03 Eylül 2017
Geçenlerde Milliyet gazetesinde yayımlanan bir haber gördüm. Haberde üç psikiyatri profesörünün büyüklerin çocuklara yönelik bazı hitap tarzlarına ve davranışlarına ilişkin görüşleri yer alıyordu. Benim de hasbelkader bir şeyler biliyor sayılabileceğim bir konuda kendilerini tanıdığım hocalar tarafından yapılmış açıklamaları görünce buna benzer haberlerde genellikle yaptığımın aksine haberin tümünü okudum.
Metin hayli kesin bir dille ifade edilmiş, kuvvetle vurgulanmış görüşler ve uyarılar içeriyordu. Haber başlangıçta uygun ve kıvamında birtakım açıklamalar içerecekmiş havasını verse de giderek neredeyse tuhaf denebilecek uyarı ve görüşleri (öznel ve tartışmaya açık niteliklerini de pek belirtmeden) öne sürüyordu. Bu haber metnindeki görüşlerin ifade ediliş biçimi bana uygun gelmediği için hiç olmazsa bütün uzmanların aynı şeyi düşünmediklerini ve aynı üslubu benimsemediklerini gösterebilmek için bir yazı yazayım diye düşündüm.
Haberin başlığı “Aşkım deme, dudağından öpme” idi. Bunun hemen altında kalın harflerle “Prof. Dr. Doğan Şahin açıkladı: “Anne - babaların çocuklarına ‘sevgilim’ diye hitap etmesi, evlatlarını dudaklarından öpmeleri son derece sakıncalı. Bunlar çocukların gelecekteki duygusal ve cinsel yaşamını riske atıyor” diye bir paragraf var.
Gözleyebildiğim ve bilebildiğim kadarıyla dudaktan öpme belki bebekler dışında pek yaygın değil, ama “aşkım” hitabının dikkat çekmeye elverecek bir yaygınlıkta olduğu söylenebilir. Bu bakımdan konuyla bir gazetecinin ilgilenmesinde ve uzmanlara görüş sormasında bir gariplik yok. Bir uzmanın “dudaktan öpme, aşkım deme” diye uyarması da şaşırtıcı değil. Ama sonra haber insana o tuhaflık hissini veren sınırlara doğru ilerliyor. Derece farkları kalkıyor, uçlarda yer aldığı düşünülebilecek ve sık gözlenmeyen söz ve davranışların yanına son derece yaygın başka söz ve davranışlar konup bunların tümünün çocuğa ciddi olumsuz etkileri olacağı izlenimi oluşturuluyor. Haberin kendisi okunduğunda bu durum daha iyi anlaşılabilir. Bir fikir vermesi için haberin alt başlıklarını sıralayayım:
*Duygusal istismar
*Teyzeciğim de olmaz
*Aslanım, yiğidim, koçum da yanlış
*Cinsel istismara açık hale gelir
*Kızım ve oğlum yeterli
Herkes için geçerli olan ama özellikle ruhsal bilimler alanında çalışan kişiler için daha da önemli olan bir şey nasıl söylediğinizin en az ne söylediğiniz kadar önemli olduğudur. Bu açıdan bakıldığında haberin üslubunda bana rahatsız edici gelen yukarıdan bir tavır olduğunu düşündüm. Hitap ettiklerine yüksekten seslenen ve sıradan insanları irşat edermişçesine bir havayla konuşan uzman tutumunu uygun bulmadığımı daha önce de yazmıştım.
Habere göre, Prof. Dr. Şahin “Yeterince sevilmemiş veya ilgi görmemiş olabilirsiniz ama siz gene de çocuklarınıza ‘aşkım’ demeyin, terapiye gidin” demiş. Bu ifade edişin kendilerine hitap edildiği varsayılan kişiler dâhil olmak üzere hiç kimseye yarar sağlamayacak bir biçime sahip olduğunu düşünüyorum. Eğer basitçe “çocuklarınıza sevgilim ya da aşkım diye hitap etmeyin” uyarısında bulunulsaydı, bu konuşulabilirdi. Ama “yeterince sevilmemiş veya ilgi görmemiş olabilirsiniz” diye başlayınca öyle niyet etmemiş olsanız bile çok sayıda insanın davranışını basitçe bu durumla açıklamış olduğunuz yolunda zımni bir iddia öne sürmüş olursunuz. Oysa her durumu kendine özgü koşullar altında yeniden değerlendirmek şeklinde temel bir düsturu olan bir mesleğin mensupları için bu genelleyici ifadelerden uzak durmak hem kendilerine hem de muhataplarına daha fazla yarar sağlar.
