İstanbul’da 15 saniyelik sarsıntının ardından kırılan yine sadece fay olmadı, değil mi? Uzun zamandır içimizde biriken kırılganlık, bu kez daha görünür hale geldi: Gerçeğin ikamesiyle, hakikatin manipülasyonuyla, toplumsal bir epistemik krizle karşı karşıyayız. Epistemik kriz, en genel anlamıyla, bilgi üretme, bilgiye ulaşma ve bilgiyi doğrulama mekanizmalarının çöktüğü durum. Toplumsal epistemik kriz ise, bu çöküşün bireysel değil, kolektif ölçekte yaşanması… Yani sadece insanlar değil, toplumun bütünü, neyin doğru, neyin yanlış, neyin gerçek, neyin sahte olduğunu ayırt edemez hale geliyor. Evet tam olarak biz...
Deprem, yerin altındaki gerilimden çok, zihinlerdeki gerilimi ortaya çıkarması açısından önemli. Depremin hemen ardından ekranlara, sosyal medyaya ve uzman görüşlerine yayılan yorumlar, hakikatle bağlarımızın nasıl zayıfladığının da kanıtı. Zaten, deprem sadece jeolojik değil, sosyolojik bir tetikleyici.
Prof. Dr. Naci Görür bu depremin beklenen İstanbul depreminin habercisi olduğunu söyledi. Naci Hocayı dinleyenler sokaklarda sabahladı; perişan oldu.
Prof. Dr. Ahmet Ercan da büyük depremin geliyorum dediğini, ama henüz vakti gelmediğini açıkladı. Ahmet hocayı dinleyenler ise uzun süre ne yapacaklarına karar veremedi; önce evde kalmaya çalıştılar, sonra arabada sabahlamaya razı oldular, en sonunda da çareyi eve geri dönmekte buldular galiba.
Prof. Celal Şengör “Vakit daraldı. En mantıklı adım, şehri terk etmek” deyiverdi. Çok korktuk, fena korktuk. Celal hocayı ciddiye alanlar, arabalarına atlayıp İstanbul’u terk etti, fay hattında olmadığını düşündükleri neresiyse artık oraya kaçtı.
Yandık Allah derken, Prof. Dr. Şener Üşümezsoy çıktı ve “Beklenen deprem buydu, Marmara’da başka büyük bir tehlike kalmadı” diyerek “konsensüsü” reddetti.
Buyur. Hangisi?..
Birkaç saat içinde, dört ayrı çok sevdiğimiz ve güvendiğimiz bilim insanı, aynı olaya dört ayrı hakikat sundu. Veriler sabit. Ama gerçek, gerçek gibi görünmekten çoktaaan çıktı; bir tercih meselesine dönüştü- bununla yaşamaya alışmamız lazım galiba. Bilgi, doğruluğu ölçülebilir bir veri değil de sanki duygusal ihtiyaçlara göre şekillenen bir malzeme. Allah cezamızı nasıl verdiyse artık, durum tam olarak böyle. Biriniz de çıkıp zamanında İbrahim Tatlıses’e “bu kadar çok Allah cezamızı verecek demesen?” diyemedi.
Baudrillard’ın “simülakrlar” kavramıyla tarif ettiği bir süreç var: Gerçek, temsilin ardında kaybolur. Yani hakikatin değeri, ölçülebilirliğinde değil, kime ne hissettirdiğindedir. Post truth çağı bu işte. Yani isterseniz Naci hocaya inanıp sokağa sabahlamaya çıkabilirsiniz ya da Şener hocayı dinleyip, tüm aile sokağa kaçarken kahvaltısını etmeye devam eden abi gibi havanızı basabilirsiniz… Bilim insanlarının bile ortak bir zeminde buluşamadığı bir yerde, halktan uyumlu bir reaksiyon beklemek mümkün mü? Elbette değil. Çünkü bu, bir çöküşü temsil ediyor: Bilgi, artık bir yol gösterici değil. Karmaşa.
