07 Ağustos 2022

Çöküşün fotoğrafı

Tekrar tekrar liyakatın öneminden bahsetmek, tekrar tekrar ‘kendinden olan’ yeteneksiz / yetersiz kadroları kurumlara yığmanın yaratacağı vasatlık konusunda uyarmak, tekrar tekrar tarikatlarla / cemaatlerle devlette / siyasette iş tutmanın tehlikelerinden bahseden yazılar yazmaya gerek yok artık…

Ülkenin tüm kurumları bir bir dökülüyor.

Bizler de bir ülkenin çöküşünü manen ve madden tükenerek, bizzat tam da göbeğinde yaşıyoruz.

Bakınız son yaşanan KPSS olayı da çöküşün ifşalarından sadece biri.

Ve maalesef dağılan, lime lime olmuş eğitim sistemiyle alakalı sorunun minicik bir görseli.

Eğitim sisteminin bu hâle gelmesinin nedenlerini  hepimiz biliyoruz, aslında her şeyi bildiğimiz gibi!

Tekrar tekrar liyakatın öneminden bahsetmek, tekrar tekrar ‘kendinden olan’ yeteneksiz / yetersiz kadroları kurumlara yığmanın yaratacağı vasatlık konusunda uyarmak, tekrar tekrar tarikatlarla / cemaatlerle devlette / siyasette iş tutmanın tehlikelerinden bahseden yazılar yazmaya da gerek yok artık.

Çünkü sistem tamamen kilitlenmiş durumda.

Çöküyoruz evet ama çökmüyormuşuz gibi yaparak!

Ülke, her konuda olduğu gibi milli eğitimde yaşananları da olmamış, duymamış gibi geçiştirme eğiliminde.

Oysa finalde bu eğilimin hiçbir faydası olmayacak, kimse de tepkisizliğinin yararını görmeyecek ama işte nasıl anlatacaksın, anlatamadık da zaten!

Sonuçta evet eğitim sistemini icra eden kurumlar da birçok devlet kurumu gibi kilitlenmiş durumda.

Okullarda verilen eğitimin kalitesinden tutun da insanların geleceklerini şekillendirecek sınavlar için hazırlanan sorulara kadar da dokunuyor doğal olarak bu işin ucu.

Misal son KPSS skandalı gibi.

Bana sorarsanız konu gayet net, soruları çalmasalar / çalamasalar da nitelikli soru yaratabilecek eğitmenler kalmadığından ‘copy paste’ yapacaklardı!

Hayır ne bekliyorduk ki…

Tarikatla, cemaatle, amcamın oğlu-kızımın kocası / yeğen-bacanak formülüyle yürüyen bir sistemden daha iyi bir tablo çıkabilir miydi Allah aşkınıza!

Fotoğrafı çekmekte de geç kaldık! 

Ama tabii olayları doğru okumak da önemli. Çoğunluk ‘boş ver ya’ diyerek gündelik nefes alıp veriş rutinine devam edebilmeye baksa da, meselelerin tam anlamıyla fotoğrafını çekebilme imkânı yaratmak lazım, az da olsa hâlâ tepki veren birileri var.

Ha ‘artık o fotoğrafı çeksek ne olur çekmesek ne olur’ diyeceksiniz belki… Haksızsınız da diyemeyeceğim, fotoğrafları çekmekte ve çekenlere kulak vermekte 20 yıl kadar geç kaldık çünkü! Bir çöküşün bizzat içinde olup, tüm olumsuz etkilerini yaşayıp sadece seyircisi olmaya zorlanmak da işkence gibi, biliyorum.

Ama bu sonu da kendimiz hazırladık, sağı solu suçlamak nafile…

Kendi duyarsızlıklarımızla oluşan bu cehennemi de cayır cayır yanarak bizzat yaşıyoruz işte! 

Her gün ama her gün ortaya çıkan bir başka rezilliği izlerken de sadece gençlerin-çocukların değil tüm bir ülkenin, hepimizin geleceği karanlıklara gömülüyor hızla, evet.

Çöken sadece eğitim sistemi de değil tabii, nasıl olsun ülke çöküyor sonuçta!

Olağan akışa uygun şekilde sağlık sisteminde de farklı bir durum yaşanmıyor.

Tıpkı eğitimde olduğu gibi ‘musluk başları’ tarikatlara, cemaatlere, çetelere tutturulmuş durumda.

Kurum çok, hastane çok ama kaliteli hizmet yok denecek kadar az!

Direnen sağlıkçılar, doktorlar, emekçi/emektar sağlık görevlileri var ama azınlıkta.

Diyelim hastalandınız…

Muayene olmak için haftalar, o muayeneden çıkan ‘radyolojik görüntüleme yapılmalı’ kararının yerine gelebilmesi için de misal bir ay daha bekledikten sonra, son aşama yani teşhis için yeniden doktor randevusu almak tekrar haftalarınıza mal oluyor bugünlerde.