Benim bildiğim kadarıyla bir insan için yüzleşilmesi ve kabul edilmesi en zor olan durumlardan birisi hatta başlıcası tam da budur: Yeterince sevilmediğini ya da ilgi görmediğini bilmek. Bunu örneğin annesinin kaybını karşılamak zorunda kalan bir çocuğun durumuyla annesi tarafından sevilmediği gerçeğiyle yüzleşmeye mecbur kalan bir çocuğun durumunu karşılaştırdığımızda görebiliriz. Kendisini seven annesini kaybeden çocuk annesinin imgesini bir iyi nesne olarak içselleştirebilir, annesinin anısı ve annesinden ona geçmiş olan sevgi bağı onu hayatta tutabilir. Ama annesi tarafından sevilmemiş, ilgi görmemiş, reddedilmiş bir çocuğun işi daha zordur. Sevilmemiş olmak insanı utandırır, değerli olduğuna inanmasını ve ona göre davranmasını zorlaştırır. Sevilmemiş olmak insanın kendisini sağlıklı biçimde sevmesine de engel olur. Bunlar harcıâlem doğrular diyecekmişsiniz gibi geliyor, doğru, bir bakıma öyleler. Ama haberdeki ifadeyi okuduktan sonra kendimi bunları tekrarlamaya zorunlu hissettim. Gezi olayları sırasında Erdoğan’a yönelik hayli şiddetli eleştiriler, hakaretler, hatta küfürler telaffuz edilmişti. Ona söylenenler arasında en akılda kalanlardan birisi “Kim sevmedi söyle seni sayın başkan sen çocukken” şarkısı değil miydi?
İnsanların yumuşak karnına dokunan böyle bir başlangıçtan sonra açıklamanın sonu da beklenmedik: “Terapiye gidin”. Böyle söyleyince çocuklarına aşkım ya da sevgilim diyen insanlara bunun uygun olmadığını belirtmekle yetinmiyor, onlar yeterince sevilmemiş ve ilgi görmemiş olduklarından ruhsal bakımdan sağlıklı değiller ve bu nedenle terapiye ihtiyaçları var da diyorsunuz. Terapiye gitmek kişinin kendisi istedikten sonra bir neden bile gerektirmeyecek iyi ve güzel bir şey ama bunu size başkası söylediğinde işler değişir. Psikoterapiye gitme kararı kişinin kendisince hissedilen bir gereklilik olarak belirmelidir. Yoksa kişinin bu ihtiyacı patronize eden bir dille konuşan bir başkasından duyması uygun değildir. Maalesef bu cümlenin sonundaki “terapiye gidin” kısmının bende yarattığı çağrışım, kabul edilemez davranışlar sergilediği düşünülen kişilere bir psikiyatra gitmeleri ve tedavi görmeleri gerektiğinin söylenmesidir.
Nicelik konusundan devam edebiliriz. Çünkü uçtaki bir durumdan başlayıp sonra ipin ucunu kaçırmaya başlayan tavsiyelerden söz ediyoruz. “Teyzeciğim de olmaz” alt başlıklı bölümde söylendiği üzere çocuklara “anneciğim”, “babacığım”, “teyzeciğim” demek tümüyle yanlışmış. Çünkü böylesi hitaplar çocuğun “kim olduğuna dair kafasını karıştırıp kimlik bütünlüğünün gelişimini olumsuz etkiler”miş. “Teyzesi çocuğa teyzeciğim, amcası da amcacığım deyince çocuğun kafası karışır”mış. Daha da önemlisi bu hitaplar “çocuğun etrafındaki kimselere ilişkin gerçek duygu ve düşünceleri yerine büyükler tarafından yönlendirilmiş sahte bir dünya oluşturur”muş.
