Dolar olmuş 1,72, cepte beş kuruş yok, herkes ev peşinde. Yahu kırılıyoruz açlıktan, ne bu sevda?
Herkes bana ‘bir ev al artık,’ diyor. Ne güzel yaşıyoruz vur patlasın çal oynasın, tatilde nereyi keşfetsek diye düşünmek değil miydi hayat? Yok. Geleceğini garantiye al. Peki eğlence? Yok. Ev al. Peki alayım. Nerde bu ev? Aha burada, diyorlar. Bir sürü konut projesi var. E5’ten girince sağda. A, bunlar tanıdık? Venedik, Vatikan, Boğaz’ın bile sitesi var. Gir bir projeye, on yıl sonra köprünün altından gondolla geçip Floransa üzümünü yerken İkitelli güneşi batsın. Delirir insan.
Bu sitelerden içeri girdiğin an kocanla beyaz eşofmanları giyip taklalar atıyorsun. Yani broşürlere göre öyle. Çocuklar serbest takılıyor. Alican nerde? Taj Mahal’de ip atlıyor. Peki Mervecan? Üzüm bağında yoga yapıyor. Peki benim sabah gideceğim işyerim nerde? Seyrantepe’de. E oldu mu şimdi? Neyse böyle tartış tartış Bayrampaşa Ümraniye dolaşmaktan iki senedir yırtıyorum. Geçen gün yırtamadım artık. Acayip bir site varmış. Evler kapış kapış, gidip alaymışız. Gelirken de bir yoğurt, iki ekmek alırmışız. Şirketten birkaç kişi, düştük yollara.
Git git, en sonunda Kumkuma Evleri’ne vardık. (Vallahi şimdi uydurma bir çiçek adı yazayım dedim, hepsinden türetme bir konut projesi var. Aklınıza gelebilecek tüm çiçek isimlerini yanına “evleri” yazarak arayın. Anemon, Glayör, Ağlayan Gelin. Boşta iki dirhem inşaat esprisi yapacak çiçek adı kalmamış.) Satış ofisinin önüne parkettik. Baktım yanda greyder çalışıyor. Yürüyün dedim, inşaat başlamış, neyse reklamlar uzun, yetişiriz.
Biz biraz torpilli gitmişiz, çok havalıyız. “Ne oluyormuş bakayım burada,” endamıyla içeri bir girdik ki, kıyamet kopuyor. Millet sırada. Banka modeli, makineden sıra numaranı alıyorsun, 181, bir kenara oturuyorsun. Birisi “yüz seksen biiiiiir” diye bağırıyor, hop evini alıyorsun. Bu.
Duvarda sitenin maketi. Plazmalarda sitenin Computer Graphics filmi, millet “aa bak bizim ev” diye gülümseyerek filmi seyrediyor. Dışarda greyder, toz toprak. “Yok yok bizim ev, bizim köy, hepsi orda.”
Neyse biz sıra numarası falan almadık, ama biraz bozuğuz yani. Kimse kapılara halı sermemiş. Kös kös masaya geçtik. Merhaba, biz ev alacaktık. Tekne var mı sizde? Ona da bakalım. Varsa diş macunu da alacağım ben.
Hanımefendi açtı bilgisayarı. “Üç adet dairemiz kaldı. İki haftada bin ev sattık. Burdan bilardoya gideceğiz, gelmek ister misiniz?” Gülemiyorsun.
Aramızda ev almaktan anlayan bir kişi yok. “Ay bu haritada deniz yok, ben yönümü şaşırıyorum Şengül Hanım. Şimdi bizimki Kumkuma evleri Kukumav blokları değil mi?” Yan masaya bakıyorum. Ne laflar. Paternosterle mi çıkıyoruz? Saçak seviyeleri nasıl? Rıht kaç santim? Biz daha apartman kaç katlı diye sormayı akıl edemiyoruz, adamlar asansörü tartışıyorlar. Ben çoktan “Çocuğumun ismini Rıht koyacağım,” diye düşünmeye başlamışım. “Rıht mı? Bir anlamı olmalı.” “Var evet. İki basamak arasındaki dik yüzey.” “Hmm çok karizmatik.” Bitiğiz.
