21 Eylül 2022

Ecdad meselesi

İçimizde "demokrasi" idealini öven, özlemini dile getiren yığınla insan var, ama biraz konuşunca, biraz dikkat edince, demokrasi isteyen bu insanların demokrasiden işlerin onların dediği ve istediği şekilde yürümesini anladığını görüyoruz

Seçime yaklaşırken gerilim dozunun azalmasından hiç hoşlanmayacağı anlaşılan iktidarın hain muhalefet üstüne savlet etmekten vazgeçmeyeceği konulardan biri belli ki "ecdad" sorunu. İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer gibi "soycak" lanetli kişilere karşı Osmanlı'nın namı ve şanı korunacak. Korunması karar altına alınmış Osmanlı da—şimdilik—Vahdeddin! En azından, tuhaf bir seçim. Bahçeli bağırıyor: "Vahdeddin hain değildi!" Nasıl söylesem? Savunması zor bir pozisyon.

Olaya daha yakından ve daha genişlemesine bakınca, sanki sorun Vahdeddin kendisi değil gibi bir görünüm çıkıyor. Bu kadar hakarete uğrayan Tunç Soyer'in Vahdeddin hakkında söyledikleri yıllar ve yıllar önce Atatürk'ün söyledikleri: "gaflet, delalet ve hatta hıyanet"... Demek ki bunları söylemek bir tür "soysuzluk" oluyor! Bir Osmanlı padişahı böyle şeyler yapmış olamaz! Olayı böyle değerlendirince Kadir Mısıroğlu'ndan uzaklaşmamış oluyorsunuz. Bu eskiden MHP tipi sağcıların benimsediği bir tavır değildi çünkü kendilerine uymasa da Mustafa Kemal'i bir "Türk milliyetçisi" olarak görürlerdi. Devlet Bahçeli burada da Erdoğan tipi sağcılığa doğru çark etmekte sakınca görmüyor anlaşılan.

İktidarla yeni tanıştığı yıllarda Erdoğan Atatürk'le uğraşmayı iş edinmemişti. Daha "saman altı" denecek bir siyaset yürütüyordu. Hala da tam bayrak açmış değil, ama eskisine oranla çok daha etkin ve çok daha açık tavır alıyor. Burada "kültürel hegemonya"yı ele geçirme politikasında daha hızlı davranmaya başlamasının payı muhtemelen var. Tarihin "doğru"sunu yazmaya ve herkese belletmeye kararlı olduğu görülüyor. "Kararlı", ama "başarılı" mı? Orası belli değil. Hatta, genel üslubuyla, yapmak istediğini değil de onun karşıtını yarattığını gösteren belirti de çok. Şimdiye kadar yapabildiği de, düşmanı olduğu kültürü "yenmek" değil, "yasaklamak". Dünyada ve Türkiye'de Müslüman olan ama Erdoğan gibi olmayan pek çok insan var. Bunlar, ona göre, "makbul" değil. Olacaksan, Erdoğan gibi olacaksın.

Desen: Selçuk Demirel

Bu Vahdeddin kavgasında gerilimi artıran etkenler arasında "Tarkan Konseri" de vardı. Bunun da, Erdoğan'ın ve Bahçeli'nin hedef yerine koydukları Atatürk'e bağlılığı vurgulayan bir olay olduğu belli. Erdoğan politikalarının Atatürkçülüğü güçlendirdiği görüşüne ben de katılıyorum. Hemen şunu da ekleyeyim: Atatürkçülüğün bu "Tarkan konseri" biçimi son analizde bir "hayat tarzı"na bağlılık anlamına geliyor; bir zamanların ("başlangıçtaki" diyelim) buyurgan, "dediğim dedik" ideolojisi değil. Bir panelde bir emekli subayın konuşmasını hatırlıyorum: "Doğmamış bebeğin beynine Atatürkçülük ilkelerini kazımamız gerekiyor" deyişini. Bu, bugünün Atatürkçü gencinin "kurtuluş reçetesi" değil. "Kazımak" peşinde değil o genç, kendisinin bir taraflarına bir şeyler kazınmasından kaçınmak istiyor.

