"Yurttaş Kane" (Citizen Kane) - ABD’nin kendisi gibi çok katmanlı bir filmi olan "Yurttaş Kane" en iyi Amerikan filmleri arasında sayılır. Büyük yönetmen Orson Welles’in henüz 25 yaşındayken çektiği bu ilk filmi sinemada birçok yeniliğin uygulanmaya başlandığı bir başyapıttır. Zaman ve bilinç kavramlarının ele alındığı hikayenin dayandığı sırlar aslında çok açıktır. Hikaye anlatımı ile ilgili, kendi kendimize anlattığımız hikayelerle ilgilidir. Hem trajedi, hem komedi, bazen de halüsinasyon içerir. Filmin yapımında görev almış herkesin ismi Yurttaş Kane ile ölümsüzleşti. Filmin orijinal afişinde söylendiği gibi “Muhteşem” bir film. (Glenn Kenny)
"Baba" (The Godfather) - 1972 yapımı "Baba" filminin yönetmeni Francis Ford Coppola Mario Puzo’nun mafya romanı beyazperdeye uyarlandığında henüz tanınmıyordu. Aktörlerini belirlerken çok didinmesi gerekti. Michael Corleone rolü için yeni parlamaya başlayan Al Pacino’yu seçme konusunda kimse onu desteklemedi. Ama iyi ki Coppola diretmiş. Yoksa Al Pacino’suz bir "Baba" filmi düşünülemezdi. Michael’in bababsı Vito rolünü Marlon Brando’ya vermesi de onun öngörüsünü gösteriyor. O dönem zor ve tuhaf biri olarak görülen Brando bu karaktere kendine özgün bir derinlik kattı. Böylece Coppola bu iki aktör etrafında inanılmaz bir hikaye inşa etti. "Baba" filmi insanın ömrü boyunca birkaç kez izlemek isteyeceği ve her defasında yeni bir zenginlik keşfedeceği filmlerden biridir. (Stephanie Zacharek, Village Voice)
"Vertigo" - Varlıklı bir arkadaşının esrarengiz karısının çifte yaşamını araştıran emekli bir dedektif psikolojik bir çıkmazın içine düşer. Yönetmen Alfred Hitchcock sinemanın bütün araçlarını kullanarak insanı sonsuz üzüntü ve pişmanlık girdabına çeken bir kabustan uyanma duygusu yaratır. Filmdeki aşk hikayesi farklıdır; kahramanlarının zayıflıklarını açığa vurmasıyla herkesin kendisinden bir şeyler bulacağı bir şeye dönüşür. (Jean-Philippe Guerand, Le Film Français)
"2001: Uzay Macerası" (2001: A Space Odyssey) - Bu film, insan evriminin bir sonraki aşamasına geçmek için Homo sapiens olarak bilinen günümüz insanından daha üstün bir insan türüne ihtiyaç olduğu fikrinden hareket eder. Stanley Kubrick’in yönettiği ve senaryosunu ortak yazdığı film hayal, zeka ve tekniğin zaferi olarak görülür. İnsanın evrimsel yolculuğunu takip eder gibi film soyuttan gerçeğe ve tekrar soyuta zarif bir kesinlikle geçiş yapar. Bu yolculuğun kozmik sınırları içinde insanın teknoloji ile ilişkisi rastlantısaldır. Kemik, süper bilgisayarlar ve uzay gemileri insan medeniyetinin yüce idealine yardımcı olan araçlardan başka bir şey değildir. Fakat Kubrick’e göre bu aşamadan önce insanın yok oluşu söz konusu olacaktır. (Ali Arıkan, Dipnot TV)
"Çöl Aslanı" (The Searchers) - John Ford ünlü yönetmenler Akira Kurosawa, Alfred Hitchcock ve Orson Welles’in hayranlığını kazanmış ve Western filmleriyle tanınan bir yönetmendir. İç Savaş sonrası dönemde sınırlar, ırk düşmanlığı ve bireycilik gibi Amerikan temalarını içeren ve görsel bir şiir olarak görülen film Ford’un eserleri içinde doruğu temsil eder. John Wayne’in canlandırdığı konfedere asker Ethan Edwards yıllar sonra kardeşinin evine döner. İki gün sonra ise bir Kızılderili Komançi kabilesi evi basarak aileyi katleder ve iki kız yeğenini kaçırır. Öfkeli ve azimli Edwards ise beş yılını onları bulmak için harcar. Vietnam Savaşı sonrası dönemde "Çöl Aslanı", büyük bir Amerikan tarihsel destanı olarak görülür ve Taksi Şoförü’nden Yıldız Savaşları’na kadar birçok filmi etkiler. (Liam Lacey, Toronto Globe and Mail)
