25 Ağustos 2019

Ütopik bir şehirde yaşam

Evinden çıkıp 5 dakika sonra ulaşabildiğin ormanlar, bitmeyen festivaller, göller, hiking alanları derken, Zürih gibi bir şehirde sıkılmak için insanın hakikaten sıkılmak istemesi gerekir

20-22 Eylül'de İstanbul Yapı Kredi Bomontiada'da gerçekleşecek Swiss Days öncesinde 4 senedir duyduğum "Zürih'te yaşam nasıl?" sorusunun kişisel hikayemle cevabı burada. Vedalaştığım bu şehirle benim bir daha yolum kesişir mi bilinmez ama siz yolunuzu oraya çevirmek niyetindeyseniz hiç durmayın! 

7 Nisan 1979 tarihinden bu yana tam olarak 13 kez şartlar gereği ya da yaşam kurma niyeti ile 5 ülke (Türkiye-Kıbrıs-Belçika-İngiltere-İsviçre), 8 şehir değiştirdim. Bu İstanbul'a dördüncü taşınışım. Bir de İstanbul içindeki semt/ev değişimlerimi saymayayım isterseniz! 

Ha bire toplanmak, yeniden ev kurmak gibi bir hobim yok tabii. Özellikle de benim gibi eşya biriktiren biri için bu çok zor bir iş. Öte yandan, uzun süre aynı yerde kalamadığım bir gerçek, ayaklarım kaşınmaya, ev batmaya başlıyor bir süre sonra. Eğer hakikaten mutlu olduğum bir ev değilse. (Evet uzun süre yaşadığım evlerim de oldu!) Hayalimde hep kitaplarla, dergilerle dolu, deniz kokusu dolan, aydınlık bir ev vardı. Bembeyaz perdeleri uçuşan, kocaman masasında kalabalık yemeklerin yendiği, arkadaşlarımın çocuklarının yatıya kaldığı, kedisi ve köpeği ile ev gibi bir ev. Nereye gidersem gideyim dönebileceğim, aşırı rahat yaylı yatağındaki uykulardan hafif bir kalple uyanacağım, bol ışıklı, müzikli, kahkahalı bir ev. 

Denizi olmayan bir yerde yaşamayı hayal bile edemezdim. Diyarbakır'da yaşadığım seneler boyunca deniz sesine özlemim hiç bitmememişti çünkü. Ama bizim ailenin kaderiydi özlemek. Anneannem sık sık derin bir "Aaaaah" çeker ve "Şu hasretlik olmasa" derdi. Ailenin her bir ferdi başka bir ülkede, şehirde yaşadığı için. Anneanneme çekmişim ben de. Çantalarımın içinde çantalar, yeni bir yere gitmek, yeni şeyler öğrenmek dendiği anda hazırım hep. Üstelik aynen anneannem gibi, gittiğim her yerden koparttığım çiçek budakları da büyür ektiğim yerde. 

Diyarbakır'dan sonra dağlık bir yerde, denize uzak yaşayamam derken ve büyük bir ada ülkesine taşınmayı planlarken hayat elimden tutup beni dünyanın en kendine özgü ülkelerinden birine, İsviçre'ye gönderdi. "Zürih'te deniz yok ama göl var" dedim başta. Dağlarla barıştım. Ormanların içinde oksijenin en güzelini soludum. Köpek arkadaşım Barney, Cihangir sokaklarında ölmek üzereyken bu yepyeni hayatta kendini buldu, her canlıya değer verilen bu ülkede çok mutlu 3 sene yaşayıp, ardında bir sürü güzel anı, binlerce fotoğraf, bolca tüy ve her çan sesinde kulağımda çınlayan ulumasını bırakıp aramızdan ayrıldı. 

Ben de Zürih'e taşınmamın tam 4. yıldönümünde oturma iznimi iptal ettirdim ve hem kişisel hem işsel sebeplerle aklımda yaptıklarım ve yapamadıklarımla ama kocaman bir sevgiyle ve şahane dostluklarla, anılarla İstanbul'a döndüm. Şimdi Zürih'e teşekkür etme ve gittiğimden beri tanıdık tanımadık onlarca kişiden gelen "Orada hayat nasıl" sorusuna cevap vaktim. 

