Yazı yazmak biraz zorlaştı son zamanlarda. Okumak da.
İki nedenden dolayı.
Birincisini açıkla(ma)mak kolay: Yoğun işlerim var dersem, sanırım hepiniz ortada anlayış gösterilmesi gereken bir durum olduğu sonucunu çıkarırsınız.
İkincisini ise yazmak zor. Çünkü… yazmak artık daha zor. Hem yazmak, hem de okumak…
Duygularım ve düşüncelerim, bana sancılı bir keyif ve heyecan veren şekilde rahatımı kaçırdı yine.
Buradaki yoğun işlerimin sağında-solunda, önünde-arkasında, altında-üstünde, başında-sonunda hep onu fark ediyorum: Hayatı…
Yani buradaki hayatı…
Yani onun; benim işlerime, kaygılarıma, koşturmalarıma, akıllı lafazanlığıma, ciddi planlarıma tepeden bakan sükunetini ve alaycılığını…
YAŞAMAYA VE ÖLMEYE…
Fethiye’deyim. Buradaki 12 günlük sürem yarın dolacak. Bir İngiliz ailesinin evinde konuğum. Hayatımda ilk kez, tanımadığım insanların evinde yaşıyorum. Yakın zamana kadar bunun asla mümkün olamayacağını düşünürdüm.
Karı koca emekliler. Buraya 1.5 yıl önce yerleşmişler. (Fethiye nüfusunun yüzde 40’ını İngilizler’in oluşturduğunu duydum bir yerden. Bunların çoğu emekli. Beni konuk eden Allison ve David gibi.)
Ne kadar kalacaksınız burada, diye soruyorum. Cevap çok net:
“Daima”…
Yani… yaşamaya ve ölmeye gelmişler buraya.
“Öteki hayat”ın perdelerini kapatmışlar. Hem de bir gün kendi aralarında aniden yaptıkları
“üç dakikalık konuşma” sonucunda aldıkları bir kararla.
Her şey geride kalmış. Elbette yazıştıkları, telefonlaştıkları, Skype üzerinden görüştükleri insanlar var; en başta da çocukları.
“Belki yılda bir kez” oralara gitmeleri ihtimali de var, dedikleri kadarıyla. Özledikleri için mi acaba?
“Hayır”, diyor Allison,
“yapılması zorunlu bazı işler var, onun için”…
“O hayat bitti”, diye ekliyor David,
“işler, kaygılar, istenmeyen görüşmeler, zorunlu ilişkiler, hatta saate ve plana bağlı olduğu için bazen stress yaratan sosyal-kültürel etkinlikler... O hayatı arkamızda bıraktık ve bir an bile geriye dönüp pişmanlık duymadık, sanırım duymayacağız da…”
Her şeyi ölçüp biçmek ve yanlış yapma riskini minimize etmek çabasıyla kendini paralayan birisi olarak, kısa sürede karar veren ve geriye bakmayan insanlara hayranlık duyuyorum her zaman.
MUTLULUK DEDİĞİN…
Aklımda bir sürü soru var. En azından ikisini hemen sormalıyım:
“Neden Fethiye?” ve
“Burada hiç sıkılmıyor musunuz?”
David eski bir gazeteci. Bütün dünyayı gezmiş. Yani deniz kenarında ilk gördüğü güzel belde Fethiye de, ondan ani bir karar vermiş sanmayın.
Ama eşiyle birlikte burada sükuneti bulmuş, doğayı beğenmiş, iklimi sevmiş, ortamın yeterince güvenli ve rahat olduğuna kanaat getirmiş, hayatın ucuz olması da önemli bir etken olmuş…
Benim durmadan sözlerimle, tavırlarımla, bakışlarımla
“Başka? Başka?” diye sormama her zamanki dostane gülüşüyle karşılık veriyor:
“Bu dediklerim o kadar önemli ki… Mutluluk dediğin zaten ne ki!.. Daha ne ister insan!..”
”Hayır, kesinlikle sıkılmıyoruz burada”, diyor Allison,
“ve eminim sıkılmayız da. Sıkılmak insanın dünyaya nasıl baktığıyla ilgili bir şey…”
Devamla burada rahat uyuduklarını, hemen her sabah camdan içeri giren gün ışığına, pencereye çıktıklarında gördükleri dağ ve orman manzarasına, balkondan selamlaştıkları denize sevindiklerini, hatta ne sevinmesi, mutlu olduklarını söylüyor.
Küçük evlerinin bahçesinde sebze yetiştiriyorlar. Önlerinde de harika bir limon ağacı var. Mahallenin kedilerinden biri evlerine yerleşmiş; önce istememişler, ama o kadar ısrarlı ve sevecenmiş ki kedi, sonunda onu
“evlat edinmişler”. Bütün komşularıyla dostlukları var: Türkler, Almanlar, İngilizler, Ruslar… Bakkalla 5-10 kelimelik Türkçe sohbetlerini ve pandomim sanatıyla anlaşmalarını izlemek insana keyif veriyor.
