Niv Bavarsky
Bizi kötü günler bekliyor. Sadece son günlerde olup bitenler bu yargıya varmak için yeterli. Instagram'a getirilen erişim yasağı, arkasından bir sokak söyleşisinde bu yasağı eleştirdiği için halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçundan tutuklanan Dilruba, arkasından TBMM'de iktidarı eleştiren bir konuşma yapan bir milletvekilinin uğradığı yumruklu saldırı, arkasından seçilmiş bir milletvekili olan Can Atalay'ın AYM'nin açık kararına karşın cezaevinde tutulmaya devam edilmesi.
Bütün bu işlemlerin ortak özelliği, hepsinin ağır hukuk ihlalleriyle sakat olması. Bir başka ortak yanları ise hepsinde birilerinin susturulmak istenmesi ve demokrasinin temel direği olan ifade özgürlüğünün ihlal edilmesi. Anlaşılan o ki kamuoyu yoklamalarında CHP ile AKP arasındaki makas açıldıkça, siyasal iktidar hukuk ile bağlarını iyice kopararak güce dayanan baskıcı bir siyaset izleme yoluna girdi. Hiçbir hukuksal dayanağı olmayan keyfi önlemlerle ifade özgürlüğünü halkın bilgilendirilme hakkını ihlal etmekte bir sakınca görmüyor. Sadece neyi söylemenin yasak olduğunu değil, aynı zamanda ne düşünülmesi ve söylenilmesi gerektiğini de bu baskıcı önlemlerle topluma dikte ediyor. Bunun için sosyal medya, sokak, Parlamento susturulmak isteniyor.
İfade özgürlüğü yani insanların düşündüklerini serbestçe söyleyebilmeleri, söylemlere devlet karşısında bir özerklik kazandırır. Devletin demokratik olmak gibi bir iddiası varsa, söylem devlete yönelen bir eleştiri olsa bile, devlet bunun serbestçe ifade edilmesini güvence altına alır.
İfade özgürlüğünün demokrasilerde başka bir önemli görevi daha vardır. Siyasal yaşamda ve kamusal alanda gerçeğin ortaya çıkmasına yol açar. Gerçeği söylemek cesareti otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerde en önemli demokratik mücadele aracıdır. İktidara gerçekle karşı gelme hakkının kullanılması otoriter rejimleri çok rahatsız eder. Bu rejimlerde iktidar ne derse, gerçek odur. Halkın neyi bilmesi, neyi bilmemesi gerektiğine iktidar karar verir. Bu amaçla otoriter rejimlerde bir de propaganda bakanlığı kurulur. Bu bakanlığın işlevi, halka rejimin kendi gerçeğini iletmektir. Örneğin, Nazi Almanyası'nda propaganda bakanı Goebbels şöyle der: "Gerçeklik gerçekten olan şey değil, benim sana tekrar tekrar anlattığım şeydir. Halkı bir zeytin dalı satın almaya da, bir savaş satın almaya da aynı sürede ikna edebiliriz." Goebbels şunları da söyler: "İnsanların beyin tembelliğini gördükçe her istediğimizi yapabiliriz." Ya da "yalan söyleyin mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa, yalana devam edin."
Propaganda bakanlarının amaçlarını gerçekleştirmeleri için toplumda gerçeği söyleme cesaretine sahip insanların susturulması, sessiz bir toplum yaratılması gerekir.
Yazılı ve görsel medyayı büyük ölçüde kontrol eden AKP iktidarında sokak ve sosyal medya bu kontrolün dışında kalmakta. Dilruba'nın sokak söyleşisinde yaptığı son derece masum bir eleştiri nedeniyle tutuklanması, sokağın da kontrol altına alınması ve susturulması çabasının bir sonucu. Bu bakımdan Dilruba'nın hukuka aykırı bir biçimde tutuklanması, Türkiye'nin demokratiksizleştirilmesi sürecinde yeni bir aşama oluşturuyor. Öte yandan TBMM'de bir milletvekiline yapılan yumruklu saldırının iktidar cenahından genel bir onay görmesi, alkışlanması endişe verici. İktidarın gerektiğinde şiddete başvurarak muhalefeti susturma iradesini ortaya koyuyor.
Demokrasiyi başka siyasal rejimlerden ayıran en büyük özelliği, eleştiri hakkı. Anti-demokratik rejimlerden farklı olarak demokrasiler iktidara boyun eğmeyi güvence altına almaz. Tersine iktidarı eleştirmeyi, hatta gerektiğinde iktidara başkaldırmayı güvence altına alır.
Bütün bu olup bitenleri, baskının giderek artmasını, özgürlüklerin kullanılmasına getirilen yasakları sona ermekte olan bir iktidarın çırpınışları olarak görmek olanağı var. İktidar kendi yarattığı sorunlara çözüm getiremeyince, sorunları halktan saklamayı iktidarı sürdürmenin tek yolu olarak görüyor.
