İnsanın sevdikleri ne kadar uzun yaşarsa yaşasın yine de kısadır. Çünkü paylaşılacak yarım kalmış onlarca şey kalmıştır. Yarım kalan sohbetler, gidilmeyen yerler, kavuşamayan kollar, yatılmayan dizler vardır. Daha yenilecek yemekler, tutulacak eller, silinecek yaşlar vardır. Sevdiğiniz insanlar ne kadar uzun yaşarsa yaşasınlar onları kaybettiğinizde içinizde mutlaka bir kimsesizlik çöker. Çünkü ölüm dipsizliktir.
Hani sıralı ölüm versin denir ya evlatların anne babalarından önce toprağa verilmesi fenadır ama her evlat için anne ve babasını kaybetmek yaşı kaç olursa olsun yetimliktir, öksüzlüktür...
Deniz arayıp “Annemi kaybettik” dediğinde ayağımın altından yer kaydı. Kulaklarım inanmadı, sesim çıkmadı. Ne söylediğimi hatırlamıyorum. Sustum kaldım… Dünya sustu… Çünkü insanın annesi ölünce tüm dünya susmalıdır.
Sonra ağladım… ağladım…
“Annem ilk vurulduğunda, haber verdiler koştuk, biz daha varmadan amcam gitmek istemiş onu da vurmuşlar. Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular, annem dedim sokakta kaldı dediler, ben gitmek istedim tuttular, ağladım ağladım ağladım…”
Yol boyunca nasıl olur diye düşündüğümü hatırlıyorum. Nasıl olur? Evet yaşlıydı Ferdiş… Kendine göre altmış beş falan, kimliğe göre seksene yakın… Ama yine de erkendi. Çünkü hep erkendir… Demek kıpırtısız yatıyordu şimdi Ferdiş… Haber vermek için kimi aradığımı ne dediğimi hatırlamıyorum… Annem artık nefes almıyordu… Annem artık…
“Annem sokağın ortasında kaldı öylece önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı… Kimi aramadık ki; vekilleri, kaymakamı, valiyi, dedik çeksinler şu kargaları öldü ölmesine de cenazemizi alalım… “
Birden fazla anneye sahip şanslı insanlardan biri oldum ben. Ferdiş benim hem annem hem prensesim hem de her şeyimdi. Çünkü insanın annesi her şeyi olur…
Elimi kuvvetlice ilk tutuğunda yıl 2002 olmalı. Öyle güzel öyle sıkı kucaklamıştı ki bir daha hiç bırakmaz sanmıştım. Çünkü anneler çocuklarını aslında hiç bırakmaz…
Ona göre “küçük bir kızdım” ben. Bana kalsa koca kadın… Sonra anladım ben onun yanında çocuktum… Çünkü çocuklar annelerinin yanında hiç büyümezler…
Çok konuşmazdı Ferdiş. Ama sevgisini de kızgınlığını da anlatmaya bakışları yeterdi. Bir insan sevgisini sadece dokunarak nasıl anlatır o bana dokunduğunda anladım. Sevgi onun sadece kalbinde değil yüzünde ellerinde, incecik parmaklarındaydı. Ve bir “yavrum” demesi, bir sarılması dünyaya bedeldi…
“Biz sevgi nedir hiç dile getirmezdik, ama bir sarılması vardı, dünyaya değerdi, binlerce söz gelse anlatamazdı o sevgiyi…”
Gözlerini yumduktan sonra iki gece morgda Ferdiş. Oğulları analarıyla vedalaşabilsin diye iki gün beklettik. Son veda, son kucaklaşma için…
“Annem tamı tamına 7 gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz 150 metre ilerisinde öldük… Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de bize 7 günde bunu yaptı. 7 gün tam 7 gün annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın… İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor…”
Cenaze işlemleri için morga gittiğimizde bir çekmecenin içindeydi. Benim annem buz gibi morgda… Bir çekmecenin içinde… Benim annem. İnsan iyi olamıyor.
Yıkamak için morgdan aldığımızda bedeni buz gibiydi. Sade ölümden değil soğuktan… Son kez yıkadık annemi. İncitmekten korkarak… Yıkadık sevdik. Sevdik öptük. Yok hiç korkmadık. Çünkü insan annesinden korkmaz…
“Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını belli ki canı hayli acımış, öptüm ellerinden helal et hakkını diye ama… Kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin…”
Bundan tam 22 ay önce 20 Mart’ta bilmem kaç metrekare derinliğinde ve genişliğinde açılan çukura koydular annemi. Annem cansızdı. Annem bir tabutun içindeydi. Kimse konuşmasın istedim. Kimse gülmesin. Dünya var ya şu bir dursun bir dönmesin… Islak karanlık bir toprağa koydular annemi. Marttı hava soğuk değildi. Cansızdı ama ben yine de evet yine de üşür diye düşündüm, düşünebildim. Kahırdı… Evet yaşlıydı annem evet bir gün ölecekti ama yine de erkendi… Toprağına dokunup böğüre böğüre ağladım. Annem eceliyle ölmüştü, yine de isyan ettim.
“Nasıl bir acı demeyeceğim zira ağır. Yedi gün benim annem, yedi gün kara kış soğuğunda kaldı. En acısı, kaç saat yaralı kaldı bilememek. Keşke diyorum hemen ölmüş olsa. Siz benim annemi öldürdünüz."
Yukarıdaki italik satırlar Silopi'de sokakta vurularak öldürülen ve yedi gün boyunca cesedi sokaktan alınamayan Taybet İnan’ın oğluna ait. Kalan satırlarda ise bir insan annesini kaybettiğinde neler hisseder onları anlatmaya çalıştım. Taybet İnan gibi cansız sokakta bekletilen bir annenin evladı olmayı anlatacak sözcükleri ben bulamadım. Cenazesi yedi gün boyunca sokakta kaldı Taybet İnan’ın. Çocukları yedi gün boyunca sokak ortasında cansız yatan annelerine baktılar.
Acıdan kavrulur insan… Parça parça yanar acıdan. Böğüre böğüre ağlamaktan ciğeri şişer… İnsanın gözü döner…
Benim annem öldü, çok üzüldüm… Yaşlıydı evet ama yine de erkendi… Çok ağladım. Bir daha annemin sesini duyamayacaktım… Bir daha incecik parmaklarıyla ellerimi okşayamayacaktı… Bir daha sarılamayacaktım…
Sonra büyüdüm… Ama aradan aylar geçmesine rağmen onunla yaşadığım her anı gözümün kenarında yaş biriktirir. Boğazıma yumruk oturur. Hâlâ özlüyorum… Sesi kulaklarımda, kokusu burnumda… Şimdi düşünün hanginizin değil. Hangimiz sevdiklerimizin ölümüne isyan etmiyoruz. Eceliyle bile olsa. Hangimiz için erken değil.
Taybet İnan hala gömülemedi. Hala morgda bekletiliyor. Bir çekmecede. Soğukta… Çocukları ne yıkayabildiler, ne gömebildiler, ne de toprağa koyup vedalaşabildiler anneleriyle. Ama büyüdüler. Birden bire ve kopkoyu bir nefretle… Elbet bir gün bu topraklarda barış tekrar konuşulmaya başlanır. Bu akıl tutulması sona erer. Ama Taybet İnan’ın çocukların gözlerine oturan karanlığı, yüreklerine yerleşen nefreti bitirmeye yeter mi? Sanmam. Anneler sokak ortasında, çocuklar derin dondurucuda cansız beklerken barış da kardeşlik de gittikçe uzaklaşıyor. Geriye koca bir Ah… Ve nefret kalıyor… Ah…
@leylaalp