En sevdikleri şeylerden biri, yılın büyük bölümünde yaptıkları iş: denize girmek. Bol bol da geziyorlar. Araba almaktan kaçınmışlar. Sürekli bisiklete biniyorlar.
Bu kadar gün içinde ya üç ya da dört kez açıldı televizyonları. Ama müzikle araları her zaman iyi. Ve kitapları var. Gerektiği kadar da internetleri…
BURADA SEVMEK DAHA KOLAY
Onların bu anlattıkları mutluluk tablosuna çok önemli bir ek yapmalıyım: Bu iki güzel ihtiyar, birbirlerini seviyorlar. Karşılıklı gösterdikleri özenden, birbirlerine karşı hitaplarından ve tavırlarından, her hallerinden öylesine belli oluyor ki bu aşk…
Zaten onların bana anlattıkları ve benim görüp hissettiğim bütün bu güzellikler, sanki sevmeyi kolaylaştırmak için.
İnsanları, doğayı, evreni, hayatı sevmek için.
Hiç tanımadığın insanlara sevgiyle, anlayışla ve sabırla yaklaşabilmek için.
Sorunları iyimserlikle göğüsleyebilmek için.
“Büyük şehirden gelmiş” ve kendini
“her daim önemli işler yapmak zorunda hisseden” biri olarak, ilk birkaç günden sonra kafama dank etmeye başlayan bir şey var:
Hayatı fark etmek için biraz yavaşlamak gerekiyor. Çevrendeki insanlara yalnızca bakmamak, bakıp geçmemek, onları görmek gerekiyor. Ve insanların gözlerindeki farklı ışıltıları ve karanlıkları, seslerindeki iniş çıkışları, jestlerindeki bin bir türlü işareti…
Yediğin yemeğin tadını almak için yavaşlamak, onun keyfini yaşamak gerekiyor. Dostluğun tadı da öyle çıkıyor. Doğanın da. Hayatın da.
Ve sanki bütün bunlar
“burada” daha kolay oluyor… (
“Burası”nın illa ki
“Fethiye” olması şart değil elbette; onun yerine burada birkaç satırda sıralayabileceğim, Türkiye’deki başka yeryüzü cennetlerinden biri olsaydı da durum aşağı yukarı aynı olurdu.)
HAYAT BEKLEMİYOR
Bu yazıya başladığımda kaldığım eve yakın bir çay bahçesinde, denizi izleyerek ve dalgaların sesini dinleyerek mutluluk ve kederi aynı anda hissetmeye çalışıyordum.
Yarım asırlık bir film şeridini rüzgâr hızıyla döndürdüm. Çabuk biten çocukluk yılları, erken başlayan siyasi mücadele, cesaretim ve korkularım, vazgeçilebilirlerim ve vazgeçilemezlerim, başkalarıyla ve kendimle kavgalarım, inişlerim ve çıkışlarım, son yıllarda hayatıma yön vermek için attığım radikal adımlarım…
Elimde kalanlar ve elimden kaçırdıklarım neler? Mutluluk ne? Keder ne?
Ben şimdi neredeyim, o nerede? O… yani hayat?.. Nasıl bir şey?..
Güneş kızıllaşarak denize doğru eğildi. Ama dağlara takıldı. Buradaki bazı dağların tepesi karlı, biliyor musunuz? Önümde tüm güzellikleri içeren cömert ve devasa bir tepsi var sanki: Deniz, kumsal, orman, dağlar… Cennet burası değilse neresidir ki?
Buraya geldiğim ilk gün David ne iş yaptığımı sormuştu. Ben işlerimin bir kısmını sıraladığımda
“Oo, ne kadar çok iş yapıyorsun!” diye şaşırmıştı; ben de sanırım
“önemli biri” olduğumu onun da anlamasına sevinip gizliden gizliye böbürlenmiştim. Bir hafta sonra yine aynı soruyu sordu. Ben yine aynı cevabı verdim.
“Bu kadar iş yapmak zorunda mısın?” dedi. Sustum.
Yarın son günüm. Bir hafta daha kalsaydım David bana daha açık bir şeyler söyler miydi acaba?..
Valizini ve kafanı sadece yapmaktan en çok mutlu olduğun ve hakkıyla yapmaya fırsat bulamadığın şeylerle doldurarak
“buraya yaşamaya gel”, der miydi, mesela?..
Bir şeyleri anlamakta ve bazı adımları atmakta gecikiyor muyum? Hayatı durdurup enine boyuna düşünmek mümkün değil mi? Hiç değilse bir kereliğine? Ve uzun uzun düşünürken hayata gecikmemek?..
Yazıyı bitirmem gerek artık. Zaten geç oldu. İngiliz dostlarım yattılar. Bir ben kaldım şöminenin karşısında, bir de kendisiyle Türkçe konuştuğumda bana pas vermeyen
“İngiliz kedi”…
Şöminenin ateşi sönmek üzere. Ya hemen birkaç odun daha atıp ona yeni bir hayat vereceğim, ya da çok geç olacak…