Bir pazar sabahı içim kapkara, ışığını yitirmiş, karanlık bir çukurun dibi gibi. Okuduğum bütün kitaplar, sevdayla söylediğim şiirler, bir bahar akşamında dostlarla söylenen şarkılar, gençlik heyecanlarım, deniz sevdam, hayatımı verdiğim mesleğime duyduğum aşk, içimde büyüttüğüm sümbül kokusu, hepsi kötücül bir girdabın içine çekilip kayboldu. Ben bu pazar sabahında sanki hiçbir iyilik, hiçbir güzellik yaşamamış gibiyim. Ülkemde baş döndürücü bir hızla büyüyen nefret, bir çöl fırtınasının kumları gibi her yeri, her şeyi kaplayan, örten, düşmanlık mertebesine ulaşan ötekileştirme artık dayanılmaz bir hâl aldı...
İktidarın küçük ve büyük ortakları el yükselttiler. Yorumcular yazıyor, seçime gidiyorlar diye. Gittikleri yer, ulaşmak istedikleri menzil demokratik bir seçim değil, yapılmayacak, bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle falan sonsuza kadar ertelenecek bir seçim. Oynadıkları oyun açık, net. Kendi taraftarlarının en yobaz, en kafatasçı kesimine oynuyorlar. Onları konsolide etmeye çalışıyorlar. Seçim kazanmak isteyen partinin, siyasetçinin yapacağı iş değil art arda attıkları adımlar. Siyasal İslam'ın en bağnazları, ırkçı başbuğlar ve mafya şeflerinin gizli koalisyonu büyüyor gizli kapılar ardında...
Alametler açık, alametler her gün alt alta yazılıyor kalın flomaster kalemlerle. Görmek için bakmaya bile gerek yok, yalnızca gözleri açık tutmak yeterli. Peş peşe atılan adımlar, sonu belli bir yola sürüklüyor toplumu. Başka çareleri kalmadığını görüyorlar, kaybettiklerini, azaldıklarını görüyorlar. Sözcülerinin bile savunmakta zorlandığı adımlar atıyor reisleri, başbuğları. En temel insan hakları ayaklar altına alınıyor, yalan, kandırmaca diz boyu…
İnsan hakları eylem planı açıklanıyor, üzerine bir derin nefes alamadan İstanbul Sözleşmesi iptal ediliyor. Hem de ne zaman; kadın cinayetleri rekor düzeylerde devam ederken. Her gün en az bir kadın öldürülürken. İmam diyor ki; "Cinayetin kadını erkeği olmaz." Sana göre olmaz. Sen kadınları ikinci sınıf vatandaş gördüğün için olmaz, sen "kadınlar dört duvar içinde kumalarıyla sessiz sedasız otursunlar"ı savunduğun için olmaz. Yoksa bal gibi olur. Kadınlar kadınları öldürmüyor imam efendi, erkekler kadınları öldürüyor. Kendisinden ayrılmak istediği için, artık dayak yemek istemediği için, cep telefonuyla mesaj attığı için, kendisiyle arkadaşlık etmek istemediği için…
Desen: Selçuk Demirel
Bir insan hakları savunucusunu, insanların çıplak arandığı gerçeğini dile getirdi diye hızla yargılıyorlar. Neden? Suç unsuru taşımayan, soruşturulmamış bir haberi paylaştı diye. Işık hızıyla yargıla, milletvekilliğini düşür, ibadet yapmaya hazırlanırken çök üstüne. Ömer Faruk Gergerlioğlu bir doktor, yıllardır her mazlumu, her canı yananı savunuyor. Sizi de savundu canınız yanarken. Ama yıllardır kanıtladınız; sizin için can size ait olduğu zaman kıymetli. Bırakın öyle yaradılanı yaradandan ötürü severiz laflarını, sevmiyorsunuz. Parayı, gücü, şatafatı sevdiğiniz kadar hiçbir şeyi sevmiyorsunuz. Ne ağaçları, ne güzelim akan ırmakları, ne herkese ait denizi, ne de sizin gibi düşünmeyen insanları. Can eğer sizin taraftaysa can, ağzını açıp eleştirirse, haydi savcılar ya da sokak serserileri görev başına. İçeri atın ya da gidip bir güzel dövün. Merak etmeyin yediği dayakla, hapiste kaybettiği yıllarla kalacak…
