Zeynep Miraç*
Bülent Ersoy’un bize Türkiye’nin çelişkilerini, çifte standartlarını, kafa karışıklığını hatırlatmakta üstüne yok. Trans Onur Yürüyüşü’nün yasaklandığı gün Recep Tayyip Erdoğan’ın iftar davetinde beliriveriyor. Kendisini memnuniyetle kabul edenlerin, benzer bir mücadele verenlere tahammülsüzlüklerini sorgulamıyor. 12 Eylül darbesinin hemen ardından “Son derece memnunum. Halkın can ve mal güvenliği kalmamıştı. Başta değerli komutan Sayın Evren Paşa olmak üzere tüm rütbeli ve rütbesiz büyüklerime arkadaşlarıma teşekkürüm sonsuzdur. Bu arada bir sanatçı olarak benim de bir görevim olursa hemen ifaya hazırım” derken, aynı Kenan Evren kendisini sahnelerden men edince onu diktatörlükle suçluyor. Evren döneminde yaşadığı sekiz yıllık sahne yasağından her fırsatta yakınırken bugün git gide otoriterleşen devletin en üst katında ağırlanmayı yadırgamıyor.
Haksızlığa karşı ama...
Mirasını “şanlı ordumuza” bırakacağını söyledikten dört yıl sonra “Oğlum olsa askere göndermezdim” deyip halkı askerlikten soğutmakla yargılanıyor. Ardından menajeri yoluyla mirasını Türk Eğitim Vakfı ve Diyanet Vakfı arasında paylaştıracağını açıklıyor. “Ablan kurban olsun sana” şarkılarıyla satış rekorları kırıp sonra “Musiki bana hakkını haram etmemeli” diyor. Görkemli kılıklar, abartılı makyaj içinde kendini unutturmaya çalışıyor, devasa büyüklükte hakiki mücevher takarak hayatındaki ikamenin üstesinden gelmeye uğraşıyor, topyekûn haksızlığa değil kendisinin haksızlığa uğramasına itiraz ediyor. Çünkü Bülent Ersoy Türkiye’nin turnusol kâğıdı.
Acı, hüsran, gözyaşı
1952 yılının 9 Haziran’ında Necla- Fikret Erkoç çiftinin tek çocuğu olarak geldi dünyaya... Doğum zamanlamasını hep “sabah ezanı okunurken” diye anlattı. Kadıköy Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu’na başladığında çoktan evde bulduğu kumaşlarla kendine tuvaletler yapıp şarkı söylüyordu evde. Bir de bir kusur işlediğinde masanın altına girip ezan okuyordu. Bir süre ticaret lisesine gitti, ardından İstanbul Belediye Konservatuvarı Klasik Türk Musikisi Şan Bölümü’ne.
İlk 45’liğini yaptığında henüz 19’undaydı, ancak Bülent Erkoç imzalı “Lüzum Kalmadı” adındaki bu 45’liğin pek ses getirdiği söylenemez. Bir yandan da Kadıköy Musiki Cemiyeti’ne devam etti, burada geniş repertuvarı ve güzel ezan okumasıyla dikkat çekti. Ona şöhreti getiren ise Fahrettin Aslan’ın keşfetmesiyle çıktığı Maksim Gazinosu oldu. Adı artık Bülent Ersoy’du. 22 yaşındaki bu genç, Maksim’in ardından Taşlık Gazinosu’nda programa başladı.
Artık Müzeyyen Senar’ın halefi, Zeki Müren’in rakibiydi. Klasik Türk musikisine hâkim olduğu kadar arabeskleşmeye de eğilimliydi. Git gide daha fazla acı, hüsran, gözyaşı girdi notaların arasına. 2004 yılında Milliyet Pazar’dan Ahmet Tulgar’a verdiği söyleşide günah çıkarıyor, “kendi kendini çelmelediğini” söylüyordu: “Sanat hayatına girince her şeyin en iyisini, en lüksünü görmeye başlamıştım etrafımda ve gençtim, benim de olsun istiyordum.
