13 Ekim 2019

Afet mi, lanet mi?

Olaylara ahlaki bakamayınca akıl ile iman arasındaki denge de bozulur ve inanç hakikati görmeye engel olur

Dindarlıktan kindarlığa geçiş sürecinde önemli bir aşama vardır: Bir kişinin yakalandığı ağır veya tedavisi olmayan ağrılı bir hastalık, başına gelen bir kaza veya bir kötü olay, toplumlar için de deprem gibi doğal bir afet, ekonomik kriz gibi olumsuz bir durum o kişi veya topluma verilmiş bir ceza, bir lanet veya azap olarak görülür. Kötü olarak tanıdığımız bir kişi veya topluluğun başına böyle kötü bir şey geldiğinde birçok insan bunu bir ceza olarak görmeye eğilimlidir. Çünkü vicdanı teskin etme fırsatı bulunur. İşlenen bir suç cezasız kalmışsa, adalet tecelli etmemişse davayı ilahi güçlere havale etmeye yatkınızdır. Bu bakımdan bir suçun hak ettiği cezayı bulması ve adaletin sağlanması adına birinin veya bir grubun başına bir bela gelmesini dilemek masum gelebilir çoğumuza. Ama hiç masum bir duygu değildir bu ve ahlakı yaralayabilecek, vicdanı sakat bırakabilecek bir değerlendirmeye neden olabilir. Değerlerimizi değersizleştiren bir düşüncedir bu ve Nietzscheci bir kavramla soysuz bir tavırdır. Çünkü sorunları çözmek üzere bir girişimde bulunacak cesareti gösteremeyenlerin, etkin bir güce sahip olamayanların, kötülüğe karşı duramayanların, olumsuz bir durumu değiştirmek için eyleme geçemeyenlerin zayıflığının ve hıncının bir dışavurumudur lanet okumak. Hınç içimizde kötülüğü besler ve ahlaken bizi yozlaştırır. Acıma ve merhamet duygumuzu zayıflatarak kindar kişilere dönüştürür. Böylece din ile ahlak arasındaki bağ kopar ve yerine fanatizm gelir. Olaylara ahlaki bakamayınca akıl ile iman arasındaki denge de bozulur ve inanç hakikati görmeye engel olur.

Dindar olalım veya olmayalım, bizi böyle olumsuz etkilerden korumak için tarih bilinci ve antropolojik görgü büyük yararlar sağlayabilir. Yararlı bilginin özü insanda sürekli hayret uyandırması ve yeni sorular sordurması, böylece merakı canlı tutması, ayrıca insana dair olan şeylerin hep başka türlü olabileceğini ve yadırgatıcı haller karşısında yargılayıcı olmamamız, bilakis anlamaya çalışmamız gerektiğini öğretmesidir. Bu bakımdan tarih ve antropoloji bilimlerinin etik ve estetik bir varoluşun birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kuruluşunda büyük önemi vardır. Özellikle antropolojik görgü ya da bilgi insana dair meselelerin ele alınıp tartışılmasında bir bilgelik, vakar ve olgunluk kazandırır. Yerleşik ahlaki değerlerimiz, önyargılarımız, normatif düzen ve alışkanlıklarımıza göre ahlaksız, sapkın, anormal saydığımız bazı başka kültürel kurumlar, örf ve adetlerin binlerce yıldır var olduğunu ve başka toplumların normali ve kuralı olduğunu öğrendiğimizde sorgulamamız gerekenin kendimiz ve bize ait olanlar olduğunu kabul edecek bir eşiğe geliriz. Bu eşikten geçmek için başkasında bize yabancı ve tuhaf gelenlerin de sonuçta insana özgü ve ait olduğunu kabul etmemiz gerekir. Böyle bir kabul yerine başkasının yabancılığını ve tuhaflığını, kendimize atfettiğimiz iyilik ve güzelliği sayesinde meşru kılacak şekilde zıt bir konuma yerleştirip kötü olarak yaftalarsak özgürlüğümüzü kısıtlayan kimlik hapishanesinden çıkamayız.