Sonrası, yani ilaçlara erişim konusu, tedavi, ameliyat sırası filan ayrı bir kaos..

Ciddi bir rahatsızlığınız varsa da, bekleyecek süreniz yoksa da, durumunuz acilse de o zaten sadece sizin sorununuz!

Oysa sağlık alanı mevcut hükümetin en iddialı olduğu alandı. Sağlıkta verilen hizmetin kalitesiyle, bekleme sürelerinin azalmasıyla, hastaların iyileşme oranlarıyla gurur duyuluyordu…

En başarılı olduğu iddiasındaki alanın durumu bu, gerisini siz düşünün artık.

Bir devlet hastanesinde gözlemci olarak sadece yarım saat otursanız, çöküşün sağlık sektöründe yarattığı cinnetin fotoğrafını hemen çekebilirsiniz, öyle uzun çalışmalara araştırmalara da lüzum yok.

Bir tanıdığınız yoksa, tepeden inmemişseniz ve cebinizde de para yoksa sürünüyorsunuz, net!

Sağlık çalışanlarının çalışma saatleri, üzerlerine yüklenen stres, aldıkları ücretlerin düşüklükleri, beklemekten yılmış, derdine zamanında derman bulamamış hastalardan gördükleri kötü muameleye bir de potansiyel katil, potansiyel saldırganlar ve devreye girmeyen güvenlik önlemleri eklenince çöküşün şiddetli vahameti korkutuyor.


Çizgi: Tan Oral

Aradığınız emniyet katillere değil muhaliflere geliyor

Üstelik yine çok çok iyi bildiğimiz üzere, korkutan tablolar eğitim ve sağlıkla sınırlı kalmıyor, nasıl kalsın, çöküyoruz dedik ya işte!

Ülkenin güvenlik ve adalet ayağı var daha, uzun zamandır biliyorsunuz buralarda yaşananları da.

Sizi bizi geçtim…

Memleketin ‘güvenlik zafiyetleri’ mafya babalarının dillerinde!

Vatandaşın evladını bir çapsız katilden koruyamıyorlar, artık gerisini varın siz düşünün!

Anaların- babaların gözlerinin önünde öldürülüyor evlatları ve ne öncesi ne de sonrasında emniyet güçlerinin / soruşturma makamlarının bir varlık gösterişine tanıklık edemiyoruz.

Hele o ölüm bir dosyaya dönüşüp inşa ettikleri o dev ‘adalet saray’larından içeriye girdikten sonrası daha da acıklı.

Kadınlar, çocuklar, doktorlar, mülteciler her an her saniye bir katille burun buruna yaşıyor.

Bırakınız sokaklarda güvenle oynayan çocukları, evlerinin içinde bile ne kadar güvende hissediyor ana babalar artık, tartışılır. 

Ölümler var, katiller var ama koruyan kollayan bir sistem, hesap soran bir yapı yok.

Sokaklar cinnet geçiren, birbirini boğazlamak, sebepsiz yere karşısına çıkanı ortadan ikiye ayırmak için hazır bekleyen kontrolden çıkmış insanlarla dolu.

Çöküş derinleştikçe katiller daha katil, suçlular daha suçlu hâle geliyor evet ama devletin vatandaşı korumakla yükümlü kurumları daha iyi çalışır hâle gelemiyor, çünkü çöküyoruz!

Evet, kusura bakmayın…

Bu gerçeklikten daha fazla kaçacak yerimiz kalmadı...

Ülke çöküyor!

Kadınlar ve çocuklarla alakalı evet ciddi bir politik nefretten ve düşmanlıktan da söz ediyoruz doğru, ama onun da dışında artık kimse güvende değil ki.

Kimse, hiçbirimiz güvende olduğumuzu düşünerek veya hissederek yaşamıyoruz artık hayatı.

Aksine her an başımıza bir kriminal olay gelebilir duygusundayız uzundur.

Tanımadığınız biri tarafından kılıçtan geçirilmeyeceğinizin güvencesini verebilecek bir muhatabımız bile yok karşımızda.

Veya cinnet geçiren komşunuzu durdurabilecek bir kurum…

Siz tehdit edilseniz de dövülseniz de öldürülseniz de nafile, yalnızsınız, yapayalnız.

Devlet çökerken vatandaş uğradığı tüm mağduriyetler karşısında muhatapsız evet. 

Ama bu çöküş esnasında elbette ki korunan ayrıcalıklı birileri var, iktidar sahipleri!

Bakın ülkede ‘politik suç’ olmayan her konu nadasa bırakılmış durumda. Ama vatandaşın hanesini yakan, hayatını karartan tecavüz, cinayet, adam kaçırma, mafyanın çökmesi filan bunları bırakırsanız bir kenara… Muhalefet eden, itiraz eden birileri varsa memlekette işte ancak o zaman, vatandaşın o arayıp da  bulamadığı, hayati hizmeti alamadığı emniyeti tüm birimleriyle karşımızda buluyoruz.

