdiler. 22 Haziran 2012’deki olayın ardından bazı gazetelerin “intikam”, “had bildirme” ifadelere “Suriye kaşınma” türü manşetlere başvurdukları da akıllardadır. O dönem “mağdur”u oynayan medya, şimdi “haklı” taraf rolünü üstlenmektedir.
Manşetlerde Türk milliyetçiliğinin, militarizmin ve ulusalcılığın baskın olduğu görülmektedir. Gazeteler örtük olarak Türkiye’nin askeri gücünü vurgulamakta. Bazı gazetelerin de kendilerini adeta ”savaş pilotu” gibi görüp “Vurduk, uyardık, düşürdük”, “uyarmıştık, yaptık” tarzı başlıklar atıp “eden bulur” mesajını vurguladıklarını gördük.
Türkiye’yi haklı ve meşru gösteren medya söylemi hayli dikkat çekici. Manşetten savaş söylemi üreten, yalnızca iktidarın açıklamalarına mutlak gerçek gibi yer vererek propaganda aygıtı gibi davranan medyayı izliyoruz. Eleştiren, sorgulayan, yerinde ve gerekli soruları soran ve de sorması gereken medyayı göremiyoruz.
“Tepkisiz kalmayız”, “defalarca uyarıldı”, “muhalifler öldürdü”, “Suriye’den ses yok” ara başlıklarının kullanılması da nedensellik bağlantısına vurgu yapmaktadır. Siyasi analizden yoksun, suçlayıcı ve tehditkâr dil, bizler X onlar çatışmasını derinleştirmekten başka bir şeye hizmet etmez.
Şimdi gelelim gazeteciliğin ne ifade ettiğine. Her şeyden önce gazetecilik barıştan yana olması gereken bir toplumsal sorumluluk gerektirir. UNESCO’nun 1983 yılında Paris toplantısında kabul edilen ‘Profesyonel Gazetecilik Etiği Uluslararası İlkeleri’nin 8. maddesinde “Gazeteci, barış, demokrasi, insan hakları, toplumsal ilerleme ve ulusal özgürleşim gibi evrensel insani değerleri savunur…” ifadesi yer almaktadır.
9. maddesinde ise, evrensel insani değerlere bağlı bir gazetecinin savaşı, şiddeti, nefreti, ayrımcılığı, ırkçılığı, baskıyı haklılaştıracak bir gazetecilik anlayışından uzak duracağı ve barış için çaba göstereceği vurgulanmaktadır.
Diğer yandan, TGC’nin hazırladığı 1997 tarihli Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi şöyle diyor:
“Gazeteci başta barış, demokrasi, insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerine, çok sesliliğe, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslararası nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz.”
Diğer yandan, barış gazeteciliği’nin iki önemli ismi Jake Lynch ve Annabel McGoldrick şu ilkelerin altını çiziyorlar: Bir çatışmayı sadece iki tarafın çatışması gibi göstermekten kaçınılmalı, çatışmanın sonuçlarının ve bağlantıların izleri sürülmeli, şiddetin yalnız görünen değil, aynı zamanda görünmeyen etkileri hakkında da haber yapma yolları aranmalı, sürekli olarak tarafların farklılıklarını değil, ortak zeminde buluşma olasılıklarını gösteren haberler yapılmalı; ‘ben’ ve ‘öteki’ gibi keskin ayrımlar yapmaktan kaçınılmalı. Zira böyle yapıldığında, diğer taraf bir “tehdit” ya da “düşman” olarak kurulacak ve bu da şiddeti haklılaştırmada kullanılacaktır.
Savaş gazeteciliği anlayışı “biz”im tarafın sözcüsü gibi hareket eder ve savaşlarda bir propaganda aygıtına dönüşür. Ne yazık ki 17 eylül gazetelerinin birçoğu –birkaçı dışında- başarılı bir biçimde savaş gazeteciliğini sergilediler.
Kaynaklar:
1) Teun V.Dijk, Discourse and Power : Contributions to Critical Discourse Studies, Houndsmills.Palgrave Macmillan, 2008.
2) Yasemin İnceoğlu-Nebahat Çomak, Metin Çözümlemeleri, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s.35.
3) Y.İnceoğlu-İnci Çınarlı, “Global Medya ve Uygarlıkların Manipülasyonu : Karikatür Krizi”, www.yasemininceoglu.com
4) Ayşe İnal, Haberi Okumak, Temuçin Yayınları, İstanbul, 1996,
(5)Teun Van Dijk, “News Racism:A discourse analytical approach.Simon Cottle(Ed), Ethnic Minorities and the Media,Milton Keynes,UK:Open University Press,2000,p.42.