Haberin akışından kimin tarafından söylendiğini tam anlayamadığım bu sözlere söyleyen kendisi inanıyorsa bir sorun var, yok öylesine söylüyorsa başka bir sorun var diye düşündüm. Bu defa bahse konu olan tutum diğerine göre çok daha sık görülüyor. Benim bildiğim kadarıyla küçük çocuklara onunla aralarındaki bağı tanımlayan böyle hitaplarla seslenmek çok yaygın; “babacığım”, “teyzeciğim” vb seslenişler çok sık duyuluyor. Buna karşın bundan dolayı “kafası karışan, gerçek duygu ve düşüncelerini yitiren ve büyüklerin yönlendirdiği sahte dünyaya giren” bir çocuk filan görmedim ben. Tam aksine küçük çocukların bu akrabalık bağlarını anlamakta zorlanabileceklerini ve kim onun nesi oluyor bilemeyeceklerini düşünürsek “amcacığım diyen amcam, dayıcığım diyen dayım, o halde yengeciğim diyen de yengem oluyor” diye düşünmesine imkân tanıyan bir şey. Bu sözcüklerin genellikle çocuğa duyulan sevgi ve yakınlığı ifade etmek için kullanıldığı ve kültürel olarak kabul edilebilir nitelikte olduğu görüşü en azından bu haberde ifade edilen katı hükümlerin karşısında bir alternatif görüş olarak kendine yer bulabilmeli değil midir?
Dahası da var. “Teyzeciğim de olmaz” bölümünden sonra bu kez Prof. Dr. Bengi Semerci tarafından “aslanım, yiğidim, koçum” gibi hitapların da yanlış olduğu belirtiliyor. Bunlar da “çocuğun aklını karıştıracak, gelişim sırasında ayrışmasını, sınırlarını, ilişkilerini bozacak” sözcüklermiş. Bu iddiada da her insanın ve her ilişkinin kendine özgü niteliklerine göre değerlendirilmesi gerektiği ilkesi ihmal edilip genelleme yapılmış. Belki öyle bazı örnekler vardır ki, bir çocuğa “yiğidim, koçum, sen yaparsın” filan denmiş ve bunlar çocuğa yük olmuştur. Ama tersi de olabilir, bir başka örnekte de çocuğa hiç “hadi aslanım, koçum” denmemiştir, bu da çocuk için bir sorun teşkil etmiştir. O nedenle hayli yaygın ve alışılmış olan bu hitapların yanlış ve zararlı olduğunu öne sürmek, tekil durumun özelliğini bilmeden genelleme yapmak doğru görünmüyor.
Artık haberi hazırlayanın sorumluluğu mu yoksa “otorite”ler gerçekten giderek (otoriterleşerek) baskıyı arttırıyorlar mı bilmiyorum ama haberin finalinde bu kez çocuklara “canım kızım, tatlı oğlum” demenin bile uygun olmayabileceği belirtiliyor. Eğer eşler birbirlerine aynı ifadeleri kullanmıyorlarsa, “canım, tatlım” demiyorlarsa, ancak o zaman anababalar çocuklarına bu sözcüklerle hitap edebilirlermiş.
Başka kliniklerde de öyledir sanırım, psikiyatri ve çocuk psikiyatrisi klinikleri için daha doğrudan biliyorum. Bir konuda çalışma yapıldığı ya da uzmanlık tezi hazırlandığı zaman konu her neyse çalışmanın başına o konunun neden önemli olduğunu anlatan bilgiler konur. Hangi konuda çalışma yapılıyorsa o konu ruh sağlığı açısından çok önemlidir. Bir bozukluk inceleniyorsa o bozukluğun sık görüldüğü vurgulanmaya çalışılır. Bu bozukluğun yol açtığı maddi ve manevi zararlar hatırlatılır. Ayrıca o bozukluk ya da ele alınan sorun zaman içerisinde giderek artma eğilimindedir, gönümüzde daha ciddi bir sorun haline gelmektedir vb. Çalışmayı yapanlar konuyu okudukça, araştırdıkça, içine girdikçe bu bilgileri daha kolay bulurlar ve yaptıkları işin önemine inanırlar. Bu dışarıdan yadırgatıcı görünse bile aslında hoş bir şeydir. Araştırmacının konusuyla bağ kurabildiğini, konuya önem verebildiğini, duygusal yatırım yapabildiğini gösterir. Aşırıya kaçmamak kaydıyla o konuyu spot ışıklarının altına koymasına yardım edecek böyle bir üslup hoş görülebilir.
Burada da eğer konuyu hafifçe öne çıkaran, kamuoyunun dikkatini çekmek için ifadelerini biraz daha çarpıcı hale getiren bir üslupla sınırlı kalınsaydı bu durum bir hoşgörüyü gerektirirdi. Ama bu haber metninde hem aileleri hem de çocukları fazla hafife alan ve onlara yukarıdan bakan bir üslup var. Konuşurken kesinlikten uzak durmaya çalışan ve ihtimali durumları hesaba katan bir üslup yerine adeta korkutarak uyaran bir söyleyiş tonu var.