Önce iki kelime ile cevap vereyim: Muntazam-muazzam!

Bir şehir ne kadar sıkıcı olabilir ki?

Taşınırken o kadar çok insandan "Zürih çok sıkıcı! Ne yapacaksın ki orada?" yorumu gelmişti ki biraz korkmuştum. Bir şehir ne kadar sıkıcı olabilir ki? Meğer bu önyargı tüm dünyada varmış. Tüm kaliteli hayat listelerinde en üst sıralarda yer alsa da… "Zürih sıkıcı bir şehir" yanılgısı belki de bu şehrin güzelliklerini korumasının anahtarıdır. Çünkü evinden çıkıp 5 dakika sonra ulaşabildiğin ormanlar, bitmeyen festivaller, büyük festivallerde headliner olan sanatçıların küçük mekanlarda verdiği konserler, göller, hiking alanları derken, Zürih gibi bir şehirde sıkılmak için insanın hakikaten sıkılmak istemesi gerekir. Ama aynı zamanda bu hayat kalitesinin korunması için de gözlerden ırak kalması en iyisi. Turizmin ekonomiye katkısı yadsınamaz ama turizm uğruna mahvolan güzellikleri biliyoruz hepimiz. 

Dünyanın başka kaç şehrinde evinin önünden tramvaya, otobüse elinde kayaklarla binen 3 yaşından 90 yaşına kadar insanları görebilirsin ki? Kaç şehirde tanımadığın herkesle selamlaşabilirsin, düşürdüğün cüzdanının çok geçmeden bulunacağından emin olur, tüm sosyal haklarının ziyan edilmeyeceği, belediyenin ya da devletin vaat ettiklerinin saniyesi saniyesine yerine getirileceği güvenini yaşayabilirsin? 

Kaç ülkede şehirdeki bir ağaç kesilmeden önce üstüne neden kesileceğini açıklayan ilan asılır ve 1 ay içinde orada yaşayan herkese ağacın kesilmesine itiraz hakkı tanınır? Zürih'te böyle yapılıyor. 100 bin imza topladığınız her konuyu parlamentoya götürüp referanduma sunabiliyorsunuz. Demokrağsi değil "direkt demokrasi" var ve dünyada sayılı örneklerden biri bu konuda.

Belediyeler halkın taleplerini göz önüne alıyor ve öncelik her zaman için halkın hayat kalitesinin en üst seviyede tutulması. İnanmazsınız, kayyum atanmıyor, bir gelen ötekinin yaptığını bozmuyor.

İsviçre'nin siyasi yapısının ve ekonomik dengesinin bu yaşam tarzındaki ve sağladığı güvencede etkisi çok büyük. Gelecek kaygısı yaşamayan, en az 3 dil konuşan gençlerinin daha ilkokula başladıkları andan itibaren ailelerinden bağımsız olarak toplu taşıma araçları ya da bisikletleri, scooterları ile okula gidip gelmelerinin desteklendiği bu şehirde çocuk ağlamalarına kimse öfke ile bakmaz, tramvayda mırıldanan köpeğinize sempati gösterirler. 

Gençleri yine vandallık, anarşi, isyan ile tutuşsa da, sanatçıları duygusal malzeme eksikliğinden, yaşlısı-genci İsviçreliler'in mesafeli oluşundan yakınsa da hepsi ülkelerinin kaynaklarını saygı ile ve sonuna kadar korur. Çünkü ülkeleri de onları ve misafirleri koruyor. 

Türkiyeli gözünden bakınca "şımarık mı bunlar" dedirtecek sıkıntılarına inat, adım başı parklarda, müze bahçelerinde öğle yemeklerini şarap eşliğinde çimlere yayılarak yiyenler, her mevsimin hakkını sonuna kadar yaşar, boy boy köpekleri ile nehir kenarlarında, göl çevrelerinde sağlıklı hayatlarına devam eder. 

Böylesi ütopik bir şehir Zürih. 

"Köpeğinize el koyacağız"

Barney sayesinde öğrendiğim, oraya giden ya da orada sahiplenilen her köpeğin okula gitmesi zorunluluğu, okulda sadece köpeğin değil insanının da eğitilmesi de sanırım şehirdeki her canlıya verilen değerin bir başka örneği. (Okuldan aldığı sertifikayı 1 sene içerisinde gerekli makama iletmediğimiz için polisin arayıp "Köpeğiniz eğitimini tamamlamadığı için el koymak zorundayız" diyecek kadar da takipteler.) 

