Ferdi Çetin’in ilk öykü kitabı ‘Evimizi böyle yaktım’ Yapı Kredi Yayınları’ından yayımlandı.
Çetin 1988 doğumlu ve İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Aynı bölümde Gertrude Stein oyunları üzerine yaptığı çalışma ile yüksek lisansını tamamlamış.
Şu sıralar Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nde Heiner Goebbels’in oyunlarında ‘namevcudiyet estetiği’ üzerine doktora eğitimine devam ediyor.
Galata Perform’da dramaturg.
Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi için oyun çevirileri yapıyor.
Ferdi Çetin 2011’de Minâ Urgan Ödülü’nü alıyor. Kitap-lık ve Sözcükler gibi dergilerde öyküleri yayımlanıyor.
2012 yılında Yusuf Demirkol ile birlikte ba-tiyatro’yu kuruyorlar. 2016 yılında yazdığı Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar isimli oyun iki sezon boyunca sahneleniyor.
Edebiyat, tiyatro ve akademi ile geçmekte olan bir ömür onunkisi.
Ferdi Çetin’e sordum:
‘Evimizi’ niçin yakıyorsunuz?
“Bütün yok etme araçlarının en etkileyicisi ateştir. Çok uzaktan görülebilir ve daha da çok insanı kendine çeker. Geri dönüşsüz bir biçimde yok eder; ateşten sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz” diyor Elias Canetti bir kitabında. Ateşin öyle bir geri döndürülemezliği var. Bir şeyi yaktığınızda ya da yakmaya niyet ettiğinizde bu riski de göze almışsınız demektir ya da bazen başka bir çareniz kalmamış da olabilir. ‘Evimizi böyle yaktım'daki karakterler için de durum biraz böyle yani başka bir çıkış yolu da kalmamış gibi görünüyordu onun için.
2011 yılında Minâ Urgan Ödülü’nü almak nasıl bir deneyimdi?
2011 yılında yazdığım üç kısa öykü ile almıştım Mina Urgan Ödülü’nü. İlk yazdığım öykülerdi diyebilirim. İstanbul Üniversitesi’nde okuduğum yıllardı. İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü düzenliyordu bu ödülü. Ödülü aldığımı öğrendiğimde ilk aklıma düşen şey daha çok yazmam gerektiği olmuştu. Daha çok yazdım. Bir itici güç oldu benim için diyebilirim, belki de şanslıydım ilk yazdığım öyküler ödül almıştı. Yazdıklarımı dergilerde yayımlama cesareti verdi bu bana aynı zamanda. Ödülü de pek değerli bir ismin elinden almıştım. Murat Seçkin’in elinden…
Nedir sizdeki yeri Murat Seçkin’in?
Murat Seçkin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görev yapan önemli hocalarımızdan biriydi. Kendisinin edebiyat alanında bilgisine, birikimine hep hayranlık duymuşumdur.
O günden bugüne öykülerinizde değişiklikler oldu mu?
Aslında dünya olarak pek bir değişiklik olduğunu söyleyemem ama yazım biçimi anlamında ciddi değişikliklerden bahsedebilirim. Gertrude Stein’ın Nasıl Yazmalı isimli kitabını okuduktan sonra gramerimde de ciddi değişiklik olduğunu söylemem gerek.
Kitabınızın adı küçük harflerle yazılıyor. bell hooks’un büyük harf kullanmayı reddedip dildeki ayrımcılığa izin vermemesi gibi mi sizin kararınız?
Evet, tam da buna bağlı olarak Gertrude Stein Nasıl Yazmalı kitabında dil ve gramer üzerinde fazlasıyla düşünüyordu. Nokta, virgül ve bir cümlenin bir paragrafın nasıl kurulması gerektiğine dair son derece ilham verici noktalardan bahsediyordu. O dönemlerden başlayarak büyük harf, küçük harf, cümle ve paragraflar üzerine düşünüyorum.
Yüksek lisans eğitiminizde Gertrude Stein’ın oyunları üzerine çalıştınız. Heiner Goebbels’in oyunlarında ‘namevcudiyet estetiği’ üzerine doktora eğitiminize devam ediyorsunuz. Öyküleriniz tiyatro yolculuğunuzla nasıl kesişiyor?