Hitap tarzlarının çocukların ruh sağlığını olumsuz etkileyeceği, kimlik bütünleşmesini bozacağı, onları sahte bir dünyaya sokacağı, sınırlarını ve ilişkilerini bozacağı söylenmeden evvel çocukların ve çocukluğun son otuz-kırk yılda geçirdiği muazzam değişimi akılda tutmak gerekir. Çocuklar özellikle eğitim görmüş ve/veya sosyo-ekonomik düzeyi yüksek ailelerde daha fazla olmak üzere tarihte benzeri görülmemiş bir önemle ele alınıyorlar. Örneğin otuz yıl önce “bindeli” oranlarla ifade edilen özel okul öğrencileri bugün hatırı sayılır bir öğrenci grubunu temsil ediyorlar. Aileler çocuklarını yetiştirirken hata yapmak istemiyor, bu konuda kitaplar okuyor, programlar izliyor, söylenenlere önem veriyor. Bu durumda onların ne söylüyorlar diye baktıkları yerde duran uzmanların sorumluluğu artıyor. Benim gördüğüm kadarıyla uzmanlar çoğu zaman kendilerinin biliyor varsayılmalarını çok kolay kabul ediyorlar ve pek çok konuda söyleyebilecekleri fazla bir şey olmadığını belirtmiyorlar. Kaldı ki belirtirlerse (ya da belirtenler) onları başka insanlarla buluşturacak olan medya mensuplarının hoşnutsuzluğu ile karşılaşıyorlar. Bu yüzden belki onların sesini daha az duyuyoruzdur.
Haberi yapan Mert İnan bağışlasın, belki bu söylediğim çerçevenin tamamen dışında hareket etmiştir. Ama hiç olmazsa şunu belirtmeme izin verilsin. Sadece bir ay önce aynı gazetede neredeyse aynı başlıkla bir yazı yayınlanmıştı: “Çocuğunu dudağından öpme! Ona aşkım deme!” O yazının içinde de bazı tartışmalı görüşlere yer verilmiş olmakla birlikte yazıda konuyu giderek genişleten ve uyarıları giderek yaygınlaştıran bir tutum yoktu. İnternette küçük bir aramayla aynı şeylerin defalarca söylendiğini de bulabilirsiniz. O halde aynı şeyi, aynı gazetede, aynı sözcüklerle söylemenin anlamı nedir?
Çocukların ve çocukluğun değişmesinin yanında “aile”nin de radikal değişiklikler geçirdiğini görüyoruz. “Amcacığım” ya da “yiğidim” denince dengesini şaşırmasından o kadar korkulan çocukların gerçekte nelerle başa çıkmak zorunda kaldıklarını düşünsenize. Bugünün dünyasında çocuklar artık yalnızca ayrılmış olan ana babalarının yeni ilişkileriyle karşılaşmakla kalmıyorlar. Aynı cinsten ana babalarla; taşıyıcısı, biyolojiği, yetiştireni ayrı olabilen annelerle karşı karşıya gelebiliyorlar. Irklar arası evlat edinme yaygınlaştıkça kendisi siyahken annenin beyaz olduğunu ya da tersi durumu görebiliyorlar. Eğer çocuğun kafasının karışmasından ve cinsel kimlik gelişiminin sekteye uğramasından korkulduğu için uyarılarda bulunulacaksa değişen dünyada ortaya çıkan birçok durum için sürekli teyakkuzda kalmak gerekecektir. Acaba uzmanların görev ve işlevi bu mudur? Buna kesin bir cevap öne sürmüyorum, tartışmaya açık bir konu olduğunu söylüyorum.
Ana babayla çocuk arasındaki ilişkinin şekli unsurları önemlidir. Ama ondan daha az önemli olmayan hangi zihinsel ve ruhsal işlevsellik kipi içinde ilişki kurulduğudur. Tıpkı uzmanlar için belirttiğimiz gibi ana babalar için de nasıl söyledikleri ne söyledikleri kadar önemlidir. Ana babanın “canım kızım” derken hangi duyguyu ilettiği, sözcüğün duygusal olarak aktardığı anlamın ne olduğu asıl konudur. Yoksa sözcüğün kendisi tek başına orada ne olup bittiğini tanımlayamaz. Yani ben çocuğa amcacığım derken kendi zihnimde ve ruhsallığımda onunla ilişkimi karıştırmıyorsam ve ona ilettiğim duyguda bir karışıklık yoksa bu sözcüğü kullanmamda bir sakınca olması ihtimali çok düşüktür.
