Geldik “referandum”a: “Yetmez ama evet” referandumuna.
Çok-partili parlamenter rejimdeyiz. AKP iktidarda; biz (“biz” kim? O tarihte başka herkes) değiliz. İktidarda olan AKP diyor ki “Anayasada değişiklik yapacağız”. “Anayasa” dediği 12 Eylül generallerinin yaptırdığı, yazdırdığı anayasa. Bana göre, Türkiye’nin başına gelmiş en büyük felaketlerden biri. İyi de, neyi değiştirmeyi düşünüyor iktidar partisi? Bakarsın daha beter hale getirirler. Olmayacak şey değil.
Baktık tabii. Yok, öyle felaketimiz bir girişim yok. Her şey harikulade değil; o anayasanın bir sürü kötü maddesi yerinde kalıyor. Ama “değişiklik” olarak getirilenler olandan daha iyi. Sloganı kim düşündüyse iyi düşünmüş. Üç kelimede durumu gereği gibi anlatıyor: “Yetmez ama evet”.
Bu işi yapmaya gücü yetecek olan iktidardaki AKP. Yapsın mı? Evet, bence yapması iyi olur. Bir ölçüde bir ferahlama getirir. Belki başka adımlara da kapı açar. Konuşuluyor, tartışılıyor. Benim gibi düşünenler çok, ama öyle düşünmeyenler de var ve onlar da az değil. Ancak onların dediklerine, itirazlarına baktıkça, bu itirazların yapılacak değişikliklerden çok değişikliği yapacak olanlara yöneldiğine dikkat ettim.
Bunun böyle olması çok şaşırtıcı değildi. Türkiye’de öteden beri “düşünce” din kalıpları içinde oluşmuş ve gelişmiştir ve Cumhuriyet’in getirdiği, başta laiklik, çeşitli yenilikler de bu kalıpları pek fazla değiştirmemiştir. Hatta laiklik gibi bir ilkenin bile bir din hükmü gibi benimsendiğini görmek mümkündür. Bu durumda “solcu” olan kişi entelektüel savaşını Sünni Müslümanlık ile milliyetçilik karışımı bir ideolojiye karşı veriyor ve bilincine bu mücadele siniyor. İnsanlar kendilerini sola getiren mücadelenin öncelikle ailedeki dine karşı verildiğini hatırlıyorlar. Buna Batılılaşma üslubunun getirdiği (anti-klerikal) aydınlanma biçimi de eklenince din geri kalmışlığın ve daha birçok kötülüğün başlıca sorumlusu olarak görülüyor. Onun için, durum ne olursa olsun, biz solcular dindarlarla aynı safta yer almamalıyız.
Önceki yazılarımda bunu niçin “yanlış politika” olarak gördüğümü uzun uzun açıklamıştım. Şimdi yeniden o konulara girmemize gerek yok.
Referandum yapıldı ve %58 gibi, çok da büyük olmayan bir farkla kabul gördü. Farkın daha büyük olmamasının nedeni sanırım bu anlattığım koşullanmaydı. Dincilerin getirdiği bir yeniliğe solcular olumlu bakamazdı.
Referandumun neleri değiştirdiğini bugünlerde, başta Yıldıray Oğur, birçok kişi yazdığı için o listeyi tekrarlamama da gerek yok. Bunların ülke için kötü olduğunu, zarar getirdiğini v.b. söylemek, bir tanesi dışında, akıl kârı görünmüyor. Ama o bir tanesi, başımızın ciddi bir belası olan “savcı-yargıç tayin etme” yöntemini yeniden düzenleyen madde referandumda oylandığı biçimden çıktı. Kurul içinde herkes bir kişiye ve yalnız bir kişiye oy verebilecekken, CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı ve Mahkeme’nin de iptal ettiği birtakım cümlelerden ötürü, herkes çok kişiye oy verebildi ve bu durumda en örgütlü durumda bulunan “Fetullah” kadroları kendi ekiplerini kurabildiler. Bunun böyle olduğunu şimdi “Yetmez ama evetçi” katliamına çıkanlar da elbette biliyor ama bu yönde ağızlarını açmıyorlar. Fetullahçı taifesi, Atatürkçü diye bilinen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu bile ele geçirmişlerdi diye kalmış aklımda.
Önceki sistem neydi? Referandum ve sonrasındaki değişiklikle bugünkü şeklini alan bu yöntem bu olaylardan önce neydi?
