Evet ekonomi berbat…
İşsizlik tavan…
Eğitim sistemi alt üst…
Devlet şaibe, karanlık illegaliteyle de anılır durumda…
Özgürlükler, demokrasi yerle yeksan…
Hukuk desen yok hükmünde…
Ülkede tarikatlar, cemaatler almış başını gitmiş…
Din, milliyetçilik ve uyuşturucu bazı kesimlerde el ele yürüyor.
Hepsi çözümü yoğun emek isteyen başımızın belalı konularından, kabul ediyorum.
Ama bence başımızın en büyük belası, "öğrenilmiş çaresizlik"le yaşamaya kendimizi mahkûm etmiş olmamızdır.
Öğrenilmiş çaresizlik nedir; yaşadıklarımıza vereceğimiz tepkilerin sonucu değiştirmeyeceğine inanma halinden oluşan, temelde tamamen kişinin bir olguya inanmasıyla ilişkili bir ruh durumu.
Eyleme dönüşmüş hali; olaylar karşısında etkin tepki vermemek.
Türkiye'de de toplumun, özellikle muhalif kesimin son yıllarda yakalandığı bir tür ruhsal rahatsızlık.
Çok şey yaşadık, çok şeye tanıklık ettik ve sonunda hastalandık.
Teşhisi koymak ve kabullenmek bile bir ilerleme biçimidir, lütfen önemseyelim durumumuzu!
Aşmamız gereken tek sağlık sorunumuz da bu değil maalesef.
Aynı zamanda her an, her kapı aralığında 'bir kahraman arayışı'na da son vermeliyiz.
Kendi atamadığımız cesur adımları atması için beklediğimiz kahramanların siyasetçiler arasından çıkmasını beklemekten de vazgeçmeliyiz.
Siyasetçiler destansı kahramanlar değildir.
Seçildikleri ülkelerde insanların her anlamda çok daha iyi koşullarda yaşamasını sağlamakla görevli profesyonellerdir.
İşlerini profesyonelce yapmalıdırlar.
Hata payı bırakmamalıdırlar.
Tek bir şaibeye dahi bulaşmamalıdırlar.
Açıkçası biz bu iki sorunu çözmedikten sonra diğer 'yaşamsal sorunlar'a da eğilemeyiz.
Evet, en önemli sorunumuz 'biri bizim için bir şey yapmalı' beklentisiyle iç içe geçmiş 'öğrenilmiş çaresizliğimiz'i sürekli bir bedende var etme çabamızdır.
Son dönemin en canlı örneklerinden gidelim.
Misal; "Sedat Peker bizi kurtarsın!"
Komik gibi evet ama değil, çünkü muhalif kesimde böyle bir beklenti gözlemliyoruz, hatta hayal kırıklığı yaratacak düzeyde yaygın bir beklenti.
Görece daha mantıklı olan, "Muharrem İnce bizi kurtarsın"cılık daha çok yakın bir geçmişte geride bırakıldı, hatırlarsınız.
Şimdi yolda selam vereni bulmak bile zor.
Yeni bir Mustafa Kemal bekleyenler, Atatürk'ün dirilmesi için dua edenlere nazaran çok daha aklı başında kalıyor, öyle düşünün…
Ve geride bıraktığımız 20 yıl boyunca onlarca olur olmaz 'kurtarıcı' gönüllerimize hızla girdi-geçti, hepsini tek tek de sıralayabiliriz ama gerek yok…
Aradığımız tek kriter 'kurtarıcılığa aday' olunmasıydı, başka bir özellik aramadık.
Gür sesli olsun.
İddialı beyanlarda bulunsun.
Hafif delikanlılık yapsın, racon kessin tamam.
Tabii bu çok acıklı bir hal.
İnsan yazarken bile üzülüyor, siz bir de yaşarken düşünün.
Aynı hâl şimdi de Cumhurbaşkanı'nın hayatına ilişkin olarak vücut bulmuş durumda.
"Hadi kurtuluş ölümde, yaşadık!.."
"Bunca büyük nefret siyaseti ve düşmanlaştırmanın ardından hayatın olağan akışıyla uyumlu bir beklenti" diye düşünenleri de elbette anlıyorum.
Toplumun yarısına düşman siyaseti uygulayan bir lider için böyle bir beklenti içine giren kitleler olmasından çok, bu sondan 'bir kurtuluş' beklemekte sorun görüyorum.
Çünkü toplumların, kendi kaderini tayin sorumluluğunu üstlenmekten bu derece kaçmasının sonu toplumsal bir çöküş yaşamaktır.
Zaten yaşamıyor muyuz, diye soranlara cevap olsun.
Daha iyisini hak ederken neden 'kader bizi buraya sürükledi'ciliğe kendimizi sıkıştıralım ki?
