Siyaset ister istemez bir çatışma alanıdır. Siyasi gerilimin dozu artabilir, azalabilir, ama hep böyledir, her yerde böyledir. Onun için siyaset terimleri de "değer" yüklüdür. Birtakım olguları "nötr" bir şekilde anlatan sıradan kelimeler olamazlar. Çünkü her zaman, kelimeyi kullanan kişinin anlattığı şeye karşı kişisel tavrının da taşıyıcısı olurlar. Bir solcunun tebessümle faşizmden, bir faşistin muhabbetle komünizmden söz ettiğine tanık olma ihtimaliniz bir hayli zayıftır. "Liberal" de bunlardan biri ve "liberal" olma cesaretini göstermiş az sayıda kişi dışında bayağı bir kalabalık kelimeyi aşağı yukarı bir "küfür" anlamı vererek kullanıyor. Komünistler liberale ve liberalizme düşman, sosyal-demokratlar "ılımlı" düşman, ama muhafazakarlar, milliyetçiler, faşistler de düşman. Şimdilerde, gördüğüm kadar, "neo-liberaller" de bildiğimiz eski liberallere düşman.
Ben kendime "liberal" demem (düşmanlarım koro halinde diyor). Yaklaşık yirmi yaşıma kadar derdim. O tarihlerde Marksizm'le daha yakından tanıştım ve liberalizmden ayrıldım. Epey oldu, Marksizm'le ilişkim de düzayak bir ilişki değil, ama "liberal" değilim. Buna karşılık, saygım var liberalizme. John Locke, David Hume çok saygı duyduğum filozoflar. Kant'ın Aydınlanma üstüne makalesi bir dünya harikasıdır. John Stuart Mill bambaşkadır. Ekonomik liberallere o kadar meraklı değilim. Tarihin o aşamasında oynayabilecekleri rolü oynamışlar.
Eyvallah, ama o kadar. Onların çizdiği çerçeve içinde kalan bir ekonominin insanlığa kalıcı bir özgürlük ve imkanlar alanı açabileceğine inanmıyorum.
Politik liberalizme düşmanlık güden bir "sosyalizm"e de inanmıyorum. Bu demektir ki Türkiye'de sayısı gittikçe azalsa da belirli çevrelerde sesi zaman zaman duyulan çeşitli "sosyalizm"lerin sosyalizm olduğunu düşünmüyorum.
Geçenlerde Türk olmayan bir arkadaşımla sola ilişkin birtakım konular üstüne birbirimize "mail" attık. Arkadaş, "Demokrasi tarihine bakıyorum, orada herhangi bir Komünist'in adına rastlamıyorum" demişti. Daha önce düşünmediğim bir şey. Ama önemli göründü bana. Hukuk alanında Marksizm özellikle çoraktır. Pasukhanis dışında bu konuda kafa yormuş bir Marksist tanıyor musunuz? Kadın eşitliği konusunda sosyalist feministler olmaya başladı. İyi bir şey. Ama öncüler arasında yok denecek kadar az. Irkçılığa karşı mücadelede gene simge adlar görmüyoruz.
Peki, yani Komünistler, Marksistler insan haklarına, sivil haklara karşı mı? Kadın özgürleşmesine karşı mı? Ya ırkçılığı destekliyor mu? Hayır, böyle düşünecek bir tek "Marksist" olacağına ihtimal vermem, verilmez. Peki niye Marksist bir Martin Luther King ya da Marksist bir Pankhurst çıkmıyor?
Çünkü Marksistler'e göre bunlar birinci derecede önemli konular değil. Önemli konu (kural olarak "devrim" yaparak) sosyalizmi kurmak. Bu "demokratik" mücadeleler (aslında "demokratik" kelimesi "ikinci derecede" yan anlamını taşıyor) hepsi iyi, haklı ama dünyayı değiştirecek çapta değil. Çözümleri de ancak sosyalist iktidarın kurulmasıyla mümkün.
12 Eylül sonrasında ilk feminist kıpırtılar başlarken aralarında bazı kadınlar da bulunan sosyalistlerin nasıl "mücadeleyi bölüyorsunuz" diye asabiyet gösterdiklerini hatırlarım.
"Benim işim sosyalist devrim yapmak" deyip geri kalana gözünü yummakla devrim yapmıyorsun. Devrimin kendi koşulları, kendine özgü bir "geliş"i olur ki zaten kitleleri sürükler. Ama siz onu beklerken kendinizi mücadelenin dışına çekmiş olursunuz. "Bu burjuvaları ilgilendirir", "Onunla demokratlar uğraşsın", "Bunlar bizim tavır almamızı gerektirmiyor" diye diye varolan somut mücadelenin dışında kalınır.
"Devrim mi, Reform mu?" adlı kitap yazan ilk Rosa Luxemburg'u biliyorum. Rosa, tabii, "devrim" demişti. Evet, genel düzen devam ederken parça buçuk bir şeylerde kısmi iyileşmeler sağlama umudu veren "reform"a karşılık "devrim"de bir kesinlik, topyekunluk, geri dönülmezlik var. Ya da var gibi görünmüştü. Ancak, Sovyetler Birliği'nin geldiği yerden sonra bunları yeniden ve ciddiyetle düşünmemiz gerekiyor. "Devrim"e karşılık "evrim"i küçümsemenin bir "devrimci görev" olmadığı da düşünülebilir.
Sosyalizm için mücadelede, tarih akışının şu aşamasında, "sindirmek" bana özellikle önemli görünmeye başladı. "Devrim" dediğimiz şey hızlı ve kesin. Ama ister istemez bir "tepeden inmelik" karakterine sahip. "Reform", buna karşılık, bir sindirme sürecine imkan sağlıyor. Bu, tabii, "devrim"le de olabilecek bir şey. Sanırım sorun bunları birbirini dışlayan şeyler değil, birbirini tamamlayan şeyler olarak görmek noktasında düğümleniyor.