27 Mayıs’ı yapanlar ve sonra da 27 Mayıs Anayasası'nı yaptıranlar, bütün ayrıcalıklarına rağmen, iş “oy”a geldiğinde zayıf kaldıklarının farkındaydılar. “Kötü niyetliler cahil köylülerin vereceği oylarla yeniden seçilebilirler” ve Demokratlar gibi memleketin altını üstüne getirebilirler. Bunun olmaması için aldıkları tedbirlerin birçoğu “yargı” erkini ilgilendiriyordu.
Yargıç ve savcıların göreve getirilmesinde “kooptasyon” yöntemini seçmişlerdi. Yani kimin nereye geleceğine, gideceğine öteki savcı ve yargıçlar karar veriyordu. Makul ölçüler içinde işleyen bir kooptasyon yararlı bir yöntemdir. “Gerekli” olduğu dahi söylenebilir. Çünkü aynı kariyer içinde olan insanlar birbirlerini yakından tanımış olurlar, herkes herkesin erdemlerini de iyi bilir, kusurlarını da. Ancak yöntemin sakıncaları da olabilir: Nerede uygulanıyorsa, hiç değişmeyen bir ideolojinin, eğilimin, üslubun kendini sürekli yeniden ürettiği bir ocağa dönüşebilir. Onun için seçenler arasında bir farklılık gözetmek yararlı görülmüştür. “Yargı” gibi bir konuda “siyaset” da kendisine bir pay bırakılmasını ister. Normaldir bu. Amerika’nın Supreme Court’unda yargıç olacakları Cumhurbaşkanı seçer ama bunu Senato’ya danışarak yapar; çeşitli ülkeler çeşitli yöntemler geliştirmiştir. Hepsi “tekelci” denebilir bir uygulamayı önlemeyi amaçlar. Ama tabii “demokratik” toplumlardan söz ediyorum.
Yani 27 Mayıs Anayasası bu konulara yaklaşımında yeterince demokratik değildi, homojen bir yapılanmayı teşvik ediyordu. Şimdiki yöntem ise ondan çok daha beter. Yalnız ondan değil, herhalde dünyadaki en kötü örneklerden biri olmalı.
Ancak, referandumdan geçen madde bu değildi. Bu aslında Tayyip Erdoğan’a yapılmış büyük bir iyilik, onun da beklemediği ölçüde değerli bir armağan oldu.
Bu konuda kopan yaygarada olgularla hiçbir şekilde uyuşmayan ögeler var. “Liberaller” olumlu oy vermenin doğru olduğunu söylemiş, yazmış, “halkımız” da bir koşu gidip “evet”i basmış. Hangi konuda görülmüş böyle bir hareket tarzı? Yüzde 58’i sağlayacak bir etkileme gücüne ne zamandan beri sahip bu ülkede “liberaller”? Hepimiz birden birkaç yüz kişinin oyunu etkileyebiliyorsak ne ala!
Nitekim bu olaydan sonra her şey değişti; Gezi Direnişi ile Tayyip Erdoğan demokrasi ile “zoraki nikahını” bozdu. O yeni politikasını yürürlüğe koyar koymaz, “biz liberaller” muhalif tavrımızı aldık. O günden bugüne Erdoğan tavrını değiştirme gereğini duymadı; biz de kendi tavrımızı değiştirme gereği duymadık. Arada başka seçimler oldu. Referandumda “yetmez ama evet” diyenler “Bu iktidar çok kötü” dediler. Ama referandumda onların lafıyla oy veren kitleler bu durumda istiflerini bozmadılar. Liberal miberal dinlemediler.
Bunun böyle olduğunu bu yaygarayı koparanlar da gayet iyi biliyorlar. Onların hırsı da zaten bizim gibilerin “sol”u anlama biçimine yönelik. Sosyalist bir toplumun var edilme çabasının da bir “emir-komuta” rejiminde yapılmasından yanalar; Türkiye Cumhuriyeti’nin seçkinlerin öncülüğünde, disiplin içinde, itaat ilişkisi çerçevesinde adım atan, soluk alan bir toplum olmasını özlüyorlar. Erdoğan’ın referandumunu kabul ettirip dümeni faşizan bir yöne kırmasını “liberal” tutumun yanlışlığının kanıtı olarak ortaya sürmelerinin nedeni bu.