"Kazıma" eylemi sahibine, "Erdoğan-Bahçeli" zihniyetine kaldı. Tek-parti alışkanlıklarını sürdüren kimse kalmadı diyebilmek için sanırım çok erken. Tarihi boyunca demokrasiyle bizim kadar kıt ilişki kurmuş toplum bulmak zor (elinde yığınla fırsat bulunduğu halde). Çünkü güçlü bir otoriter gelenek kurmuş ve yaşatmış bir toplumun çocuklarıyız. İçimizde "demokrasi" idealini öven, özlemini dile getiren yığınla insan var, ama biraz konuşunca, biraz dikkat edince, demokrasi isteyen bu insanların demokrasiden işlerin onların dediği ve istediği şekilde yürümesini anladığını görüyoruz. Biri üst katındaki namaz kılmayan komşusundan şikayetçisiyse, öbürü de beş vakit namazında komşusuna tahammül edemiyor; ve bu farklılığı sorun olmaktan çıkarmanın kendi ellerinde olduğunu hiç düşünmüyorlar. Biri gelip onların tarzını yasalaştırarak çözecek sorunu, o zaman demokrasi gelecek.

Evet, bugünün gençliği, yavaş yavaş, bu gibi düşünsel alışkanlıklardan sıyrılıyor, uzaklaşıyor. Ama seksen milyonun üstünde nüfusu olan bir toplum hakkında konuşuyoruz ve bu toplumun fiili "demokratik kültür" eğitimi adına neler görüp geçirdiği hakkında epeyce fikrimiz (ve deneyimimiz) var.

Bugünlere gelinceye kadar içlerinden geçmek zorunda kaldığımız askeri darbe yönetimlerinde Atatürk adına zorbalık yapılırdı. İşin tuhafı, Atatürk "adına" yapılan ne varsa bunun "ilerici" olduğu yolunda hayli yaygın bir kanı vardı. Bu yakınlarda Çağatay Anadol hayatının önemli bir kısmını dolduran TSİP anılarını yayımladı ("Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi") ve burada şu gözleme de yer verdi: Altmışlarda Mihri Belli'den söz ediyor: söyledikleri "... öğrenci gençliğin zaten Cumhuriyet idaresinin eğitiminden geçerken edinmiş olduğu Kemalist ve milliyetçi eğilimlerin, sanki bunlar Marksizmin bir gereğiymiş gibi daha da pekişmesine hizmet ediyordu." Çağatay bu saptamadan şu değerlendirmeye geçiyor: "Kemalizm ile komünizm arasındaki hayal edilmiş bağı kopartmak ve Türkiye sosyalizmine 'Atatürk milliyetçiliği' adı altında sızmış bulunan milliyetçilikle mücadele" etmek gereği. Bu, sosyalistler için bir "görev" olarak benimsenmeli.

Bu konuda şu aşamada basit (ve kısa) bir örnek vereyim. Marksizm, dünya tarihinin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu söyler; Atatürkçülük "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz" der. Hangisini benimseyeceğiz? Hangisi dünya tarihini daha iyi anlatıyor? Sosyalist bir partiye üye olup "Biz kaynaşmış bir kitleyizdir" diye konuşmak ne demek?

Bunları bugünlerde daha ayrıntılı tartışırız. Şimdi söylemek istediğim şey, başka bir şey: Kemalistler'le dindar muhafazakarlar arasındaki kavgaya ikisine de taraftar olmadan bakan ve bu arada klasik Kemalist pozisyonlara da bağlanmaya yanaşmayan az sayıda okur-yazar kişiye "liberal" dendi ve bunların "dinci" kesime destek verdiği iddia edildi. Bunun böyle olmadığını bugünlerde yazacağım. Şu son günlerde insanın dikkatini çeken konu, bu "dindar muhafazakar" kesimin Atatürk "eleştirisinin" kofluğu. Vahdeddin savunması bu bakımdan temsili; Kahraman'ın çıkıp "Biz kurşun mu attık ki kurtuluş' diyoruz?" demesi de tipik ve temsili. Olgularla, herhangi bir akla uygun düşünceyle ilgisi olamayacak, sadece kör bir nefret duygusunda kendine temel bulabilen bir yaklaşım. Dolayısıyla, bir sosyalistin Kemalizm söz konusu olduğu zaman dile getirebileceği eleştirilerle hiçbir akrabalığı olmayan, zaten dünya gerçekliği üstünde ciddi bir dayanağı da bulunmayan bir yaklaşım bu.