Bu zeminsizlik, cumartesi sabahı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik gözaltı operasyonlarında yine hortladı. Seçilmiş bir yönetimi doğrudan kayyum atamasıyla deviremeyen sistem, fiili bir tasfiye yöntemi geliştiriyor. Dolayısıyla “adaletin öngörülebilirliği” de kalmadı. 53 kişinin gözaltına alınması, hukukun değil, medyanın, sosyal medya kullanıcılarının, siyasilerin anlatılarıyla şekilleniyor. Tıpkı deprem gibi, burada da adaletin işleyip işlemediği değil, hangi algının hangi duyguyu daha iyi beslediği önemli. İsterseniz İBB’ye yönelik operasyonu “temiz toplum hamlesi” olarak görebilirsiniz. İsterseniz, “seçilmiş bir yönetimi tasfiye etmenin yeni yöntemlerinden biri” olarak da…
Bakın “isterseniz” diyorum, paşa gönlünüz nasıl isterse… Gerçekten vazgeçersek, hakikat duygusaldır çünkü. Depremin büyüklüğünü hangi hocayı dinleyeceğimiz belirler. İBB operasyonunun hukukiliğini anayasa değil, “konuşanlar” şekillendirir. Kararlarımızı “hangi konuşmanın duygumuzu okşadığı” yönlendirir.
Her şey aynı anda, çok haklı ya da çok haksız, çok doğru ya da çok yanlış hale gelir.
“Çocuğunuz yoksa aile olamazsınız. Çocuklarınıza kardeş yapın. Sezaryen da doğurmayın” diyen bir Sağlık Bakanı da yalnızca bir dil sürçmesi yapmaz. Açık bir ideolojik müdahalenin sözcülüğünü üstlenir, çünkü inananları, destekleyenleri var. Burada artık biz ‘hadi oradan’ diyen fanilerin kararları önemsiz. Bunlar sadece bir nüfus politikası değil; özgür karar gücümüzün açık biçimde ihlali. Ben kendi yaşam planımın sahibi değilim, devletin demografik hedeflerinin taşıyıcısıyım öyle mi? Anayasaya aykırı değil mi bu yahu? Bırak anayasayla çıkış aramayı, çok basit bir yanıtı var: Sana ne yahu, doğurup doğurmadığımdan, nasıl doğurduğumdan, kaç tane doğurduğumdan… Sana ne?
“İdeal aile” tanımı yaparak, “doğru vatandaşlık” modeli inşa ederken, itaatkar olduğumuzu düşünüyorlar demek ki. Kendi bedenimiz üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğumuzu düşünmemiz de sorun olarak görülüyor. Ne cüretliyiz be. Çok komik değil mi? Neyse, açık olan şu: Sağlık Bakanı’nın cümleleri, yalnızca bir doğum oranı kaygısının değil, benim bireysel yaşam alanımın kendi siyasi projelerine dönüştürülme niyetinin göstergesi.
Arzular, siyaset yoluyla kutsallaştırılıyor.
İşin en fena yanı şu: Bugün gözaltıların “hukuki” mi “siyasi” mi olduğunu düşünmeme göre, “kaç çocuk doğurduğuma” göre değer kazanıyorum, öyle mi? Hadi oradan.
Amaaaan 7’den 70’e delirdik zaten. Hangimiz tahmin ederdik, 23 Nisan’da bir kız çocuğunun Cumhurbaşkanın gözünün içine bakarak Kara Kedi şarkısını söyleyebileceğini. Hayat, çizilen sınırlarda değil, o sınırları aşabilme cesaretinde saklıdır. Aferin sana küçük kız, yüzümüzü güldürdün.
Gerçek, yeniden kurulabilir, evet. Hakikat, yeniden üretilebilir, evet. Ama bunların karşısında, aklımız, irademiz, hafızamız kalır. Ve bu hafıza, hiçbir manipülasyonla yok edilemez. Hatırlayan direnir. Soran direnir. Kendi gözleriyle arayan, bulur.
İyiler ve herkesin iyiliğini düşünenler mutlaka kazanır.
Şükran Pakkan kimdir?
Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.
Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir.
Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.
Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.
|