İnsanlarının durup hayattan, gün batımından, en soğuk mevsimde bile açan ve güzel kokular yayan çiçeklerden keyif aldığı, lüksün de egosuzluğun da, doğadan zevk almanın, elindekinin kıymetini bilip güzelleştirmenin ve korumanın da sonuna dek yaşandığı, zamanın kıymetinin bilindiği bu şehre Türkiyeli olarak gitmek, maalesef bu rahatlığı anlamayı zorlaştırıyor çoğu insan için. Çünkü çoğumuz çalışmak için yaşamaktan, şikayet etmekten ve kendimize acımaktan, başkalarına öfkelenmekten öte bir hayatı görmedi. Zürih gibi bir şehre ya da Mars'a da gitsek "Abi adamlara bak" demekten kendimizi alamayız. Küçük çevrelerimizde kendi doğrumuzdan ötesini göremeden yaşamaya devam ederiz.

Eğer imkanınız varsa Zürih'e taşının. İyi lahmacun/döner/su böreği/menemen yiyemezsiniz. Daha önce yurt dışında yaşamadıysanız çalışan birine "Kolay gelsin" demeyi özlersiniz. Gurbetçi hissiyatına girersiniz. Belki marketten yanlış bir ot alıp semizotu diye pişirir ya da roka bulamadığınız için ağlar, rakı-balık keyfini özlersiniz. Toronto'ya da gitseniz yaşayacağınız gurbetçilikler bunlar… Ama gidebiliyorsanız gidin.

Benim gibi bisiklet sürmeyi yeniden öğrenin, karların üstünde geyik izlerini takip edin, müzeleri gezin, badilerde (Şehir plajları) eğlenin, göldeki yelkenlileri izleyin, mevsimlerin geçişinin güzelliğini takdir edin, binlerce çeşmesinden akan buz gibi sulardan için, köpeklerle, sevdiğinizin elinden tutup doğanın güzelliğinden büyülenerek yürüyün, yazın İtalyan kasabasına dönen şehirde kuğularla, ördeklerle yüzün, bağımsız çocukların büyümesinden ilham alın hatta mümkünse orada büyütün çocuğunuzu, panoramik trenlerle ülkeyi gezin, çıldırtıcı çikolatalarından yerime de yiyin, Christmas marketlerde sevdiklerinizle eğlenin, eşsiz peynirleri, sosisleri tadın, James Joyce'un izinde yürüyün, Jung ile kendinizi anlayın ve benden selam ve sevgiler iletin. Üstelik tüm bunları yapabilmeniz için size her türlü konfor ve bilgi sağlanıyor. Mevsimlik etkinlikler, rotalar, gerekli bilgiler şehir aplikasyonlarında devletin hizmeti olarak mevcut. Hatta myswitzerland.com adresindeki online chat servisinde istediğiniz her soru anında cevaplanıyor.

Sadece baştan uyarayım; oradaki yaşama alıştıktan sonra dünyanın herhangi bir yeri sizin için karışık, saygısız, düzensiz gelebilir! Bunu göze alabilirseniz evet, Zürih'e taşının. 

Ama turist olarak gidecekseniz yaz dönemini tercih edin ve büyük bir bütçe ayırın. Evet, Zürih çok pahalı! 

Yüklü para cezalarına hazır olun

Her güzelin kusuru olur. "Zürih'in tek eksiği deniz" diyemem. Zaten Avrupa'nın göbeğindesiniz ve rüya gibi manzaralarda, konforlu trenlerle İtalya'ya ya da başka bir ülkeye geçebilirsiniz rahatlıkla deniz özlediğinizde. Asıl kusuru, bir şehirden beklentilerini yükseltmesi. Diğer kusuru ise insana diğer kültürleri, diğer insanları olduğu gibi kabul etmeyi öğretmesi. Neresinden bakarsanız "dağlı" bir toplum İsviçreliler. Şehirli ve iyi eğitimli insanları hariç çoğunluğu size başta fazla kaba gelebilir. Kaba değiller, tavırları öyle! Bizdeki gibi tanımadığı insana "Canım" demiyorlar. Gereksiz inceliklere yer yok, işlerini yapıyorlar ve daha fazlasını talep etmene müsaade etmiyorlar. Bu sebeple şehre yeni taşınan Türkiyeliler'in ağladığına bile şahit oldum! Çünkü dünya bizden ibaret ve her şeyi üstümüze alınıp başkalarına "ırkçı" "kaba" gibi etiketler takabiliriz nasılsa bizim bizden başka dostumuz yok... 