Bu arada bir paralar konuşuyoruz ki, Allah muhafaza. Ama havaya girmişiz bir kere. On yılda mı ödesek, yirmi yılda mı ödesek de saklasak bu evi, bilemez haldeyiz. Nasıl taahhütler bunlar böyle? Ben mum kursuna gidecektim, akşama ne pişirecektim... On yıl sonra küçük Eyfel manzaralı evimden çıkıp Kozyatağı’ndan sağa sapacağım diye, şimdi evden burnumu çıkaramayacağım. Derken Şengül Hanım bombayı patlattı. “Yalnız biz böyle konuşurken evler satılmış olabilir.” Neee? Kaçan balık mı var, büyüktür o, hemmen ayırın bize! Önümüzdeki yirmi yılı planlarken bir on dakika müsade.
Darmaduman, kafeye geçtik. Evin broşürüne bakıyoruz. Broşür dediğime bakmayın. O da kendi çapında küçük bir ev. Orta sayfasından aç, kafana koy, bayağı yağmurdan korur. Ben sadece bunu alsam bu kışı çıkarırım. İçinde yakışıklı erkek resimleri, dübelleri ellerine almış gülümseyerek çivi çakıyorlar. Nalburlar bunlar heralde. Ben de diyorum, bu acele neden?
Yürüyün, dedim, örnek daireyi görelim. Hepimize örnek olacak bir daire. Ben bu daire gibi jilet olsam sırtım yere gelmez. Arkadaşlarım ankastreler fiyata dahil mi, soruşturmaya başladılar. Ya dolar diyorum, 1,72 diyorum. Dur, oturalım şuraya iki dakika. Yok siz oturun, ben yeni aldım, kıyamıyorum. Bu arada bir arkadaşım arıyor. Ev alıyorum canım ben seni beş dakikaya ararım. “Aaa ne güzel, kaç artı bir?”
Hık. Ne biçim soru. Kaç artı bir. Bir internet sitesinde bir ilan vardı, yüz milyon dolar’a Boğaz’da yalı. Yüz milyon dolarım var, ben pijama terlik internette ev arayacağım. Hmm, 64 + 4, tam bana göre. Şimdi onu görmüşüm, 1+1 nasıl diyeyim? Kaç? Bir. Artı kaç? Bir. Sevgili Kumkuma Evleri Yerleştirme Kurulu, n’olur şu rakamlara banyoyu mutfağı dahil etsek, zengin gösterse? Dört benimki. Yok, 64 + dört değil. Sadece dört. Yüz milyon dolarım olsa o yalıyı alıp tekrar satılık ilanı vereceğim. “Sahibinden Boğaz’da, 64 + 4, volenli, degrade, kımıl kımıl, aslanlı kaplanlı...” Biliyo da vermiyo, biliyo da vermiyo…
Bir tepem atmış. Yok, zannetmeyin kapıya koşuyorum. “Arkadaşlar, bu fırsat kaçmaz. Yürüyün, alıyoruz.” Yukarı çıkmışız. Deli gibi gülümseyen Şengül Hanım “hay hay” diyerek iki saniyede sözleşme hazırlamış. Yan odaya (banka) geçip Cabbar Bey’in uzattığı iki yüz sayfalık kredi başvurusunun her sayfasını imzalamaya başlamışım. Bir yerden sonra her sayfaya “bir daha yaramazlık yapmayacağım” yazmışım. Ertesi gün olmuş, bordroları alıp satış ofisine gitmişiz, bir rüzgar, hayır hayır, yeller esiyor. Önümüzdeki yirmi yılın malvarlığını +1 doğmamış çocuğuma mektuplarımı bu eve yatırmışım, sıra numarası makinesinde 181 yanıp sönüyor, Şengül Hanım’ın yaka kartı, Cabbar Bey’in takma bıyıkları falan yerlerde, maket devrilmiş, Kumkuma’nın ilk m’si düşmüş, plazmalar sökülmüş. Kamera yükseliyor, bizim gibi birkaç beyaz yakalı, ellerinde bordroları, örnek evde ankastrelerden boşalan köşelere bakıyor.
Orda uyanmışım. Ne ev alacağım yahu, atalarımız haklı. Yürüyün, çok iyi komşular biliyorum, onları alıyoruz.