Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasete girişi başarılı oldu. İçinden doğduğu partinin kendi tarihi içinde hiç göremediği bir oy oranına yükselerek girdiği ilk seçimi kazandı. Ama bu başarılı başlangıcını daha ileriye de taşıdı. Oy oranını daha da yükseğe çıkardı. Ne var ki bu grafik bir noktada durdu. AKP kendi rekorlarının gerisine düşmeye başladı. Son yerel seçimde büyük şehirlerde uğradığı kayıp bu “gerileme”yi ilan etti.
Tayyip Erdoğan, bu sonuçla karşılaşmamak için kampanyasını “beka” gibi kocaman bir kavram üstüne oturtmuştu. Şu kısa süre içinde çok kez söylenen sözü ben de tekrarlayayım: Seçimi izleyen günlerde olanlar bu “beka”nın kimin ya da neyi “beka”sı olduğını gösterdi.
Erdoğan meğer iktidarının bekasından söz ediyormuş.
Erdoğan genel politikasını değiştirmeye karar verdiği günlerde hukukla ilişkisini de değiştirmeye karar vermiş olmalı. Çünkü o zamandan başlayarak iktidardan topluma gelen “mesaj”larda “karakuşi” denilen türden bir karakter gitgide belirginleşmeye başladı. AKP’nin popülerliği gerilerken bu “karakuşilik” onunla ters orantılı bir ilerlemeye girdi. Haziran-Kasım seçimleri bu sürecin aşamalarından biriydi ve “Erdoğan seçim kaybederse ne yapar, nasıl davranır sorusunu ilk kez ciddi bir şekilde sordurmuştu. ”Yeniden seçim” kararı ve başlattığı süreç teamüllere aykırıydı. Son seçim ise o sorunun kesin cevabı olarak karşımıza çıktı.
AKP güçlü bir ideolojiye dayanan bir parti. Toplumu bulduğu şekliyle teslim etmeye niyeti yok. Cumhuriyet tarihinin topluma vermek istediği ve vermeye çalıştığı biçime toptan muhalif. Bu bakımdan onun karşıtı olmasına rağmen “toplum mühendisliği” konusunda onunla aynı yerde duruyor. 2002’den beri de tek başına iktidar olmayı başarmış durumda. Bu hedefe bir kere kavuşmuşken. Bunu elden kaçırma ihtimalini. . . Evet, bir ayı aşkın bir süredir bu ihtimal karşısında ne hallere geldiğini gözlemlemekteyiz.
Uluslararası düzeyde bu “seçim yenileme” kararı hakkında nasıl değerlendirmeler yapılacağı uzun boylu merak edilecek bir konu değil. Nitekim beklenen tepkiler gelmekte gecikmedi. Almanya Cumhurbaşkanı’nın çıkışı ilginç ve önemliydi. Medeni dünyanın alacağı tavrın özeti gibiydi.
Bizim cumhurbaşkanımızın ve çevresinin bu tavra karşı alacağı tavır da uzun boylu merak konusu olmamalı. “Yok hükmünde” diye bir deyimi beğenip seçmiş, parlatmışlardı. Bu gibi durumlarda kullanmak üzere seçmişlerdi. Onu söylerler, biter. Alman Cumhurbaşkanı’nın buraya gelip Yüksek Seçim Kurulu üyelerine hukuk konferansı verecek hali yok.
Peki, burada ne olacak? Burada seçim daha yeni yapıldı ve “Cumhur İttifakı” yüzde 52 gibi bir orana ulaştı. Bu oyların sahiplerinin (muhtemelen hepsi değil ama önemli bir kısmının) YSK kararından mutlu olduğunu varsayabiliriz. Ama bu “mutlu” olanlara da, kararın doğru ve haklı olduğu sorulacak olsa, “evet” diyeceklerin sayısının bayağı düşük olacağını sanıyorum. Herkes çok iyi biliyor ki “İttifak” İstanbul’da seçimi kaybetmiştir. Bunu bilmek, şu anda, AKP’ye oy kaybettirmeyecektir, ama izleyen günlerde bu olacaktır.
Normal ahvalde yenilenecek seçimi İmamoğlu’nun daha açık bir farkla kazanacağını düşünüyorum. Ama kurduğum bu cümlenin içine “normal ahvalde” ibaresini koyma gereğini duydum.
AKP’nin iktidarını kullanma üslubu memlekette “normal ahval” bırakmadı.
Seçimi yenilemeye karar verenler seçimi kazanmayı da umuyor olmalılar. Yoksa bu yapılan işin bir mantığı olamaz. Geçmişte bunun bir başka örneğini (yani Haziran-Kasım hikâyesi) yaşadığımıza da inanıyorlar. O tarihte doğuda yaptıklarının benzerini İstanbul’da yapmak kolay değil ama herhalde bir bildikleri vardır.
Hayat onların istediği şekilde cereyan etmemeye başladı. Olayları kendi mantığına bıraktığınızda “memnuniyet verici” olmayan gelişmeler oluyor. Demek ki kendi mantığına bırakılmayacak (yoksa iktidar elden gider). Bütün olayların başına bir YSK dikmek gerekiyor.
AKP zaten 2002’de hükümetini kurup işine başladığından beri her şeyden çok bununla uğraştı. Karşısında kendisine iyi gözle bakmayan bir bürokrasi olduğunun bilincindeydi elbette. Bunu bir şekilde bertaraf edip kendisine dost bir bürokrasi kurmak istiyordu. Gidişat bunun büyük ölçüde başarıldığını gösteriyor.
Seçimle eşanlı olarak seçime itiraz başladı ve YSK bu kararı verebildi. Seçimden birkaç gün sonra ise Kılıçdaroğlu’na saldırı gerçekleşti. Orada yumruk attığı fotoğrafla sabit kişinin mahkeme tarafından serbest bırakıldığını gördük. Bu dava sürdükçe başka ilginç şeyler de göreceğimiz anlaşılıyor.
Bu arada bir de Anayasa Mahkemesi geldi geçti. Ahmet Altan’ın, Nazlı Ilıcak’ın başvuruları reddedildi. Değişik düzeylerde iş gören hukuk kurumlarının bu kararları ile siyasi iktidarın istekleri ve tavırları arasında şaşırtıcı bir uyum var. Tabii aynı zamanda kararlar arasında da bir uyum var. Ama kararlarla hukuk arasında bir uyum olduğunu iddia etmek zor.
Türkiye’nin geçmişte bir “hukuk devleti” olarak anıldığı, anılmaya hak kazandığı bir dönem olduğunu söyleyemem; ama AKP iktidarında bir “hukuksuzluk devleti” haline geldiği açık.
Muhalefet açısından son derece can sıkıcı bir durum: İktidarı hukuk içinde tutma görevi de muhalefetin sorumluluğunda! Can sıkıcı ama demokrasiyle alışverişleri kısıtlı kalmış “Üçüncü Dünya” ülkeleri arasında oldukça sık rastlanan bir durum. Bu tip ülkelerde hukuk iktidarı değil, iktidar hukuku çekip çevirir.
Belli ki bu mücadele son analizde “vicdan”da kazanılacak ya da kaybedilecek. Dolayısıyla muhalefete sürekli “Siz onlara uymayın” demek geliyor içimden. Uymayın ki işledikleri günahlar iyice belirginleşsin. Aynı zamanda böyle günahlar işlemeden var olmanın mümkün olduğu da görülsün. Dürüstlük muhalefetin kozu olabilsin.