Sokak eylemlerinde haklı itirazını dile getirmeye çalışan vatandaşları bir saniye içinde derdest ediyorlar!

Yolunmadık saç, yumruklanmadık beden, coplanmadık / kelepçelenmedik insan bırakmıyorlar alanlarda…

Ama işte…

Evlat katillerinin yakalanması, yakalandıysa da hak ettiği kadar içeride kalması için adalet dilenirken, bakın misal Aysel Tuğluk hafızasını kaybetmiş olmasına, cezaevinde bakımının yapılmasına imkân kalmadığı raporlanmasına rağmen asla bırakılmıyor! 

Mesele çöküşün ne kadar süreceğinde

Ezgi Zerkin isimli gencecik kadın annesinin tüm koruma çabalarına rağmen, devletin tüm kurumlarından yardım istemesine rağmen öldürülüyor, katil de yok ortada…

Bulunsa da ne olacağı, ne kadar yatacağı örnekleriyle ortada.

Ama Osman Kavala mesela, müebbet üzerine müebbet yiyor.

Diğer yandan SBK’lar yakalanmadan çok önce içeriden ‘kaç’ bilgisi alıyor ve gidiyor… 

Örnekleri artırabiliriz maalesef.

Peki ne oluyor, nereye gidiyoruz sorusunu şayet soracak kıvama geldiyseniz sizin yerinize cevabı ben vereyim; çöküşü yaşıyoruz ve devletin tüm kurumları çöküş süresince tek bir adres için çalışıyor.

Zaten tüm bu ‘iç boşaltma’lar, ‘vasatın hakimiyeti’nin tüm kurumları ele geçirmesini sağlayan çalışmaların da temel hedefi tek bir adamı kollamak üzerineydi, değil mi?

Proje tuttu evet, hedeflediklerini harfiyen yerine getirdiler.  

Karşılığında “Bunları yaparsanız, her yerin içini boşaltırsanız, tek derdiniz kendinizi korumak olursa, bu, ülke olarak sonumuz olur” diyen aydınlar da haklı çıktı, ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket geldi, çöküyoruz..

Bakın daha ekonomiden söz etmedik bile!

O zaten açlığı, evsizliği de getiriyor yanında.

Onun çözümü de diğerleri kadar zorlaşıyor derinleştikçe…

Şimdi tüm mesele bu çöküşün ne kadar süreceğinde…

Hızlı bir çöküş mü yaşanacak yoksa uzun bir Osmanlı dönemi çöküşü mü bizi bekliyor, maalesef ta en başından beri seyrederek, gerekli tepkileri vermeyerek, vatandaşlık görevlerimize sahip çıkmayarak kendimiz için hazırladığımız bu cehennem ayarındaki sonu da bizzat yaşayarak göreceğiz!

Tuğçe Tatari kimdir?

Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.

Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk’te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.

Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF’nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli” durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı” konumuna gelen ve izleyen dönemde T24’te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari’nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar” arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim” adlı bir kitabı bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Kobani duruşmasında umut yeşerten tek hamle "yeni CHP"den geldi!

Kobani davasının geleceğe dair umut yeşerten hamlesi, CHP’nin duruşmayı izlemek üzere bir heyet yollaması oldu. Yeni CHP, "Barış masası olacaksa kimse bu masa için Erdoğan’a mecbur değil" mesajı vermeye devam ediyor. Umarım bu tavrı tüm siyasi tutukluların davalarında da gösterirler…

Türkiye'de âdetten değildir ama, bu bir özür ve özeleştiri yazısıdır!

Politik bir tutum olarak sandığa gitmedim… Ülke insanına, sandığa topyekûn bir inanç kaybı ve küskünlük yaşadığımı anlayamamışım… Küserek hakkımı aramaktan vazgeçme noktasına savrulmuşum, bunun özeleştirisini vermekle yükümlüyüm… Ben bu seçim sonuçlarını öngörememiş olmanın özrünü değil, insanımıza dair girdiğim bu inançsızlaşma süreci için özür diliyorum… Ve evet CHP'de 'iyi çalışan' o azınlığı görmezden geldiğim için de o CHP'li azınlıktan özür diliyorum…

Gökhan Zan’ın sorumluluğu Erkan Baş’ta da değilse kimdedir?

Çevrelerinden kimseyi bir Gökhan Zan kadar beğenememiş olduklarından, adayları üstelik de böyle kritik bir kentte, bu kişi olmuş-olabilmiş… E tabii ‘Kaf Dağı’ tenha olur, şüphesiz!.. TİP’i uzun zamandır böyle açıktan konuşmak -masalarda bırakmamak-gerekiyordu aslında. Elbette hepimiz her şeyin farkındayız, belki de sizlerin vekillik kariyerlerinden uzundur buralardayız! Ama dinlemediniz, ama duymadınız, ama sözüm ona yasakladınız!