Devam edeceğiz.

Murat Belge kimdir?

Prof. Dr. Murat Belge, 16 Mart 1943'te Ankara'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi.

12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan darbe döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974'te üniversiteye döndü. 1981'de doçentken istifa etti.

Halkın Dostları, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sanat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal, Taraf gazetelerinde yazdı.

1983'te İletişim Yayınları'nı kurdu. 1997'de profesör olan Murat Belge, başkanlığını da üstlendiği Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde devam ettiği akademik çalışmalarını sürdürüyor.

Türkiye'nin en üretken yazarları arasında ön sıralarda yer alan Murat Belge, çok sayıda kitapta yer alan makalelerinin yanı sıra 23 kitap yazdı; William Faulkner, James Joyce ve John Berger'den eserler de dâhil olmak üzere 15 çeviri kitabı yayımladı.

1957 seçimlerinde Demokrat Parti Muğla Milletvekili olarak parlamentoya giren gazeteci-yazar Burhan Asaf Belge'nin oğlu olan Murat Belge, aktris Hale Soygazi ile evli.

Kitapları

- Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; İletişim, 1997)

- Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989)

- Marksist Estetik (BFS, 1989; Birikim, 1997)

- The Blue Cruise (Boyut, 1991)

- Türkiye Dünyanın Neresinde (Birikim, 1992)

- 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992)

- İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; İletişim, 2007)

- Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? (Birikim, 1995)

- Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar (İletişim, 1997)

- Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; İletişim, 1998)

- Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001),

- Başka Kentler, Başka Denizler 1 (İletişim, 2002)

- Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu: Türkiye ve Avrupa Birliği (Birikim, 2003)

- Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bilgi Üniversitesi, 2006)

- Başka Kentler Başka Denizler 2 (İletişim, 2007)

- Genesis: "Büyük Ulusal Anlatı" ve Türklerin Kökeni (İletişim, 2008)

- Sanat ve Edebiyat Yazıları (İletişim, 2009)

- Başka Kentler, Başka Denizler 3 (İletişim, 2011)

- Edebiyatta Ermeniler (İletişim, 2013)

- Başka Kentler, Başka Denizler 4 (İletişim, 2014)

- Militarist Modernleşme-Almanya, Japonya ve Türkiye (İletişim, 2014)

- Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik (Agora, 2006; Berat Günçıkan ile söyleşi)

- Şairaneden Şiirsele / Türkiye'de Modern Şiir (İletişim, 2018)

Çevirileri

- Hegel Üstüne: W.T. Stace

- Martin Chuzlewitt: Charles Dickens

- Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı, Ayı: William Faulkner

- Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi: James Joyce

- 1844 Elyazmaları: Karl Marx

- Bir Zamanlar Europa'da, Leylak ve Bayrak: John Berger

- Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla: Leo Huberman

- Yazıcı Bartleby: Herman Melville

- Kayıp Kız: David Herbert Lawrence

- Yurtsuzların Ülkesi: Dugmore Boetıe

- Lenin ve Felsefe: Louis Althusser (Bülent Aksoy ve Erol Tulpar ile birlikte)

Yazarın Diğer Yazıları

Şaşırtan öneriler

Bahçeli’nin önerdiği çözüm pek kamufle edilmeyecek bir şekilde Selahattin Demirtaş’ı “tasfiye” ediyor. Bununla belki Tayyip Erdoğan’ı memnun etmeyi tasarlıyor

“Normalleşme” üstüne

İktidar “İşte,” diyecek. “Normalleşme” dedik, “Hep birlikte el verelim” dedik, bakın ne yapıyorlar, normalleşmeyi nasıl sabote ediyorlar! Bunlar böyle! Bunların işi olumlu giden işleri baltalamak! Bunlarla hiçbir şey yapılmaz!

Karışık işler

Sinan Ateş cinayetini örtbas etmekte kararlı olanlar bu bilek güreşini kazanmakta başarılı olurlarsa, şimdiye kadar zaten çeşitli kanlı olayların bulaşıklığını belirli bir ölçüde yaşamış olan AKP iktidarı, yozlaşmanın bu türlüsünü de repertuarına katmış olacaktır. Ateş olayı özellikle bu bakımdan önemli.

"
"