İçinde yaşadığımız modern ya da postmodern, hatta postmodern sonrası dünyada çeşitlilik azalırken farklılık çoğalıyor. Yani kültürel olarak geleneksel toplumlar ve kurumlar yok olurken, yeni kültürel gruplar ve fenomenler ortaya çıkıyor ve farklılık siyasallaşıyor. Yeni cinsel kimliklerden, ailenin yeniden şekillenmesine ve göçmen sorununa kadar birçok değişme ve gelişmeyi siyaset ve toplum bir tehdit, tehlike ve yozlaşma olarak görüyor. Bunlar karşısında önlem alınmazsa ahlaken ve toplumsal olarak bir çöküş yaşanacağını ve ilahi bir ceza verileceğini söylüyorlar.

Mesela eşcinsellik ve diğer cinsel kimliklerin toplumda kendilerini özgürce ifade edebilmelerini ve yaşayabilmelerini ahlaken kabul edilemez gören bazı muhafazakar ve dindarlar, eğer eşcinselliğe eşit yurttaşlık hakları tanınırsa insan doğasının bozulacağını toplumun çökeceğini söylüyorlar. Bunun sonucunda da Tanrı tarafından toplumun lanetleneceğini, nitekim yaşanan doğal afet veya terör ve enflasyon gibi sorunların bunun belirtisi olduğunu belirtiyorlar. Kutsal kitaplarda yer alan Lut kavmini veya Pompei'yi örnek gösterip savlarına kanıt gösteriyorlar. Ama bu örneklere karşı gösterilebilecek başka örnekler var. Antik Yunan toplumunda, Atina'da eşcinsellik ve eril çıplaklık olağandı ve kurumsallaşmıştı. Ama Antik Yunan toplumu yüzyıllarca yaşadı ve bugünkü modern dünyaya temel oluşturan büyük bir medeniyet kurdu. Keza aynı durum Roma İmparatorluğu için de geçerli. O zaman doğal bir afeti sadece doğal bir afet olarak değerlendirmek doğrudur, bela ya da ceza olarak değil. Kutsal kitaplarda yasaklanan davranışlarda ısrar edilmesinin bazı doğal felaketlerle cezalandırıldığı şeklindeki korkutucu söylemler eğitimbilimsel bir yöntem olarak yorumlanabilir. Zira korkutma ve ceza yakın zamana kadar modern eğitimde de kullanılan bir yöntemdi.

Ayrıca, aile yapısında, aşk ve üreme ilişkilerinde de toplumda bazı yeni gelişmeler var. Tüp bebeğin dışında, yapay döllenme, yumurta verme, rahim verme ya da yerleştirme, embriyonun dondurulması, kocadan ya da başka bir erkekten alınan spermlerle karıdan ya da başka bir kadından alınan yumurtaların laboratuvar koşullarında döllenmesi mümkün artık. Hatta, bir kadının ölmüş kocasının dondurulmuş spermleriyle döllenmesi ya da iki lezbiyen kadının birinden alınan yumurtanın kimliği bilinmeyen bir vericiden alınan spermle döllenmesinden sonra diğer kadının rahmine yerleştirilerek de çocuk sahibi olunabiliyor. Daha ötesi, bugün yaşayan bir erkeğin spermi yüz yıl sonra torunun çocuğunu döllemek için kullanılabilir. Bu durumda doğan çocuk dedesinin babasının kardeşi olacaktır. Bu yeni tıbbi teknik yöntemlerle doğan çocuklar, döllenme sürecinin karmaşıklığına göre üç anne ve iki babaya sahip olacaklardır.

Bu durum birçok yasal, ahlaki, psikolojik ve sosyolojik sorunu gündeme getirmektedir. Farklı boyutlarıyla bu meseleler tartışılıyor ve tartışılacaktır. Ama bilimsel bir çerçevede ve rasyonel yaklaşımlarla. Tabii ki dinsel ve başka dünya görüşlerinin de düşünceleri önemlidir ama aklı selimle düşünmek kaydıyla. Ancak kesinlikle bu gelişmeler karşısında muhafazakar ve dindar kişilerin çoğu “başımıza taş yağacak” diye tepki göstermektedir. Fakat tam da bu durumda antropoloji hoşgörü ve ihtiyat telkin etmektedir. Levi-Strauss, Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji adlı kitabında, kamuoyunu afallatan yeni uygulamalar ve bireysel taleplerin başka toplumlarda öteden beri karşılıklarının bulunduğunu ve bu toplumların bunları gayet doğal karşıladığını belirtmektedir.

