Cannes’dan, sinema dünyasının ‘kabe’sinden söz etmek istiyorum bugün… Her yıl on binlerce sinemacıyı ve sinemaseveri Fransız Riviera’sına çekmeyi başaran bir festivalden…Yalnızca basın mensuplarının sayısının 4.000’i bulduğunu söylesem, festivalin çapına ilişkin bir fikir verebilirim belki. Cannes’ın o görkemli festival sarayı bile hepimizi ağırlayamaya yetmediğinden, 8.30’daki ilk basın gösterisinde yer bulabilmek için koşuşturduğumuz, yılın en yorucu ama en heyecan verici günleri başlıyor, bir kez daha…
Ülkeden uzakta, ama gündemden kopmadan yaşanacak 12 dolu dolu gün… Yüzlerce film arasından en doğru seçimleri yapmaya çalışmak, sevdiğimiz yönetmenlerin basın toplantılarını kaçırmamak, iki film arası ‘Film Pazarı’ndaki Türkiye standına uğrayıp yeni gelen dostlardan taze haberler almak, arada başka ülkelerin standlarını ziyaret edip, dünya sinemasının son durumuna ilişkin bilgilenmek, doküman toplamak, arada bir krep kaçamağı -tabi bir kadeh Bröton şarabı eşliğinde- günlük rutinimizin parçası olacak. Fırsat buldukça festival izlenimlerimizi okurlarla paylaşmak da cabası…
Cannes Festivali 70. yaşını kutluyor bu yıl. Yapılmasına karar verildiği yıl (1939),savaşının patlamasıyla ertelenmek zorunda kalınan ve savaşın hemen ardında ilki gerçekleşen festival, kısa sürede rüştünü ispat edip, dünyanın en önemli sinema etkinliği olmayı başardı. Uluslararası sinema pazarı üzerindeki etkisinin yanı sıra, yeni arayışların, genç yönetmenlerin boy verdiği bir platform olarak da önem kazandı ve organizasyonunun başarısı ile tüm dünyaya örnek oldu.
Yetmiş yaşına karşın, genç kalmayı başaran bir festival, Cannes. Bunun sırrı, festivalin sanatsal düzeyini hiç düşürmeden, popülizme taviz vermeden sürdürmeyi başarmasında yatıyor. Tabi, siyasetin dümen suyunda kendine yol çizmeye çalışan, yöneticileri ikide bir değişen bizim festivallere hiç mi hiç benzemiyor. Tabi, hiçbir yetkilinin aklına da, bütçesinin büyük kısmını devletten (Kültür ve İletişim Bakanlığı, Ulusal Sinema Merkezi, bölgesel yönetim ve yerel yönetim)alan festival yöneticilerini köşeye sıkıştırıp, “Parayı veren düdüğü çalar” demek gelmiyor…
Ustalarla gençlerin dansı
Cannes, farklı bölümleriyle sinema dünyasının her yönüne eğilmeyi başaran bir festivaldir. Bine yakın filmin alıcıların dikkatine sunulduğu dünyanın en büyük pazarı olmakla yetinmez, esas ağırlığını ‘sanat ve deneme sinemasına verir. Ana yarışmada, dünyanın önde gelen yönetmenleri en yeni yapıtları ile yarışırlar. Kimi yıllar ustalar ağırlıkta olur –ki bu yıl da öyle bir tablo var karşımızda, 70’lerinde iki usta Michael Haneke ve Jacques Doillon, yaşları daha genç olmasına karşın ustalıkta onlardan geri kalmayan Todd Haynes, François Ozon, Kornel Mundruczo, Michel Hazanavicius, Sofia Coppola, Ruben Ostlund, Segei Loznitsa, Naomi Kawase, Yorgos Lathimos, Lynne Ramsay, Fatih Akın- kimi yıllarda ise yepyeni keşiflerle ayrılırız festivalden.
İlk yapıtları ile izleyici karşısına çıkan genç yönetmenler için en önemli atlama tahtasıdır festival. Orada kazanılan bir başarının arkası gelir mutlaka. Tek seçici konumunda olan, ama dünyanın dört bir yanındaki danışmanları, dostları aracılığı ile daha tomurcuk halinde iken geleceğin çiçeklerini keşfetmeyi başaran Festival Sanat Yönetmenin becerisi bunda en önemli etkendir. Tabi bir de, Cannes’da ‘görücüye çıkma’nın avantajı unutulmamalı. Dünyanın dört bir yanından gelen sinema basını mensupları ve festival yöneticileri keşiflerini burada yapar genellikle.
Üç kıtadan insan manzaraları
Festivalin ana yarışmasında bu yıl 19 film yer alıyor. Dördü, Amerikan sinemasından geliyor. Ama, stüdyoların milyar dolarlar harcayarak yaptıklar ‘ürünler’ değil bunlar, Amerikan bağımsızlarının filmleri. Dört film de Fransa’dan alarak (Açılışta -yarışma dışı- sunulan Arnaud Desplechin’in “Ismael’in Hayaletleri”ni de sayarsak beş) geleneği bozmuyor, ulusal sinemasını , Amerikan sineması ile eş ağırlıkta gözler önüne seriyor, Festivalin Sanat Yönetmeni Thierry Fremaux.
Avrupa sineması her yıl olduğu gibi gene ön planda. Fransa’nın yanı sıra, Almanya, Avusturya, Macaristan, Yunanistan, İsveç, Ukrayna ve Rusya’dan birer film var ana yarışmada. Latin Amerika, Afrika ve Avustralya’dan tek bir filmin bile seçilmediği yarışmada Asya kıtasından üç film yer alıyor. Bir Japonya’dan, ikisi Güney Kore’den geliyor bu filmlerin.
Jüri üyeleri de üç kıtadan seçilmiş. Başkanlığını, İspanyol sinemasının en parlak isimlerinden Pedro Almodovar’ın yaptığı dokuz kişilik kurulun oluşumunda farklı renkler ve farklı disiplinlerin temsil edilmesine dikkat edilmiş. Bir Amerikalı (Jessica Chastain), bir Çinli (Fan Bingbing) oyuncunun yanı sıra, birkaç karpuzu birden taşıyabilen sanatçılar (Fransız oyuncu, yönetmen, senarist Agnes Jaoui, Amerikalı oyuncu, yapımcı ve müzisyen Will Smith), Fransız besteci Gabriel Yared ve ikisi Avrupa’dan, biri Güney Kore’den üç yönetmen (Geçen yıl Cannes’da izlediğimiz ve FIPRESCI ödülünü verdiğimiz “Toni Erdman”ın yönetmeni Maren Ade, İtalyan Paolo Sorrentino ve G.Koreli usta Park Chan-wook.
Şimdilik, filmler hakkında fazla bir bilgimiz yok. Ama, kısa özetlerden bu yılın ağırlığını insan ilişkileri ve aile içi sorunların oluşturacağı anlaşılıyor. Politik filmler için yan bölümlere bakmamız gerekecek anlaşılan. Angelopoulos’un, Wajda’nın ölümlerinin, Ken Loach’un kendini emekliye ayırmasının sinema dünyası için ne denli önemli kayıplar olduğunu göreceğiz… Kimbilir, belki de bizi şaşırtan gençler çıkar karşımıza… Keşke…