Aldığım eğitimlerin yazarlığım üzerinde ciddi etkileri olduğunu söyleyebilirim. Stein üzerine çalışırken “Herkes bu kadar çok öykü bilirken, bir tane daha anlatmanın ne alemi var” cümlesiyle karşılaştığımda benim için bir dönüm noktası oldu diyebilirim. Yeniden yeniden düşünmeye sevk etti beni. Ayrıca ‘namevcudiyet’ üzerine düşünmek de bir o kadar ‘daralan bir dünya’ kurmam için yardımcı oldu bana. Öykü, karakter ve imgeler hep daha azına işaret etsin istiyorum. Okurun hayal gücünü ve algılama biçimlerini özgürleştirmek gibi de düşünebilir.
“başımızda bir çatı olaydı diyor kadın,
bugün böyle olmazdı
yavaşça salona kedi süzülüyor,
ağzında küçük bir yılan”
Öykülerinizde geçen bu kişileri, canlıları (hatta belki nesneleri) yazmadan önce nasıl düşlüyorsunuz? Ya da şöyle sorayım, aklınıza nasıl düşüyorlar?
İmgeler diyebilirim. İmgelerin büyüsü var o büyüye kapılıyorum öncelikle. O sebepten bir fikirden ya da bir meseleden yola çıkmaktan ziyade bazen bir ruh halinden çoğunlukla da bir imgeden yola çıkıyorum. İmgeler bizi hiç yanıltmaz; çünkü onların kendi bilinçaltları vardır. O sularda biraz dolaşmaya başladığımda imgelerin de konuşmaya başladığını duyuyorum. Sonra insan, hayvan ve nesneler geliyor sırasıyla bazen bu sıralama tam tersi de düşünülebilir. Ağzında yılan ile odaya süzülen kediyle karşılaşmak için kafanızda daima tuhaf bir boşluk olması gerekiyor. O boşluğa yer açmaya çalışıyorum olabildiğince.
“madam arette aretta, gördüğünüz adaya yeni bir uygarlık
kuruyoruz, dedi
yeni zelandalılar bizim yanımızda, yakında ağaçkakanları da alacağız yanımıza, sonra ilkokul öğretmenleri de destek vermek zorunda kalacaklar bize,
ölü yengeç,
ben dedi,
beni dedi,
memuriyetimden atacaklar,”
- Bu satırları yazdığınız sırada Yeni Zelanda’daki terör saldırısı olmamıştı. Elbette özenli okuyucu tarihlere dikkat edip öykülerinizi daha önce yazdığınızı düşünecektir; ancak okuyanın deneyimine, metinden ne almak istediğine göre de şekilleniyor satırlarınız. Roland Barthes’ın söylediği gibi belki de yazar öldü. Sizin metinleriniz de bu bahsettiğim çok sesli, çok anlamlı okumaya elverişli. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Kesinlikle, yazarın ölümü okuru merkeze koyuyor. Bu benim hep üzerine düşündüğüm bir mesele öykülerdeki anlatıcılar hep biraz ‘tuhaflıklarla’ hareket edebiliyorlarsa yazarın da bu tuhaflıkları okuyuca açmak için vesile olmaktan başkaca bir görevi olmadığı kanaatindeyim. Biraz aradan çekilmeyi bilmekle ilgili sanırım.
‘madam arette aretta’ adlı öykünüzde yengeçler tırnak kontrolü yapıyor. Bu satırları yazdığınız anı paylaşmak ister misiniz?
‘madam arette aretta’nın imge olarak aklıma düşmesinin çok özel bir yeri var bende, şöyle ki carette carettalarla yüzdüğümü hatırlıyorum ve yan yana suyun içinde ilerlerken bir anda evrende ‘yalnız’ olmadığınızı düşünmüştüm. Hani insan merkezli olmaktan çok uzak bir alan denizler, karalar da öyle aslında, yengeçler de işte tam bu geçiş noktasında denizden karaya bizimle birlikte gelebiliyor. Carette carettalar da öyle… Madem ki bu yolculukta birlikteyiz o zaman üzerimizde biraz da söz söyleme hakları olsun istedim belki de. Sonra bir de bir kavanoz içinde ölü bir yengecin yazı masamda aylarca karşımda durduğunu hatırlıyorum.
“beriyye hanım sağ elinde bir ünlem işareti tutuyordu,”
Öykülerinizde yer alan Beriyye Hanım, Müçteba Bey gibi isimleri nasıl buluyorsunuz?
