Birkaç gündür ayakları geliyor aklıma.
Beyaz ayakları, uçlarında kırmızı meyveler bulunan küçük dallar gibiydiler.
Soğuk havalarda buz gibi olurlardı.
Geceleyin yatağa girdiğimizde, ısıtmam için bana dayardı onları.
Dokundurduğu yerlerde, üzerinde kızgın ütü unutulmuş kumaş gibi iz kalmasını beklerdim. O kadar soğuktular.
Şaşardım.
Kumlarda bıraktığı izler, ayakları kadar güzeldi
Ben ise her zaman fırın gibi olurdum, o da buna şaşardı.
Bazen ayaklarını karnıma doğru çekerdim, onları daha çabuk ısıtmak için.
Şimdi, düşününce, o soğukluğu hissedebiliyorum.
Nasıl bu kadar soğuk olabiliyorlardı ve nasıl bu soğuk ayaklarla dolaşabiliyordu. Sorardım, ama cevabını bilmezdi.
Doğuştan böyleydi belki, ona normal geliyordu.
Bütün kadınlar böyledir, derdi. Kan dolaşımıyla ilgili bir şey.
Bir arkadaşıma sordum bu sabah, “Ayakların soğuk mu?”
“Elim soğuk,” oldu cevabı. “Annem hep kansız olduğumu, pekmez içmem gerektiğini söyler.”
Açık ayakkabı veya terlik giydiği günlerde, ayaklarının beyazlığıyla tırnaklarının kırmızılığının zıtlığı, yuvarlaklığı ve kavisleri, bileklerinin inceliği, gözlerime haz verildi.
Kumlarda bıraktığı izler, ayakları kadar güzeldi.
Bir gün ayaklarını çirkin bulduğunu, ilk beraber olduğumuz günlerde onları benden gizlemeye çalıştığını söylemişti. Ben ise onlara bayılıyordum. Bunu ona söylemiştim. İkna olmuş muydu, emin değilim.
Onları daha çok öpmeliydim.
*
İşte böyle.
Her nerede ise, haberi olsun istedim.
NOT: Çocuklarımla vakit geçirmek için yazılarıma bir süre ara vereceğim. Bundan sonraki yazım 19 Nisan’da çıkacak.