Direksiyona geçemediğimiz, sorumluluk alamadığımız her dönemeç çok daha kötü sonuçlar doğurmadı mı?
Ve inanın daha beterlerini de doğuracaktır!
Tüm deneyimimiz sonucunda kendi geleceğini belirlemenin, nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsan en azından sadece içinde bulunduğun ülkeyi o yöne doğru şekillenmeye zorlamanın mümkün olduğunu hâlâ anlayamadık mı?
Desen: Selçuk Demirel
Bunu geride bıraktığımız 20 yılda öğrenmiş olmalıydık.
Hatta belki de sadece bunu öğrenmiş olsaydık yeterliydi.
İpleri ele almak gerektiğini, önce halkın sonra politikacıların geleceği bir yönetim sistemine muhtaç olduğumuzu, hatta tek kurtuluş şansımızın bu olduğunu anlamış olmalıydık…
Sorunun isimlerde değil sistemin ta kendisinde olduğunu, sistemi değiştirmezsek yaşayacağımız sonucun üç aşağı beş yukarı aynı olacağını idrak etmiş olmalıydık.
Konu buraya geldiğinde mesela benim gözümün önünde canlanan gelecek perspektifi kararmaya başlıyor.
Umudumu yitiriyorum.
Çünkü bu enkazdan 'kendi kaderini tayin hakkı için mücadele' etme ateşiyle çıkan bir toplum görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Ama maalesef çok daha acıklı bir tabloyla karşı karşıya kalıyorum.
Şöyle ki…
- Bir mafya lideri gelsin bunları devirsin hatta mümkünse kendi geçsin direksiyona!
- Olmadı lider ölsün!
- O da olmadı herhangi biri gökten insin ve bizi kurtarsın!
Yanlış anlaşılmasın elbette bir mafya lideri itirafçı olsun ve döksün eteğindeki bilgileri.
Eh bari o bilgiler sonucunda "Yeter artık" deriz diye de düşünmüyor mu ama insan?
Onun yerine "E iyi, sen talipsen gel otur koltuğa'cılık, 'gel beraber devirelim yenisini kuralım'cılık" gerçek olaya, sonucunda olması gerekene de haksızlık olmuyor mu?
Görünen hal nerede hata yaptığımızı, bu vahim durumlara nasıl geldiğimizi kimsenin anlamadığına da işaret ediyor diğer yandan.
Evet, Tayyip Erdoğan bana da adeta Ecevit'in sağlık grafiğini hatırlattı o yürümekte zorlandığı görüntüyle.
Çok mu hasta acaba, diye düşündüm.
Ama kurtuluşun birilerinin ölmesi, yargılanması vs. ile ilgili olduğunu düşünmüyorum açıkçası.
Elbette yargılansın ama bu sistem zaten kimin eline geçse diğerini yargılar, yargıladı, hep öyle olmadı mı?
Ortaya çıkacak sonucun da bugünün demokrasi katliamcılarının yarının demokrasi havarileri ilan edilmelerinden başka bir şey olmayacağını düşünüyorum açıkçası. "Uyduruk demokrasi kahramanları"nı kaldıracak yüreğim de kalmadı inanın!
Sistem değişmedikçe yaşanan hukuki gelişme de 'siyasi' olacaktır tabii ki, aksi mümkün olabilir mi?
Ne yapacağız yani, değişmemiş bir sistemde sırf muhalifiz diye, sırf mağdur edildik diye yaşananların hukuki bir düzlemde cereyan ettiğini mi düşüneceğiz?
Kendimizi mi kandıracağız? Yapmayın Allah aşkına!
Ben henüz kendime, görüşlerime, durduğum yere o kadar haksızlık edecek kadar inancımı yitirmedim.
Sözün özünde şunu demek istiyorum…
Tek kurtuluş silkelenip kendimize gelmekte.
Kendimizden başka bir kurtarıcımız olamayacağını algılamakta.
Kendi kaderlerimiz için insiyatif almakta.
Bu yönetim sisteminin baştan ayağa değişmesi için son nefesimize kadar mücadele etmekte.
Yoksa elbette hepimiz bir gün öleceğiz.
Herkes ölecek, liderler, siyasetçiler, şu, bu, kimse o sondan muaf değil!
Elbette birileri ölür yerine başkaları gelir, ama sistem aynen devam ederse göstermelik 'hafiflemeler', 'halkla ilişkiler demokrasisi', 'şişirme özgürlükler', 'mış gibi adalet'ten öteye gitmez hayatlarımız… O da güç kimden yanaysa ona tabii!
Ha biz ona da razıyız, diyebilirsiniz ama şahsen benim beklentim çok daha gerçekçi ve kalıcı bir sonuçtan yana…
O yüzden bırakınız ölümü kalımı da artık uyanınız bu derin, bu çözümsüz, bu çaresiz atalet uykusundan!