Aslında gündelik hayatta karşıma çıkan isimler hepsi. İsimleri ilk duyduğum zaman aklıma düşüyorlar. Birçok öykümde ilk önce isimler beliriyor. O sebepten de diyebilirim ki öykülerin kendisi biraz da müze gibi benim için. Her bir karakter bu müzede karşımıza çıkan birer heykel olarak düşünülebilir. Kendi mevcudiyet alanları olan etrafında dolaşılabilecek bir takım heykeller. İsimlerin bu nispeten ‘arkaik’ tınılarıyla başlıyor yolculuk ve her bir karakter müzede yerlerini alıyor.
Yazdıklarınız bazen hüzünlü, bazen sürreal geliyor bana. Kimi zaman buruk, kimi zaman gülümsüyorum. Masal ve şiir gibi de. Hatta entellektüel bir çizgi film bile olabilir. Belki de yeni oyununuzun habercisidirler ya da sadece öykü olmak için doğdular. Size nasıl geliyor?
Masal ve şiir evet ama entellektüel bir çizgi film benzetmesini çok beğendiğimi söyleyebilirim. Çünkü yazarken karakterlerin içinde bulunduğu buruk durumlar, sürreal bir dünyada karşımıza çıkarken aynı zamanda çizgilerin belirginleştiği yerlerde bir gülümseme de yaratmıyor değil dediğiniz gibi biraz ‘naif’ bir o kadar her şeyin mümkün olabildiği dünyalar çizmeye çalışıyorum. Sanırım dünyanın bu ‘basit’ görünüşü ve ‘olmazların bir araya gelişi’ böyle bir benzetmeyi akla getiriyor.
Virgülle bitiyor satırlarınız. Bunun hakkında ne söylemek istersiniz?
Nokta ile biten bir cümle kesin yargı bildirir, kesin yargılardan ve buna bağlı olarak mesaj kaygısından uzaklaşmak gibi düşünebiliriz bu tercihi. Virgül daima akışkan bir yapıya da işaret ediyor, muğlak, hem o hem de diğer olabilecek ihtimalleri çoğaltıyor. Bir de ritim oluşturması açısından yazının kesintiye uğramasını tercih etmiyorum.
Kitabın yayımlanma sürecinden neler öğrendiniz?
Kitabın yayınlanma sürecinde çok şanslı olduğumu hissettim. Öncelikle dosyam kabul edildiği andan itibaren son derece profesyonel bir ekip hep benimle birlikte oldu. Editörüm Kerem Oğuz Evrandır bütün süreç boyunca küçük dokunuşlarla ve önerilerle bana yol gösterdi. Tasarım anlamında da inanılmaz bir sonuç ile karşılaştım diyebilirim. Kitapta beni en çok etkileyen imgelerden birini bulup çıkarmışlardı. Kapakta konumlandırdıkları yengeç beni gerçekten kitabın son derece yetkin bir ekibin elinde olduğuna defalarca ikna etti.
Sizde yer etmiş edebiyat eserlerini paylaşmak ister misiniz?
Türkiye edebiyatında benim için en temel edebiyat eserleri tartışmasız olarak Sevim Burak ve Leyla Erbil’in kitaplarıdır diyebilirim. Batı edebiyatından düşündüğümüzde ise Samuel Beckett diyebilirim. Ayrıca edebiyat eserlerinin yanında çağdaş sanat eserleri sanırım bende çok yer ediyor. Ai Weiwei, Patricia Piccinini, Chapman Kardeşler beni en çok etkileyen eserleri üreten sanatçılar.
Yazmak sizin için ne anlama geliyor?
Her şeyden öte ‘büyük zamandan’ çalmak gibi geliyor bana yazmak. Yani akıp giden zamanda bir yarık açmak, bir es noktası bulmak. Çıkış gibi de düşünülebilir.
Not: Kitapta öyküler küçük harfle yazıldığı için bu söyleşide ben de aslına sadık kalmak istedim.
-
Yapı Kredi Yayınları
Evimizi Böyle Yaktım / Ferdi Çetin
Kitap editörü: Kerem Oğuz Evrandır
Düzelti: Çetin San
Kapak tasarımı: Nahide Dikel
Sayfa tasarımı: Mehmet Ulusel
Grafik uygulama: İlknur Efe