Tabii ben de o zaman ticari eserlere yöneldim. Ve kendi yaptığımı kendim bozmuş oldum. Önce açık Türkçe ile yazılmış, sonra biraz daha ileriye giderek hatta ve hatta arabesk tarzı eserleri seslendirdim. Ve dinleyici kitlem namütenahi gelişti, büyük bir yelpaze oluşturdu.
Ondan sonra da “Ablan kurban olsun sana”, “Sefam olsun”, “Enişten bilmem ne olsun”, hepsini okudum artık evvelini, ahirini, yedi ceddini. Büyük paralar kazandım.” Kazandığı o büyük paraların kaynaklarından biri de sinemaydı. Şarkılar bir bir filme döndü: “İşte Bizim Hikâyemiz”, “Beddua”, “Sıralardaki Heyecan”, “Ölmeyen Şarkı”, “Biz Ayrılamayız”, “Acı Ekmek”, “Tövbekâr Kadın”...
‘Normal’ giyinmek
Filmler ve sahnedeki takım elbiseli genç delikanlının görüntüsü git gide değişti; makyaj, pırlantalar, frapan giysiler, bu giysilere yakışır bir eda aldı yerini. 1980’de İzmir Fuarı’nda seyircilerden gelen tezahürat sonrası bir anda göğüslerini açıverdi, karşılığı İzmir Cumhuriyet Savcılığı tarafından açılan soruşturma oldu. Tam 12 Eylül sonrasıydı, evine gelen hâkime hakaret edip tutuklandı, bir süre Buca Cezaevi’nde kaldı. Ne olursa olsun bedeninin içinde tutsak kalan ruhunu özgürleştirmeye karar vermişti bir kere. Ve bunu muhafazakâr bir ülkede yapacaktı.
İntihar denemesi
Oysa yalnızca görüntüsü bile onu Emniyet’e taşıyordu bu ülkede. 1981’in ilk günlerinde kılık kıyafetini düzeltmesi için Ahlak Birimi’ne çağrılıp uyarıldı. “Bundan böyle sanat icra ederken sahne kıyafetlerimi normal giyeceğimi ve göze hoş görünmeyen hal ve hareketlerde bulunmayacağımı tebellüğ ettim” diye kâğıt imzalamak zorunda kaldı. Vazgeçmedi. 14 Nisan 1981 günü Londra’da bir hastanede yeniden doğdu. Artık bedeni de kadındı. Ne var ki iş burada bitmiyordu. Haziran ayında döndü Türkiye’ye, döner dönmez sahne yasağıyla karşılaştı. 1982’de bir kutu ilaç içerek intihara kalkıştı. Cemal Süreya’nın onun için yazdığı portrede dediği gibi, “Acıları, büyük olaylarla sarsılan Türkiye’de çok geri planda bir magazin öğesi olarak örtülüverdi”. Çetin bir mücadeleyi göze aldı. Gücü ve cesareti haklılığından geliyordu. Pembe nüfus kâğıdı almak için açtığı davaları kaybetti, bir daha açtı, bir daha kaybetti. 1988’e dek...
‘Reform yaptım’
Kuvvetli bir sanatkâr olmasaydım hayatım çok zor olurdu” diyecekti bir söyleşide; “Türkiye Müslüman bir ülke, benim ameliyatım yurtdışında bile çok ilgi çekti. Kolay bir hayatım olmadı, nasıl anlatabilirim tam bilmiyorum... Türkiye’de reform yaptım ben. Hem küçücük yaşta devasa sanatçıların karşısına çıkarak, hem de ameliyat olup cinsiyet değiştirerek... Ben cinsiyetimi amaç ve araç olarak kullanmadım. Bugün benim diyen mazbut aile kadınları nasıl yaşadılarsa ben öyle yaşadım, öyle de yaşıyorum. Saygın bir yaşam tarzım var. Söyleyecek bir sözü yok kimsenin bana. Ancak takdir edilebilirim”.