Bu durumda ülkenin demokratik güçleri ne yapmalı? Seçenekler çok açık: Ya susacağız, iktidarın baskıcı gücüne boyun eğip sessiz bir toplum olacağız, iktidarın gerçekleriyle yaşayacağız, ya da bir demokrasi mücadelesi vereceğiz. Gerçekleri söyleme cesaretini göstereceğiz. Bu iktidara gerçeklerin, özgürlüklerin silahıyla karşı çıkacağız. Bu demokrasi mücadelesi sırasında aynı zamanda yeni bir Türkiye'nin, yeni bir demokrasinin yol taşlarını döşeyeceğiz.
İktidarın baskıcı politikalarına itiraz eden bir grup insan, bir sivil toplum kuruluşunun çatısı altında toplanarak, ikinci seçeneği seçti. Demokrasi için Birlik Platformu "Zamanı Geldi" başlığı altında demokrasi güçlerinin birliği hakkında toplumda geniş kapsamlı yeni bir tartışma başlattı. Birçok kuruma ve kişiye gönderilen davet mektubunda belirtildiği gibi, amaç "Demokrasi güçlerinin birliğiyle ülkenin yakıcı sorunları etrafında geniş ve etkili bir halk muhalefeti yaratmak." Bunun için bu konuda öne çıkan kişi ve kuruluşlara bir davet mektubu gönderilerek, görüşlerini bildirmeleri istendi. Bu konuda açılan tartışma Kasım ayı içinde yüz yüze bir toplantıyla sonuçlandırılacak. Bu toplantıdan ortak bir demokrasi mücadelesi için bir yol haritası çıkması beklenir.
Bütün toplumu ayağa kaldıracak bir demokrasi mücadelesinin başarıya ulaşması bazı sorunların çözümüne bağlı.
1. Demokrasi güçleri arasında ortak hareketin sağlanması
İktidarın değişmesi, demokratik, özgür, yeni bir Türkiye'nin kurulması, bu iktidara itiraz edenlerin elinde. İtiraz edenler, ezilenler, yoksullar, işsizler, emekliler, emekçiler, özgürlükleri elinden alınanlar, eşit hak talebinde bulunamayanlar. Bu kitlelerin çıkarlarını savunmayı amaçlayan Türkiye'deki demokratik sol gruplar birlikte hareket edebilirse, Türkiye'de çok şey değişebilir. Türkiye'de bu düzeni reddeden, değişim isteyen, bunun için eylem yapan pek çok grup var. Ancak bunlar birbirinden kopuk hareket ettiklerinden etkisiz kalıyorlar. Etkili bir toplumsal muhalefetin doğması için bu grupların birbirine eklenmesi gerekli. Bütün bu gruplar, STK'lar, platformlar kendilerini zincirin eşit halkası olarak görmeli. Birlikte hareket eden, ortak bir amaç üzerinde anlaşan bir sol cephe bütün bu çoban ateşlerinin birbirine eklenmesinde önemli bir rol oynayabilir.
Bütün sol grupların farklı bir kimliği, farklı bir ideolojisi olabilir. Amaç bu farklılıkları ortadan kaldırmak, tek bir görüş çevresinde birlik yaratmak değil, görüş farklılıklarını saklı tutarak ortak bir amaca yönelmek.
İçinde bulunduğumuz koşullarda Türkiye'deki sol harekete (sol derken geniş anlamda muhalif demokratik güçleri kastediyorum.) önemli bir görev düşmekte. Sol cephe bir yandan otokratik bir yönetime karşı etkili bir direnişi örgütlemeli, öbür yandan özgürlüğe, eşitliğe dayanan yeni bir devlet ve toplum modeliyle ortaya çıkmalıdır. Amaç, devleti ve toplumu yeniden tanımlamak, devletin işleyişini değiştirerek halktan yana, halkın yönetime katıldığı, halkın egemen olduğu bir devlete dönüştürmek olmalıdır. Bu amacı gerçekleştirecek yeni kurumlar kurulmalı, mevcut kurumlar değiştirilmelidir.Sol cephenin bu girişimi Türkiye'deki sola yeni bir enerji, yeni bir canlanma getirecek, sol hareketi güçlendirecek, belki de yeni bir sol birliğe yol açacaktır.
Eskinin tükendiği, söyleyecek sözü kalmadığı bir dönemde, yeninin inşası büyük bir önem kazandı. Büyük halk kitleleri, kendilerini yoksullaştıran, değersizleştiren bu düzenin bir an önce sona ermesini, yeni bir düzeninin başlamasını beklemekte. Özgür Özel CHP'nin "değişim" sloganı bu nedenle halk için umut ışığı oldu. Ancak bu değişim projesinin içeriği henüz açık değil. DİB'in başlattığı tartışma süreci sonunda ortaya çıkacak yol haritası "değişim"e somut bir içerik kazandırmaya katkıda bulunacaktır.