Medya mensuplarıyla ve ana babalarla ilişkimizde bu tür şeyleri bilmemiz gerektiği hissinin bize dayatıldığını; sıklıkla burada söylenen tarzda önerilerde bulunmamızın istendiğini biliyorum. Ama tam da bu nedenle bizi onlarla gerçek ve gerçekçi bir ilişki içine girmekten alıkoyacak böyle bir role girmekten kaçınmamızın hekim, akademisyen ve terapist olarak uygun bir tavır olacağını düşünüyorum. Anne babalara yaklaşımımız için genellikle uygun olan tutum o çocuğa en iyi anne ve babalığın kendilerince yapılabileceğini kabul ederek ve bunu onlara sezdirerek anne ve babalık yolundaki gayretlerine saygı duymaktır. Elbette hata yapıyorlardır, hatasız anababalık olmaz.
Bu son sözleri iki nedenle söylüyorum. Birincisi haberde derece farkıyla birbirinden ayırt edilmesi gereken birçok tutum aynı kaba konduğu için iletilmek istenen mesaj boşa gidiyor. Bir uçta çocuğun cinsel organlarını öpmek ya da çocukla ilişkinin yapılandırıcı sınırlarını bozan davranışlarda bulunmakla ilgili söylenenler var. Ama hemen ardından “teyzeciğim ya da koçum” ya da hatta “canım oğlum” hitapları da ciddi olumsuz sonuçlara yol açacak hatalar gibi ele alınmış. Çocuğuna aşkım, sevgilim diyen anne ve babaları görmenin benim için de pek sevimli bir tablo oluşturmadığını söyleyebilirim. Ama “canım” ya da “aslanım” diyen anababa ya da akrabaların hangi kabahati işlemiş olduklarını da anlayamadım.
İkinci neden bu üslubun insanların hazır suçluluk duygularını istismar etmeye dönük yatkınlığıdır. Esasen böylesi haberlerden etkilenip de “anneciğim” demekten vazgeçen bir annenin çocuğuna karşı zaten gereğince hassas olduğunu ve “anneciğim” demesinin de bahsedilen sakıncaları yaratmayacağını varsaymak bana gayet makul geliyor. Haberi okurkenki samimi duygumu söyleyeyim, uyarılar öyle korkutucu bir dille anlatılmış ve bu hitapların nelere yol açacağı öyle tumturaklı bir üslupla söylenmiş ki kendi kendime ben de “babacığım” diyor muyum diye şöyle bir düşündüm. Annemin “babaannişim” deyişleri de aklıma gelince içimi bir utanma duygusu kaplamadı desem yalan olur. Sanırım bu duyguların da bu yazıyı yazmamda etkisi oldu.
Bağlantıyı tıklayıp haberi okuyanların göreceği gibi haber aslında birkaç hafta önce yayımlanmıştı. Bu yazıyı haberin hemen akabinde yazmaya başladıysam da birçok defa tereddütte kaldım ve yazmayı bıraktım. Çünkü görüşlerine başvurulan kişilerin düşüncelerini tam olarak istedikleri şekilde ifade etmelerinin mümkün olmayabildiğini içinde bulunduğum benzer durumlardan biliyorum. Bazen söyledikleriniz doğru aktarılsa bile söylediklerinizin bir kısmı metinde yer almayabiliyor. Dengeleyici sözler, yumuşatıcı ifadeler gözden kaçabiliyor, daha iddialı, daha sarsıcı görünen kısımlar öne çıkarılabiliyor vb. Yine de bir ihtiyat payı koyduktan sonra bile söylenenlerin beni huzursuz etmeye devam ettiğini görünce yazıyı tamamlamaya karar verdim.
*https://www.youtube.com/watch?v=WUIM4DAD_sA
"Vakti kaybettin mi?" diye sordum ve "Sevdiğimizi kaybedince vakit duygusunu da kaybetmiş gibi oluyoruz ya"...
Dörtlünün üyeleri işlemedikleri bir suçtan dolayı on beş yıldan uzun bir süre hapiste kaldıktan sonra 1989 Ekim'inde polisin aleyhteki bazı kanıtları uydurduğu, öte yandan lehteki bazı kanıtları da gizlediği anlaşılınca davanın düşmesiyle salıverilmişlerdi
Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken, yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Ortada kayıp varsa, kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir
© Tüm hakları saklıdır.