"Şafak" (Sunrise) - 1927’de bile bu filmin aşk ve ihanet teması basit ve alışılmış bir hikayeyken yönetmeni FW Murnau’nun elinde bu film sinemanın geleceğine dair ipuçlarını barındırır bir hal almıştır. Karısını aldatan bir çiftçi son anda onu öldürmekten vazgeçip geri kazanmak için onun ardından kente gider. Hollywood Murnau’yu Almanya’dan getirtmiş ve Şafak filmiyle sessiz sinemada doruğa çıkılmıştır. Filmin etkisi bugün bile hissedilmektedir. (Bilge Ebiri, New York Magazine)
"Singin’ in the Rain" - "Singin’ in the Rain" Amerikan film sektöründe yapılan en iyi müzikal film olarak değerlendiriliyor. Stanley Donen’in yönettiği film, yapımının üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen hala güncelliğini koruyor hissi veriyor. Filmdeki iki şarkı en çok bilinen müzikal şarkıları olarak tarihe geçti. Birçok müzikalde şarkılara göze batan bir geçiş söz konusuyken burada hikayeyle örülmüş haldedir. Sinemaseverlerin kaçırmaması gereken bir filmdir. (Mauricio Reina, El Tiempo)
"Sapık" (Psycho) - "Sapık" filmi belki de duş sahnesiyle ünlü. Buradaki korkunç saldırı hiçbir şiddet eylemi göstermeden filmin kesilme biçimiyle sergileniyor. Yönetmeni Alfred Hitchcock daha filmin başında kahramanlardan birini öldürerek röntgenciliğinden dolayı seyirciyi cezalandırırken film ile seyirci arasındaki sözleşmeyi de ihlal etmiş oluyor aslında. Bazıları filmi kadın düşmanlığı ile eleştirirken bazıları da sosyal cinsiyet rollerini alt üst ettiği yorumu getiriyor. Film beklentileri boşa çıkararak, annesinin kılığına giren katil Norman Bates’in, ekranda görülmeyen ama kendisine bakan suçlayıcı gözler karşısında masumiyetini dile getirmesiyle son buluyor. (Tania Modleski)
"Kazablanka" (Casablanca) - "Kazablanka" bir aşk filmi midir yoksa gerilim, trajedi ya da komedi mi? Göçe dair şiirsel bir anlatım mı yoksa Amerika’yı İkinci Dünya Savaşı’na sokmayı amaçlayan bir propaganda filmi mi? Aslında bunların tümüdür "Kazablanka". Yapımı sırasında sorunlar yaşanan ve vaktinde pek tanınmış olmayan Michale Curtiz’in yönettiği filmin sonu bile son ana kadar belli değildi. Bugün ise haklı olarak mükemmelliği yakalamış bir film olarak değerlendiriliyor. (Jordan Hoffman, The Guardian)
"Baba 2" (The Godfather Part II) - Kötülük, yolsuzluk, toplum ve aile ilişkilerini ele alan "Baba" üçlemesi, mafya miti üzerinden suç filmi kategorisinde kaydedilen büyük bir başarıdır. 19. Yüzyıl başlarında New York’a göç eden genç bir Sicilyalının nasıl organize suç örgütünün başına geçtiğini ve 40 yıl sonra onun varisi Michael’ın yönetiminde mafyanın nasıl cehennem ortamı yarattığını anlatan üçlemenin ikinci filmi en derin duygular yaratan ve en şiirsel olanıdır. Robert De Niro ve Al Pacino’nun oyunculuğu, Nina Rota’nın müziği ve yarı karanlık sinematografisi ile bu film destansı bir hale geldi. (Isabelle Regnier)
"Muhteşem Ambersonlar" (The Magnificent Ambersons) - Bazıları "Yurttaş Kane"i en iyi Amerikan filmi ya da en azından Orson Welles’in en iyi filmi olarak değerlendirse de "Muhteşem Ambersonlar" beni hep daha fazla etkilemiştir. Booth Tarkington’un romanından uyarlanan filmde, sanayileşme sonucu Amerika’nın orta batısında varlıklı bir ailenin çöküşü ve ortaya çıkan sosyal değişiklikler ele alınıyor. (Molly Haskell)
"Chinatown" - Artık böyle filmler yapılmıyor sözü "Chinatown" için rahatlıkla kullanılabilir. Roman Polanski’nin bu filmi Los Angeles’in kenar mahallelerinde yaşamı göze batmayacak bir gerçekçilikle gözler önüne seriyor. 1930’larda geçen hikaye, 1970’lerin Yeni Hollywood prodüksiyon anlayışıyla, en iyi yazılmış senaryolardan birine göre ve Roman Polanski gibi bir yönetmen tarafından çekiliyor. Böyle bir bileşimin tekrar gerçekleşmesi mümkün değil gibi görünüyor. (Mike Ryan)
"Gizli Teşkilat" (North by Northwest) - Alfred Hitchcock’un bazılarına göre eğlence türündeki bu filmi aslında New Yorklu bir reklamcının hayali bir gizli ajan sanılıp Amerika çapında aranmasını anlatan filmi sadece bir gerilim filmi olarak değil savaş sonrası politika, kimlik ve yaşamla ilgili genel bir kinaye olarak da değerlendirilebilir. (Anne Billson)