Örneğin Burkina Faso'da yaşayan Samo'larda genç kızlar çok erken yaşta evlendirilir, ama kocasıyla birlikte yaşamadan önce, en çok üç yıl boyunca kendi seçtiği bir sevgilisiyle meşru birliktelik yaşar. Bu birliktelikten doğan çocukları kocası kendi çocukları saymaktadır. Dolayısıyla bu, verici yoluyla döllemenin Afrika'daki karşılığı olarak görülebilir. Başka bir örnekte, Tibet'te erkek kardeşlerin ortak bir karısı vardır. Bütün çocuklar, en büyük kardeşin sayılır. Diğer erkek kardeşler çocukların amcasıdır. Yine Afrika'da Sudanlı Nuerler'de bir erkek bekar ya da çocuksuz ölürse, kardeşlerinden biri onun adına bir kadınla evlenir, kendisi doğan çocukların amcası sayılırken ölen kişi babası sayılır.

Bütün bunlar gibi bize aykırı ve sapkın gelen evlilik ve üreme biçimlerini antropolojik bakışla ahlaki olarak yargılayamayız. Böyle bir şeye hakkımız olmadığı gibi, haklı bir gerekçemiz de yok. Onların kültürel kurumlarının bize aykırı geldiği gibi, biz modern insanların kültürel kurumları da onlara aykırı ve tuhaf gelebilmektedir. Bu topluluklar yüzyıllarca kendi kültürlerini koruyarak yaşamışlar ve toplum sağlığını tehdit eden ölçüde sakat doğumlar gibi sorunlar veya psikolojik travmalar yaşamamışlardır. Ne de başlarına herhangi bir bela, musibet veya lanet gelmiştir. Elbette bazen kıtlık ve diğer doğal afetler yaşamış olabilirler ama bu doğal nedenlerle olmuştur. Kendileri de, bize sapkın gelen o ahlaki ve dini kurallara uymayan bir davranış nedeniyle cezalandırılmış olduklarını düşünebilirler, ama bu bizimle aynı ahlaki gerekçe olmayacaktır.

Onların başına gelmiş bir beladan söz edebilirsek, o ancak sömürgecilerin topraklarını işgal etmesi ve sömürgecilerle beraber gelen misyoner din adamlarının onları sapık hayatlarından kurtarmak adına getirdikleri medeniyet ve hidayet olabilir. Nitekim kurdukları ahlaki dünyada diğer topluluklar ve bizim gibi barış içinde yaşayan toplumların düzenini bozup hayatlarını mahvetmekten daha büyük bir kötülük olamaz.

Yazarın Diğer Yazıları

Plastik mutlak

Varoluşçuluk bakımından insanın kendini gerçekleştirebileceği en mümkün alanlardan biri sanattır. Varoluşçuluk için insanın kendini tasarlaması ve özgürleşmesi en iyi sanatla sağlanabilir. Çünkü sanatçı bir yandan varlığını tasarlarken diğer yandan kendini keşfeder, kendinin bilincine varır

Distopyadır bu yolda her ütopya

Yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi oluşturmak için tasarlanan ve inşa edilen mega projeler, ne beklenen ekonomik geliri sağlamakta ne de toplumsal fayda sağlamaktadır

Böyle söyledi Nietzsche

Nietzsche'nin Yunan tragedyalarında karşılaştığı iki tanrı, Apollon ve Dionysos insanın iki ayrı yönünü temsil eder. Apollon, düzen, denge, uyum tanrısı olarak akılsal olanın kurucusudur. Dionysos ise coşkunluk ve sarhoşluk tanrısı olarak eğlence, zevk, çılgınlık ve taşkınlığı temsil eder