Bir başka mesele de düzene uymak zorunluluğu… Düzene uymamanız halinde yüklü para cezaları ile başlayan yaptırımlar ile uymak zorunda bırakılıyorsunuz… Son ve en zor meseleye gelirsek: Almanca! Almanca'yı çok iyi konuşuyorsanız bile İsviçre Almancası'na alışmak yıllarınızı alabilir, hazır olun.

Şehir her daim güzel ancak yağmurların yoğunlaştığı Kasım ayları ve ocak-mart arası fazlasıyla karanlık, boğucu. Sık sık yakın yerlere gidip gezmek ya da fondü keyfi yapmak bunu biraz azaltıyor.

Swiss Days 2019

Zürih'teki hayata daha şairane methiyeler düzmek isterdim. Ancak inanın bunu sonu gelmez! Şimdi yeni hayatıma odaklanmalı ve İstanbul'un bu kez beni nerelere götüreceğini görmek için derin derin nefes almak durumundayım. 

Neyse ki Zürih peşimi hemen bırakacak gibi görünmüyor. 20-22 Eylül'de İstanbul'da gerçekleşecek "Swiss Days 2019" daha çok İsviçre ile ticari ilişki kurmak isteyen şirketlere yönelik bir "İsviçrelilik programı." Ancak İsviçre'de yaşamak isteyenlere iş olanaklarını tanıtan kariyer etkinlikleri, networking imkanları da olacak. En sevilen radyolardan olan Rundfunk müzikleri, workshoplar ve farklı atölyeler de düzenlenecek. 

Swiss Business Hub Turkey (İstanbul'daki İsviçre'nin İhracat ve Yatırım Ofisi) ve Swiss Chamber of Commerce in Turkey (Türkiye'de İsviçre Ticaret Odası Derneği), İsviçre 2019 Günlerini (Swiss Days 2019) İstanbul'daki İsviçre Başkonsolosluğu desteği ile Yapı Kredi Bomontiada'da ilk kez düzenleyecek. Etkinlik hakkında detaylı bilgiye şu adresten ulaşabilirsiniz.

Sevgilerle Zürih, yaşattığın her an için teşekkür ederim. Hep orman yeşilliğinde, Züri Gölü berraklığında hatırlanacaksın! 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Oyun devam ediyor: 'Squid Game'in başrol oyuncuları Lee Jung-jae ve Wi Ha-jun, ikinci sezonda izleyicileri nelerin beklediğini anlattı

Netflix’in en popüler dizilerinden olan Squid Game, 26 Aralık’ta ikinci sezonu ile karşımızda olacak. Dizinin iki başrol oyuncusu Lee Jung-jae (Gi Hun yani Oyuncu 456) ve polis rolündeki Wi Ha-joon ile dizinin yeni sezon basın lansmanında online olarak bir araya geldik ve sorduk: Şimdi neler bekliyor bizi?

Melsa Ararat: Türkiye için umutlu, dünya için umutsuzum

"Kadın bakışının girdiği şirketlerde kârlılık oranı artıyor. Ama genel olarak şirketlerin özellikle çevresel sorumlulukları, sosyal sorumlulukları, yasal haklarına saygı, işten çıkartmaların azalması, yeniden yapılanmaların azalması, risklerin daha iyi yönetilmesi açısından baktığımızda bütün sektörlerde kadınların aynı olumlu etkiyi yarattığını ortalamada görüyoruz"

Bilge Kağan Etil: Beste yaparken içsel olarak duygu bütünlüğünü hissetmem gerekiyor

Red Bull 60 Seconds Solo'da yaylı tambur tercih eden Bilge Kağan Etil, bunun nedenini "Kendime yaylı tanbur almıştım kısa süre önce. Enstrüman bir nevi seçilmiş oldu" ifadeleriyle anlattı

"
"