Bir pazar sabahı, erken kalkmışım. Elimdeki kitabımı bitirmiş, Oya Baydar'ın 80 yaş günlüklerinden biraz okumuş, yeni kitabıma başlamışım. Saramango'nun Kabil'ine. Gün aydınlanınca ışığı söndürüp perdeleri, pencereyi açmışım. Tertemiz yağmurun yıkadığı bir hava dolmuş ciğerlerime. Yaşam sevincime tutunmaya çalışıyorum. Hayallerime sarılmaya. Direnmeye çalışıyorum bizi sürükledikleri yola. Ama sinir uçlarımızla oynuyorlar. Gezi Parkı'nı Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı'na vermişler. Sultan Beyazıtlardan ikincisi öleli beş yüz yıldan fazla olmuş. 21. yüzyılın ilk çeyreği bitiyor, Gezi Parkı'nı Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı'na veriyorlar. Bizim için sembolleşmiş bir yer ya Gezi Parkı. Bunlar durduk yerde yapılmış işler değil, planlı programlı. Bu milletin feraseti bugüne kadar dayandı. Camide içki içtiler yalanına da, Kabataş'ta başörtülü kadının üzerine çiş yaptılar yalanına da kimse inanmadı. Şimdi de bizi kışkırtmaya çalışıyorlar, Gezi Parkı, Taksim Meydanı bu ülkede ilericilerin sembolü ya, onun üstüne çökelim bakalım, seyreyleyelim olacakları diyorlar...
İktidar partileri içindeki aklı selim sahipleri, muhalefet partilerinde siyaset yapan politikacılar, sivil toplum kuruluşlarında çalışanlar, yazanlar çizenler, bugüne kadar bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen kaypak Türk burjuvazisi, işçiler, emekçiler, ülkemizi para, pul, iktidar, mevki kovalamak için değil, burada doğduğumuz, toprağımız, suyumuz burası olduğu için sevenler, sizlere sesleniyorum. Seçim kazanamayacaklarını görüyorlar. Yönetemiyorlar, o kadar yönetemiyorlar ki, otomatiğe bağladılar, birkaç ayda bir Merkez Bankası başkanı değiştiriyorlar. Hepsi de kendi mutemet adamları. İşten kovuldukları için şükran arz ediyorlar. Tuhaf bir ekonomi teorisi, makalelerde değil de, canlı canlı memleket arenasında tartışılıyor. Meselenin faizin yükselip alçalması olmadığı, adaletin partizanlığa kurban edildiği, demokrasinin kurallarının uygulanmadığı, bir kişinin keyfi idaresinde yaşayan bir ülkede ne yaparsan yap ekonominin düze çıkamayacağı açıkken, bakan merkez bankası başkanı değiştirmekle göz boyuyorlar ve kaybeden, sürekli kaybeden hep toplum oluyor...
Bu ortamda yazdıkları senaryoyu sahneye koyuyorlar. Yapıp ettikleri, son günlerde attıkları adımlar seçime yönelik değil. Kendi yandaşlarının en radikal azınlığına boncuk dağıtıyorlar, çünkü daha geniş bir kitleye hitap edip seçim kazanmak gibi bir kaygıları olmadığı görülüyor. O radikal azınlığın neler yapabileceğini biliyoruz. Maraş'tan biliyoruz, Çorum'dan biliyoruz, Madımak'tan biliyoruz. O radikal azınlığın sesi daha çok çıkmaya başladı. Bugün İstanbul Sözleşmesi, yarın medeni kanun, öbür gün laiklik. Sindirebildikleri ölçüde ilerleyecekler...
Ülkesini seven, demokrasiye inananlar, ayrılıkları, yapay gündemleri bırakıp behemehal bir araya gelmek, çoğalmak, güçlü ve diri olduğumuzu göstermek zorundayız. Asla ve asla demokratik yollardan, asla ve asla sivil, barışçı direnişten ayrılmadan, provokatörleri tanıyıp onların oyununa gelmeden bir araya gelmeliyiz. Korkmadığımızı, sinmediğimizi göstermeli, direnmeliyiz...
Ve bir çift laf da iktidar çekirdeğinin ilk halkasında oturanlara. Yakın gözlüğünüzü takın da bakın, çünkü gözleriniz yakınınız da olup bitenleri görmüyor. Bakın, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan şimdi neredeler? Geçmişe bakın, kendi geleceğinizi görün. Bir an gelecek sadakat mi, günlük ikbal mi, memleket mi, diye soracaksınız kendinize. Çok geç olmadan şimdi sorsanıza...