Böyle bir toplumsal hareket hiçbir siyasal partinin şemsiyesi altına girmemeli. Ancak siyasal partiler de zincirin eşit bir halkası olarak bu harekete katılmalılar. Demokrasi mücadelesi hem parlamento içinde, hem dışında birbirlerine paralel olarak sürdürülmeli.
2. Yeni toplumsal hareket katılımcılığa ve çoğulculuğa dayanmalı
Demokrasi mücadelesinin etkili olması, başarıya ulaşması için bir toplumsal tabanı bulunmalı. Bir halk hareketinin başarılı olması, aşağıdan yukarıya oluşmasına, yoksul, ezilen, dışlanan kitlelerin bunun içinde olmamasına, kağıt üzerinde kalmayarak gerçek yaşam sorunlarını ele almasına bağlı.
Bugün siyasal iktidarın baskıcı, otoriter tek adam rejimine karşı hak talebinde bulunan gruplara baktığımızda şunu görüyoruz:
Bir yanda birbirinden kopuk, kendi sorunlarıyla sınırlı, periferik itirazlar, çoban ateşleri. Bu çoban ateşleri örgütlenip birbirlerine eklenmedikleri sürece etkili olamıyorlar,
Öbür yandan giderek yoksullaşan, toplumun kenarına itilen, ezilen pasif bir kitle. Bu duruma düşmelerine devletin politikalarının neden olduğunu unutarak kurtuluşu hâlâ devlette gören, çaresiz, umutsuz insanlar. Bu pasif kitleyi talepleri olan, siyasetin öznesi, değişim motoru bir halka dönüştürmek için yerelde katılımcı bir demokrasi uygulamasına geçmek gerekir. Ancak halk kolektif olarak yeni bir toplum inşasının mimarı olabilir. Ancak o zaman gerçek bir demokrasiden söz edilebilir.
Bunu gerçekleştirecek olan muhaliflerin elindeki yerel yönetimler, özellikle büyük kent belediyeleridir. Demokrasi yukardan aşağı inşa edilemez. Aşağıdan yukarı inşası için ise bir kültürel dönüşüme ihtiyaç var. Yerel yönetimler aracılığıyla bu dönüşümün kanallarının kurulması bu kültürel dönüşümün gerçekleşmesinde etkili olabilir.
Türkiye'nin radikal bir dönüşüme ihtiyacı var. Bu dönüşüm sadece siyasal partilere bırakılamaz. Sivil toplum ve özellikle solun, içinde bulunduğumuz yol kavşağında baş aktör olması, "nasıl bir demokrasi", "nasıl bir Türkiye" sorularının doğru yanıtlanması bakımından önem taşımakta.
Rıza Türmen kimdir?
Türkiye'nin önde gelen insan hakları hukukçularından ve diplomatlarından olan Rıza Türmen İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.
Kanada Montreal McGill Üniversitesi'nden hukuk yüksek lisansı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Siyasal Bilimler doktorası aldı.
Avukatlık stajını yaptıktan sonra, 1966 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Dışişleri Bakanlığı'nda çeşitli görevlerde bulundu.
1985'de Singapur'a ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.
1993 Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı'nda ve AGİT, İnsani Boyut Toplantıları'nda Türk Heyeti Başkanlığı'nı yaptı.
1994'te İsviçre'ye Büyükelçi olarak atandı. 1996'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi oldu.
1998 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığına seçildi. 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.
2008'de Türkiye'ye döndükten sonra 10 yıl Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazdı.
2011 seçimlerinde CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. TBMM Adalet Komisyonu ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda görev yaptı.
2009 yılında Türkiye Barolar Birliği Yılın Hukukçusu Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Üstün Hizmet Ödülü, 2010 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin Cumhuriyet Ödülü Rıza Türmen'e verildi.
İnsan Hakları ve hukuk konularında yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış çok sayıda makale ile kitap bölümleri kaleme aldı. "Güçsüzlerin Gücü-Türkiye'de İnsan Hakları", "Türkiye'de Demokrasi Arayışı" ve "Bir AİHM Yargıcının Not Defteri" adlı üç kitabı yayımlandı.
Halen demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarında çalışmalarını sürdüren Rıza Türmen, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi'nin eş sözcülüğünü yapıyor.
Sanata yakın ilgi duyan ve yaklaşık 40 yıldır çello (viyolonsel) çalan Rıza Türmen, T24'te 2013 yılından beri, ağırlıklı olarak temel haklar, insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, genel hukuk ve politika konularında yazılar yazıyor.
|