"Nashville" - 1975 yapımı bu film Robert Altman’ın baş yapıtlarından biridir. Altman bu filmde ABD’nin Tennessee eyaletine bağlı Nashville kentinde beş günlük yaşamı farklı yönleriyle gözler önüne seriyor. Filmdeki 24 kararkterin özgün müzik ve görsellik eşliğinde ve hümanizmin galibiyetiyle canlandığını görüyorsunuz. (Thelma Adams)
"Hayatımızın En Güzel Yılları" (The Best Years of Our Lives) - William Wyler’in 1946 yapımı filmi, savaştan dönen askerlerin yaşadıklarını açık yüreklilikle gözler önüne seriyor. Savaşta ellerini kaybetmiş bir gazinin de rol aldığı oyuncu kadrosu filmdeki karmaşık duyguları, eve dönüş özlemini ve geri dönüldüğünde hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark eden insanların ruh halini oldukça iyi anlatıyor. Bu, en kötü şeylere tanık olduktan sonra yapılacak türden bir film. Çünkü insan ancak o zaman “en iyi”nin anlamını öğrenip bitkin zaferin değerini biliyor. (Stephanie Zacharek)
"McCabe & Mrs Miller" - Robert Altman’ın bu filmi birçok yönden diğer Western filmlerinden ayrılıyor. Altman klasik Western filmlerindeki doğaya karşı medeniyet temasından Amerikan karakteri vizyonunu süzüp çıkarıyor. Amerika’nın tarihini ve hedeflerini bir maden işletmecisi ile genelev patroniçesinin kimlikleri üzerinden yansıtıyor. Warren Beatty ile Julie Christie bu rollerde muhteşem ve inandırıcı portreler çiziyor. Hikaye eski bir zamana ait olsa da belirsizlikleri ve özlemleri ile bugüne de sesleniyor. Leonard Cohen’in folk şarkıları filme ruh katıyor. (Armond White)
"Altına Hücum" (The Gold Rush) - "Altına Hücum" Charlie Chaplin’in en yürek burkan romantik komedilerinden biridir. Kuzey Amerika’nın uçsuz bucaksız topraklarında şansını aramaya çıkmış masum Chaplin hayatın gerçekleri ile olması gerekenler arasındaki farkı bir türlü kabullenemez. Filmin Chaplin’in deyimiyle “dramatik komedi” hissiyatı bencilliği ve kinizmi reddediyor ve Chaplin’in iyimserliğini hem acı hem tatlı kılıyor. (Simon Abrams)
"Şehir Işıkları" (City Lights) - Vikipedi, diyalogları işitmediğimiz için Charlie Chaplin’in bu filmini sessiz film olarak tanımlamakla hata ediyor. Küçük Serseri karakterinin başrolde olduğu bu film aslında Chaplin’in ilk ve en iyi sesli filmi. Bütün büyük sinemacılar gibi Chaplin de sinemayı kendi bakış açısıyla yeniden icat ediyor, hem sessiz sinemaya hem de sesli sinemaya aynı anda yenilik katıyor, ses ve görüntü arasındaki ilişkiyi sarsıyor. Charles Dickens’tan bu yana kimse yoksulluğu Chaplin’den daha iyi ifade etmemiştir. Chaplin konularına hep evrensel bir boyut katmıştır. (Jonathan Rosenbaum)
"Taksi Şoförü" (Taxi Driver) - Yönetmen Martin Scorsese ve senaryo yazarı Paul Schrader’in bu şaheseri, sürekli tetikte olan ama tekin olmayan taksi şoförü kahramanı Travis Bickle’i (Robert De Niro) ve onun küçük düşmesini, intikamını ve çıldırmasını anlatıyor. Bu kabus içinde seyirciye Travis’le empati kurdurup New York’un renkli ama günah dolu sokaklarında onunla dolaştırıyor. Onun öfkesini, özlemlerini ve haksızlığa uğrama duygusunu paylaşır buluyoruz kendimizi. Ama sonra bu karakterin iç yüzünü görmeye başlıyoruz. (Bilge Ebiri, New York Magazine)
"Sıkı Dostlar" (Goodfellas) - "Sıkı Dostlar", Amerikan sinemasına birçok kez konu olmuş Amerikan rüyasını farklı bir coşku ve samimiyetle ele alarak diğer filmlerden ayrılıyor. Nükte içeren hikayesi ve hızlı temposuyla filmin unutulmaz baş kahramanları olumsuz niteliklere sahip. Yönetmen Martin Scorsese bu filmiyle seyirciyi kriminal faaliyetleri haklı görme konusunda neredeyse ikna ediyor. Baştan sona şiddet içeren filmde sonuç öyle olmuyor tabii. (Kate Erbland, IndieWire) (BBC)