Ali Bayramoğlu
(YeniŞafak, 28 Şubat 2012)
28 Şubat'ın 15. Yıldönümü bugün... Her yıl bu tarihte 28 Şubat'ın utanç verici sayfalarını, anılarını, tortularını gündeme getiririz.
28 Şubat, devletin işleyişinin askerileşmesi, toplumun kutuplaşması, bir kutbun diğerine tehlike ve tehdit mantığı içinde bakması, dindarların asker tarafından fişlenmesi, kamu alanından püskürtülmeye çalışılmasıydı...
Bu amaçla anayasal kurumların ve demokrasinin militanlaştırılmasıydı.
Merkez medyanın bu yasal maskeli askeri müdahalede psikolojik harekatlarla "silah" vazifesi görmesiydi...
Tüm bunların ülkedeki hakim askeri vesayet düzenini pekiştirmesiydi.
Daha birkaç yıl öncesine kadar 28 Şubat'ın kalıcı etkilerinden söz ederdik...
Değil mi ki, 28 Şubat'ın ürünü EMASYA örneğin, ancak 2010'da kaldırılabildi.
Değil mi ki, 28 Şubat'ta istedikleri hedeflere ulaşamayan askerler ve çevreler, 2003, 2004'te üç ayrı darbe hazırlığına giriştiler.
Ne var ki, bugün geldiğimiz nokta, özellikle 2007'den itibaren hızlanan "askeri vesayetten arınma" süreci, ortaya çıkan kimi aksaklıklara, son günlerde tartıştığımız bu sürecin kendi eliyle ürettiği yeni sorunlara rağmen, önemli sonuçlara ulaşmış, 28 Şubat tortularını önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır.
MGK'nın elden geçmesi, askerin ayrıcalıklı konumunun törpülenmesi, devlet-siyaset mekanizmaları arasında bütünleşmenin sağlanması, ordu içindeki darbeci grupların tasfiyesi ve yargı önüne çıkarılması bu açıdan atılmış tarihi adımlardır.
Bugün fişlenme, dışlanma, varlığın tasfiyesi endişeleri bitmiştir...
O zaman 28 Şubat'ı 15. yıldönümünde başka bir açıdan ele alabiliriz.
Şöyle bakmak mümkün ve önemli:
28 Şubat'ta travma ve örselenme yanında bir de iktidar deneyimi yaşayan İslami kesim, takip eden dönemde Türkiye'de demokrasiyi ve değişimi sırtlanan ana siyasal ve toplumsal dokuyu oluşturmuştur.
Bu sırtlanma hali Türkiye'yi değiştirip, etkilediği gibi İslami kesimi değiştirip, etkilemiştir.
Her etkilemenin şüphe yok sınırları vardır, özler kalıcıdır...
Ancak AK Parti'nin reformist politikalarının bu durumun bir sonucu olduğunu söylemek gerekir.
İslami alan ve algı içindeki heterojenleşme de benzer bir sonuçtur.
Gerçekten de 1990 yıllarının ikinci yarısı İslami kesimin farklılaşmasında da önemli bir rol oynamıştır.
Muhafazakârlar açısından 28 Şubat dönemi sadece mağduriyet duygusu ve tepkiyi temsil etmez; aynı zamanda umut bağlanan ve özdeşleşilen bir iktidar deneyimi ile buna oranla ortaya çıkan kayıp hali arasında oluşan çelişkileri kuşatır.
Bu deneyimler birikimi İslami kesim açısından "sosyal değişim süreci"nin ayaklarından birisini oluşturur.
Bu süreç İslami kesim içinde "kişileşme" dozunun yükselmesine yol açmıştır. RP dönemi, bu dönem etrafında yaşanan çatışmalar İslami topluluklar açısından, hem İslami hem siyasi bilgi aktarım kanallarını açarak, kendi içlerinde bir farklılaşma, daha doğrusu "farklılaşarak algılama" ve "farklılaşarak varolma" ve bu yönde bir sorgulama sürecini başlatmıştır.
Son dönem tartışmaları, yeni sorunlar, yeni iktidar oluşumları, yeni iktidar kavgaları bu gerçekleri ortadan kaldırmıyor...
Sivilleşme sürecinin bu iktidar gerginliklerinden kaynaklanan ve giderilmesi beklenen hukuki eksiklikleri de keza, bu sürecin önemine, özüne, istikametinin doğruluğuna halel getirmiyor...
Hilal Kaplan, genç kuşağın, önemli yazarı, bu değişim sürecinin güçlü ürün ve temsilcilerinden birisi, bir süre önce şu satırları yazıyordu köşesinde:
"Müslüman, kendisini ümmetin bir parçası olarak görendir. Bu aidiyet bilinci her tür cemaati/camiayı aşan bir tasavvuru gerektirir..."
Değişim sürecini ve zihniyet olarak hâkim dalgayı temsil eden Kaplan'ın zihniyetidir ve olacaktır.
Hocalı mitingini bu ülkede yaşayan gayrimüslimlere ırkçı bir gösteri haline çeviren gruplar, onları destekleyen siyasiler bu "özü seküler" iktidar kavgası verenler asla değil.