Ahlakı o mu bozacak?
Kadın olarak ilk kez 1981 Mayıs’ında Frankfurt’ta sahneye çıktı. Yasağı devam ettiği sürece de yurtdışında konserler verdi; Almanya’da, Hollanda’da, Avustralya’da sahneye çıktı. “50 milyonluk Türkiye’nin ahlakı Bülent Ersoy’un kadınlık ameliyatı olmasıyla mı bozulacak?” diyordu; “Etrafınıza şöyle bir baksanıza, her taraftan pis ve iğrenç kokular gelmekte”. Haksız mıydı sanki? 1987 Eylül’ünde dönemin başbakanı Turgut Özal’a sahne yasağının kaldırılması için bir mektup yazdı. Mektubu Hilton Oteli’nde düzenlediği havyarlışampanyalı toplantıyla okudu:
Yasak kalkınca...
“Sayın Başbakanım. Katil değilim, hırsız değilim, vatan haini değilim, fahişe değilim. Velhasıl memleketim aleyhinde faaliyet göstermiş biri değilim. O halde bu yasağın anlamı ne?” Ve yasak 1988’de kalktı, ilk kez Lunapark Gazinosu’nda yeniden seyircisiyle buluştu. Bundan sonra da insan haklarından, trans haklarından, LGBTİ haklarından bir daha söz etmedi. Ne var ki başı dertten de kurtulmadı. 1989’da Adana’da sahneye çıktığı gazinoda Hacı Tepe adında bir müşteri “Çırpınırdı Karadeniz” türküsünü istedi. Söylemedi. Hacı Tepe, Ersoy’a kurşun yağdırdı. Karın bölgesinden ve bacaklarından ağır yaralandı.
‘Ben sizdenim’
Tepe saldırının ardından basına şu açıklamayı yaptı: “Yer durumuna, hesap durumuna kafam fena halde bozuldu. Sonra Bülent Ersoy’a gül uzatarak ‘Çırpınırdı Karadeniz’ şarkısını istedim. Ben ülkücüyüm. Reddetti. Herkesin isteği yerine getiriliyor, benim niye getirilmiyor? Bunların birikimi sonucu çektim silahı, ateşledim. Benim Bülent Ersoy’a bir kastım yok. Özür diliyorum.” Ruhsal acılarına ömür boyu sürecek fiziksel acılar da eklendi böylece.
1990’lar, 2000’ler art arda yaptığı albümler, TV şovları, konserlerle geçti. Albümünde ezan okudu, kandil gecesi televizyona başını örterek çıktı diye epey tartışıldı. Komşu olarak istenmeyen grupların başında yüzde 87 oranıyla eşcinsellerin geldiği bir ülkede (oran, Yılmaz Esmer’in değerler araştırmasından) “Ben sizdenim” demeye çalışıyordu usanmadan. Muhafazakâr ülkenin otoriter hükümetiyle sıkı fıkıydı; her davete katıldı, her fırsatta yan yana poz verdi. Oysa Cemal Süreya’ya göre bir “cinsellik vatansızı”ydı Bülent Ersoy.
Yasağa karşı ses yok
Bugün LGBTİ+ Onur Yürüyüşü yasaklı. Gerekçesi ise “toplumda oluşan hassasiyet”... Kendi onuru için yıllarca mücadele veren Bülent Ersoy’dan ses yok. Oysa sahneye çıkamadığı o günlerde ne diyordu: “Bugün bana yasak olan, yarın başkalarına yasak olabilir. Savunma hakkı gün gelir herkese lazım olur.”
Bu yazı Cumhuriyet gazetesinin bugünkü (26 Haziran 2016) nüshasında yayımlanmıştır